Yer yer araya kesilerek bütüne anlam katmaktan geri kalan lüzumsuz planlar, kurguya olan olumsuz etkisine rağmen bir noktaya kadar göz ardı edilebilse de karakterlerin ağzında sakil duran repliklerle beraber her geçen dakika göze daha fazla çarpan dramaturji problemleri filme yönelik tüm beğeninin aslında hikayeye yönelik olduğunu düşündürüyor bana. Rachel McAdams'ın sırıtmayan bir oyunculuk performansını pek zor hatırlayacak olduğum gerçeğinin yine bozulmamuş olması da seyir sırasındaki etkiye ekstra bir külfet koyuyor tabii. Fakat filmin, yerinde bir amaçla türün benzerlerindeki gibi yanıltıcı özendiricilikte bir casusluk portresi çizmektense, işin rutini içerisinde her an duvara çarpma ihtimaline odaklanmak istemesi, hikayenin ötesinde kendi tercihi; ancak bunu seyirciyi kaybedecek bir stilistik karmaşayla yapmaya kalkışması kendi kendisini dövüşü anlamına da geliyor. Zaten filmin stilizasyon çabası her geçen dakika parodiye dönecek hissi verirken bu yılın en büyük kayıplarından güzel adam Philip Seymour Hoffman'ın performansına da yazık ediyor.
Her filmin, cümleleri üzerinde bir özeni, onları konuşturmak isteme derdi vardır ama eğer bir film böyle bir uluslarası oyuncu kadrosuna sahipse o filmin temel dertlerinden de biridir bu mesele. Ancak bunu hak etmek için o kadar eksik kalıyor ki anlatım yönünden A Most Wanted Man; finaline kadar bağırmaktan kaçındığı asıl sözünün değerliliğine rağmen gereksizce uzamış bir kaçmış fırsatlar yığınına dönüyor. Fakat yanlış anlaşılmasın; herhangi bir ölçüğe göre dibe çökmüş bir film değil A Most Wanted Man, yalnızca cümlelerine ulaşamayan yaklaşımı ve anlatımı yüzünden sebep olduğu hayal kırıklığının acımasızlığını üzerinden silkelemeyecek bir film.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
0 tepki:
Yorum Gönder