24 Temmuz 2014 Perşembe

Blue Ruin


Kısık ateşte yavaş yavaş açılan bir intikam hikayesi Blue Ruin. İntikam, çevresinde dönen ucuz edebiyat cümleleri ve Peştunlardan İtalyanlara kadar uzanan bir yelpazede kimin diline ait olduğu meçhul ve meşhur atasözü sebebiyle pek ilgimi çeken bir tema değildir normalde. Hele bir de sebepleri kanaatimce zayıfsa ilgi çekmemekten itici olmaya doğru ilerler bu odaklı hikayeler. Fakat Dwight'ın hikayeye bağlayıcı gerginliğiyle beraber öylesine dengeli bir tansiyona sahip ki Blue Ruin, hikayedeki kan akışının bu kadar yerinde ayarlanışı ve anlatımın kendinden emin sakinliği böylesine sıradan ve çiğ bir hikayeyi başka bir seviyeye taşıyor. Görüntü yönetmenliği ve kamera teknisyeni geçmişini teknik becerisiyle gösteren yönetmen ve senarist Jeremy Saulnier, saf bir sinema izlettiriyor bu sayede. Görsel hikaye anlatımının başarısı sadece kamera arkasıyla belirlenmiyor, oyunculuklarla da destekleniyor elbet. Tabii oyuncu yönetiminin başarısı lafı yine dönüp dolandırıp kamera arkasına çıkartıyor, ancak kapıyı açtığı anda gelen gıcırdıtıya kendini filme kaptırmış seyirciyle aynı anda kameranın odağında olmayan yüzünü buruşturarak tepki veren bir Dwight izliyorsam eğer, işte o zaman o hikaye gerçeklik dediğimiz benim günlük rutinime daha fazla oturuyor.


Anlatım başarısı, hikaye odaklı sağlam bir seyirlik izleneceğinin göstergesi Blue Ruin özelinde; fakat Dwight finale doğru daha da açığa çıkan duygusal yönüyle intikamın doğasına dair ufak bir bakış haricinde bir derinlik beklememek lazım filmden. Bunu, övgüyü abarttığımı düşünerek özellikle belirtmek istedim. Ancak bir karakterin ani kararları ve uzun-atışlı sürece dair planlarında yanında olup onunla beraber hareket etmek stüdyo filmlerinin dahi uzun süredir yapmayı başarabildiği bir şey değil; hele bir de film bunu atlamalı-kırmalı-geriye-nefes-alınacak-zaman-bırakmamalı bir yaklaşımdan ziyade sakin temposuyla yapınca görsel anlatım daha da değerleniyor, hatta son dönemlerde intikam hikayesi denildiğinde referans gösterilecek bir yapıya bile erişiyor; çünkü intikam, hikayenin zaman geçtikçe çözülen olay örgüsünden ziyade Dwight'ın yaşamının değişimiyle, belki mahvoluşu belki bir amaca bağlanarak kurtuluşu yönünde olsa da karakterin kendi belirleyemediği bir yaşam oluşuyla ilgili. Heyecanı, bak-geldi-ha-bak-geliyor-ha'yla değil olduğu gibi akseden Blue Ruin, bir sonbahar akşamüstünün ciddiyetine sahip.


ikinci posterin bir sebastien tellier albüm kapağı gibi durması?
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Metropolitan


Deb Session diye adlandırılan ve aslında Fransızca Debutante'dan gelen, genç kadınların yaşanılan topluma resmi olarak tanıtılması gibi ifade edilebilecek aristokrasi geleneği etrafında dönen bir film Metropolitan, tabii kabaca böyle. Filmin asıl derdi belli bir çevrede "özel bir gelecek" hayaliyle yetişmiş insanların yaşamlarında belli bir zamanı geride bıraktıktan sonra hazırlandıkları şeyin bu olmadığını fark ederek kendilerini "başarısızlık" olarak nitelendirmesiyle beraber ikili ilişkiler de dahil olmak üzere bir arkadaş grubu üzerinden insan ilişkileri değerlendirmesi. Dikey hareketliliğin de erken dönem Fransız sosyalistlerinden Charles Fourier'nin de bahislerinin geçtiği ve bunlarla yan yana durunca ifade ettiği anlam gayet açık olacak biçimde Jane Austen'ın da kendine göre bir yeri olduğu Metropolitan, diyalog üzerine kurulu filmlerin üzerimde sahip olduğu çekim gücünü layıkıyla kullanıyor. İyi yazılmış diyalogların ötesinde filmin ilerledikçe açılan hikayesi ve bunu sürükleyici anlatımı da etkili oluyor. Tabii film herhangi bir merak ögesine eklemli olarak işlemediği için tahmin edilebilirliğin bir değerlendirme kriteri olamayacağını söylemeli, diğer yandan da hikayeye yönelik övgü yanlış anlaşılmamalı: sakin ama ilgi uyandırıcı hikaye anlatıcılığının ötesinde kendi başına ortada durabilecek etkileyici bir olay örgüsü beklentisi Whit Stillman için pek yerinde olmaz.

Günümüzde tam anlamıyla egemen olan kariyerist yaklaşım haricinde baktığımızda dahi yetişme dönemlerine belli büyük hayallerin hakim olduğu birçok insanın belli bir noktada yaşadığı hayal kırıklığını fazlasıyla ilgi çekici buluyorum. Elbette filmin 24 yaşında olması kendisi üzerinden "günümüzde" diyerek değerlendirme yapılmasını tuhaf gösterebilir, fakat Arthur Miller'ın doğrudan ilişkili beklentileri işleyen bugün 65 yaşındaki oyunu da aynı konuyu işlerken mevcut durumun dönemsel olmadığı anlaşılabilinir. Her ne kadar basit bir durum gibi gözükse de aslında yaşamları belirleyen bir hayal kırıklığı söz konusu olan, ekseriyetle üzerinde yüründüğü için görmekte zorlanılan bir çizgi herkesi sıraya dizmişken zaten, mevzunun basitliğinden bahsetmek pek mantıklı olmasa gerek. Masalların küçükler için olduğunun düşünülmesi de bu yüzden mantıksız zaten, koca dünya gerçekleşmeyen ama sihirli uyum sayesinde göz ardı ettiği fantezisiyle ölürken.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

22 Temmuz 2014 Salı

5 Centimeters Per Second

Byôsoku 5 senchimêtoru


Hep aynı cümleleri kuran insanlar sıkıcıdır belki, ama çıkamadılarsa işin içinden kendi başlarına, başka ne beklenir ki? Diyelim ki dönmüyor burada dünya, belki orada da dönmüyor öyle coşkuyla, ama var ya ortak algılanan bir dünya; tüm dert aslında burada düğümlenmiyor mu? Politik değil bu, ama bir örgütlülük meselesi: aidiyet illa bir fikre, bir mekana veya herhangi bir büyükçe yaratıya ait olacak değil sonuçta. Kabullenmek zor değil bunu, anlaşılamayan o aidiyet. Ya da o, bilinen veya bilinemeyen, bir insan. İnsanlar birbirlerinden haberleri olarak sevmezler zaten, birbirlerinden haberleri olarak bir diğerinin herhangi bir özelliği hoşa gider sadece, o özellikleri tanımlamaz oysa insanları. Bir insanın topluluk içerisinde bulunuşudur ancak sevilebilecek olan, orada kendisiyle beraber var ettiği ve kişisel bir tanıdıklığa ihtiyaç bırakmayan, çünkü belki kendisinin bile farkında olmadığı o ölçülemez varlığıdır sevilen. Takaki bu yüzden hiç kimseye gönderilmeyen mesajlar yazıyor telefonunda. Çünkü o mesajların varlığı, en az gönderilen bir insanın varlığı kadar değerli; o mesajlar aranan veya takip edilen bir varlık sebebiyle var zira; O'nun somut ifadesiyse örgütlülük meselesine gönderiyor tekrar konuyu. O zaman aidiyetten devam edelim; burada duran dünya orada dönüyorsa eğer, konum değişince zamirler de değişecek mi? Mesela filmleri izlemeden önce bakıyorum bazen plotlarına, ama benim izlediğim film orada anlatılmıyor her zaman. Bu durumda dünyanın dönüşüyle saniyede 5 santimetre hızla düşen kiraz çiçeklerinin bağlantısı gerçekten var mı, yoksa naif üç segmentine finaliyle ayıp eden film yalan mı söylüyor? 

Yaz sabahı hafiften bir esinti her zaman tedirgin edicidir; yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hatırlatacak serinlikle gelir, ve geçer. Hayranlık uyandırıcı görselliği, çevresel detaylara odağı ve zaman zaman kendinden geçebilen anlatıcılarıyla işte böyle bir film 5 Centimeters Per Second da, veya orijinal ismiyle Byôsoku 5 senchimêtoru. 

Tüm bu eften püften insani endişe, beklenti ve sıkıntıların ifadesine dönüşen cümlelere dolaylı olarak sebep olan filmi dünya üzerinde bir başkası daha seviyor; şimdilik bu kadarı kâfi.

"ne yapabilirsem onu yapıyorum; tüm yapabildiğim bu."
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

18 Temmuz 2014 Cuma

Borgman


Hollandalı yönetmen Alex van Warmerdam'ın filmi Borgman, bir gezginin üst sınıf bir ailenin hayatına girip tüm yaşamlarını alt üst etmesini anlatıyor. Gizem filmlerinde genelde endişeyi seyirciye naklettikten sonra yavaş yavaş hikayenin çözülmesi ve nelerin neden olduğununun izleyiciye verilmesi, Borgman'ın bozduğu bir tarz. Bir yandan olay örgüsü içerisinde bir sebep sonuç ilişkisi bulmak zorlaşırken diğer yandan filmin aslında kendisini sessizce sunuyor olduğu farkediliyor. Dini referanslarla örülmüş filmin Hristiyanlık ötesinde mitolojik referansları da var ama Borgman'dan yola çıkarak İsa'yı tersten elde aldığını söylemenin dayanakları olsa da bu, filmi beyhude bir olaylar bütünü imitasyonu olarak kabul etmek anlamına geliyor bence. Herhangi bir din konusunda herhangi bir ilgim olmaması sebebiyle bu referansları görmekle beraber filmin onlar sebebiyle kurulmadığını, sadece gerekli yerlerde onlar üzerine kurulduğunu düşünüyorum. 



Burada ve devam ederken filmin birkaç sahnesine açıktan atıfta bulunacağımı belirtmeliyim, fakat Borgman özelinde sahneleri önceden okumuş olmanın seyir zevkini kaçıracağını düşünmüyorum. Filmin gidişatının şaşmaya başlaması, Borgman'ın, problemler yaşadığı belli olan ailenin kapısına gelmesi ve agresif Richard'ın kendisine saldırması sonrasına denk geliyor. O dakikadan itibaren kabuslar aracılığıyla çiftin arasındaki problemleri görürken Marina'nın açıktan söylemleriyle yaşadıkları rahat yaşama dair çekinceleri, içten içe suçluluk duygularını fark ediyoruz. Bu önemli, çünkü bir noktadan sonra Borgman'ın peşindeki halinin nedensiz olmadığını sunuyor bize. Diğer yandan aslında Borgman için her şeyin o zaman başlamadığını evi gördüğü anda kapının önünde duran bisiklet ve top figürleriyle finali arasındaki paralelliğe bakarsak görebiliriz, yani hikaye devam ettikçe belirlenmedi, aslında sonunda n'olacağını başında biliyordu gezgin ana karakter, çünkü şaşmayan, tanıdık bir insani hikaye söz konusu olan. Zaten Borgman'ı bedenselliğiyle ele almak yerine temsil ettiği ve karşısındaki insanlarda ulaşılamayacak fikirlerin tezahürüne tekabül eden varlığıyla görünce filmdeki olaylar silsilesi belli bir anlam kazanıyor. Burada filmin en dikkat çekici noktalarından birisi "modern yaşam"a yapılan atıflar. Sadece Borgman çocukları hasta ettiğinde doktor görünümünde gelen ekip elemanının "çocuklarınız modern yaşamı takip edememekten yorgun düşmüş, olağan bir olay" demesi değil, Richard'ın tek boyutlu yaklaşımları ve Borgman'ın doğrudan atıflarıyla beraber diyaloglar içerisindeki minimal vurgularla "modern yaşam" teması fazlasıyla ortalıkta film boyunca. Bunu, Richard özelinde ailenin ırkçı/ayrımcı yaklaşımlarının ortaya konulduğu bahçıvan seçimi meselesinde daha iyi görebiliyoruz. Ve birbirini takip eden olaylara bakıldığında Borgman "ulaşılacak bir zihin durumu/ruh hali" sunarak çevresini hipnotize ederken ulaşamamanın hayal kırıklığı oluyor hikaye ve kayıplar da. Belirtmeye lüzum olmasa da; tabii ki bu benim kişisel olarak filmi görüşüm.



Borgman, içeriksel derinliğinin ötesinde tüyler ürpertici bir öldürme/ceset saklama sahnesi barındıran ve birkaç etkileyici planı olan allak bullak edici bir film. Adeta, sonradan girip de aslında orada olmamanız gerektiğini hissettiren bir ortamda olan biteni çözmeye çalışmak gibi, -ve aktif bir seyirci istiyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

16 Temmuz 2014 Çarşamba

20,000 Days on Earth // Fragman

Nick Cave portresi denilebilecek kurgu dozlu belgesel 20,000 Days on Earth'ün fragmanı geldi. Bir yandan sevgili Cave'in konser performanslarına odaklanan diğer yandan günlük rutinini açığa çıkartan belgeselin dramatizasyon bölümleri de var. Ama zaten Nick Cave gibi kendi kendini mitleştirebilmiş bir adamın her anı kendiliğinden belli bir kurgu taşıyordur. -tam yerine oturacak ifadeyle- kendimi bildim bileli bir Cave hayranı olarak bu sene en çok beklediğim filmlerden biri tabii ki 20,000 Days on Earth, o yüzden fragmanları pek umursamama rağmen aşağıdakini birkaç kez izlemiş olabilirim.

15 Temmuz 2014 Salı

The Double


İnsancıklar yayımlandıktan kısa süre sonra 1846'da Öteki'yi yazan Dostoyevski dönemde ilk romanına oranla çok sert eleştiriler almış, ve Öteki'nin hak ettiği değeri görmesi de yılları bulmuş. Ama gariptir, Dostoyevski de Öteki'ye dair pek olumlu konuşmamış bir zamanlar. Kitabın yayımlanışından bir asırı aşkın zamandan sonra benim için hala The IT Crowd'ın Moss'u olan Richard Ayoade ile Avi Korine'in uyarlaması da Öteki'nin yayımlanışına benzer soğuklukla karşılandı ve hatta genel itibariyle beğenilmedi; bir farkla, bu sefer eleştirmenlerden ziyade seyirci beğenmedi.

Böylesine benzer bir çıkış hikayesi paylaşmaları haricinde tabii film ile kitabı bir tutup karşılaştırmak gibi bir amacım yok. Zaten Ayoade, benim için şaşırtıcı olan biçimde, kitabı dahi okumadığını Avi Korine Öteki üzerinden bir taslak getirince fikir hoşuna gittiği için ilgilendiğini söylüyor; dolayısıyla elimizde orijinalinden farklı dayanakları olan bir hikaye duruyor.


İlgimi cezbeden arızalıkta bir sahneyle açılıyor The Double, ama sadece maraziliğin getirdiği bir süs olmuyor o sekans ve ana karakter Simon'ı tanımada önemli bir başlangıç görevi üsleniyor. Benzer karakter yapısı şimdiye kadar çoğunlukla komedi filmlerinde fazlasıyla ucuz şekilde tanıtıldığı için The Double'da sinematik tarzın etkisiyle daha bir farklılaşan bu giriş filmin tavrını da belli ediyor henüz ilk dakikalardan. O açılışla beraber seyirciyi hayran kalınası, titiz bir sinematografi bekliyor. Ama sinematografiden bahsederken ışık ve kullanımına ayrıca değinmek gerekiyor. Çünkü bu distopik dünyaya kesif bir hava katmasının yanısıra yer yer her tarafından ter akan etkileyici steampunk atmosferlerini hatırlatan sarı-turuncu-kahverengi renkler ve onları açığa çıkartırken kamera açılarını da kendi başına göz alıcı hale getirebilecek olan ışık kullanımı filmin görsel başarısının en önemli dayanaklarından. Seyirciyi içine almayı başaran minimalist dekor ve sanat yönetimi de bu görsel güzelliğin basit bir teknikaliteden öteye gitmesini sağlıyor. Ses efektlerinin etkin kullanımı da oluşturulan görsel atmosferi resmen canlandırıyor. Yani Ayoade, stilistik yaklaşımıyla, hikayeyi hayran kalınası biçimde gösterebilmeyi başarmış.

Hikayeye dair tartışma seyircinin iştahına bağlı olarak değişecek nitelikte olsa da takıldığım noktalardan biri çeşitli yerli yabancı izleyici eleştirilerinde filmin nedense bir Fight Club kıyasına sokulması. Ama bu sayede anladım ki gişe filmlerinin önemli bölümünde bu yüzden hikayeyi çok umursamıyor yapımcılar, nasıl olsa her senaryo yüzeysel olarak karşılık buluyor korkutucu bir çoğunluk tarafında. Bu kıyas problemini bir kenara bırakırsam, senaryonun işleyişi senaryonun kendisine nazaran daha iyi, zaten filmin temposuyla kağıt üzerindeki ciddi açıklıklar da dengeleniyor gibi oluyor, ama tabii nihayetinde senaryo evresinde çekim ve montajdaki kadar çaba harcansaymış keşke dedirtiyor.

Filmin olumsuz eleştirilerinde yerinde kullanılan ifadelerden biri The Double'ın kafkaesk yapısı. Bunu söyledikten sonra benim için filmin etkileyicilik sebebi daha da belli oluyor, çünkü The Double bir bütünden ziyade bir atmosfer filmi. Tıpkı ana karakteri Simon'ın sonuca varıp da öncesine gidemediği, ama sonrasında kendi sonucuna gitmeye çalıştığı gibi bir dengesiz yapısı var filmin. Görsel olarak çok başarılı, onu destekleyen üstün ses kullanımıyla atmosfer de çok iyi kuruluyor; oyunculuklar da herhangi bir sapmanın yaşanmasına neden olmayınca senaryodaki açıkları daha az gösteren, keyifli ve temposunu iyi dengelemesiyle eksiklerine rağmen izleyiciye dalma imkanı veren bir noir-komedi çıkıyor. Fakat her şeyin ötesinde filmi kurtaran bir ruhu var; Melies'i unutmayan.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

13 Temmuz 2014 Pazar

The Coen Brothers - Men of Constant Sorrow

Leigh Singer'ın Men of Constant Sorrow başlıklı video essay'i daha çok Coen'lere bir aşk mektubu olmuş, güzel de olmuş. Coen'lerin 16 farklı filminde ağır sıkıntılar yaşayan başrolleri bu sağlam ufak kurguyla izleyince ne güzel adamlar bu Coen'ler demekten kendimi alamadım açıkçası.

Bu videodan sonra Criticker'da tüm Coen filmlerinin notlarını üçer beşer yükselttiğim doğrudur, daha fazla yükselecek yerleri kalmadı zaten.

The Coen Brothers - Men of Constant Sorrow from Leigh Singer on Vimeo.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

Under the Skin


Başka bir gezegenden gelip insan formuna bürünen "varlığın" bir panelvanla İskoçya'da gezerek dünyayı tanımaya çalışmasını konu ediniyor film. Plotu gayet sıradan bir bilim-kurgu hikayesi izlenimi verse de film pek öyle işlemiyor, hatta işin doğrusu film işlemiyor. Yönetmen Jonathan Glazer'ın da belirttiği gibi, Under the Skin hikayeden çok duyulara odaklanan bir film. Yani çok iyi bir ses miksajının eşlik ettiği hayran bırakıcı görsellik filmi kuran sinemasal ögeler. Buradan bakınca yapılmak istenende gayet başarılı diye nitelenebilir film, fakat bu değerlendirmeden sonra film demek doğru olur mu, zannetmiyorum. Çünkü bu şekilde ele aldığımızda bir filmden çok video sanatı olabilir Under the Skin en fazla, ve bir video olarak hayran bırakıcı olsa da filmin şimdiye kadar arkasından getirdiği yorumlar sadece fazla abartılı.

Under the Skin'in ilgi çekici yanlarından biri birçok açık alan çekiminin gizli kamerayla yapılmış olması. Kamera arkasında alınmış bu kararla yaratılan atmosfer Scarlett Johansson'ın etkileyici performansıyla birleşince de ana karakterinin dünyaya yabancılığını hissettiriyor film. Fakat Glazer'ın röportajında söylediği ve benim inanmakta güçlük çektiğim bir şey var; Johansson gerçekten İskoçya'da panelvanı kullanıp o sırada İskoçya sokaklarında gezmekte olan insanlara yaklaşırken araca binen insanların hiçbirinin çekim bitene kadar hiçbir şey bilmediği. Bu böylesine deneysel bir film için bile bana mümkün gelmiyor çünkü filmin akışını sağlayan hikaye, ki zaten bir roman uyarlaması kendisi, bu kadar tesadüfi gelişmiş olamaz. Söz gelimi, spoiler ibaresi koymak gerekebilir buraya, "uzaylı"nın insanları tanımaya çaba göstermeye başlaması ve tüm hikayenin seyri değişerek insanlığın karanlık tarafına doğru yol olması fil adam benzeri karakter ve yalnız adam sayesinde oluyor. Yani filmde doğaçlama olan birçok sahne olduğu belli fakat tüm yolcu sahnelerinin tamamen rastgele insanlarla doğaçlama çekilmiş olduğu bana pek inandırıcı gelmiyor açıkçası. 

Under the Skin, pek sıradan olsa da ilgi çekici bir konunun kendisine yakışacak bir farklılıkla işlenmeye çalışılıp başarısız olmasının filmi. Hani geceleri belli bir saatten sonra, uyumadan önce zihnin kendi kendine çok etkileyici olduğunu düşünerek kişisel gündeminize getirdiği bir fikir sabaha tüm çekiciliğini kaybeder ya, işte Under the Skin'i izlemeye başlamadan önce ve sonrası da benzer bir süreçti benim için. Tahminim yaratıcı ekip için de durumun çok farklı olmamış olduğu yönünde, yalnızca durmayan bir abartma filmi takip ediyor ve aslında filme katkı sağlamaktan çok zarar veriyor. 

yalnız posteri film hakkında söylediğim her şeyden ayrı tutuyorum.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;, 

11 Temmuz 2014 Cuma

Un homme qui dort


İfade edebilmenin sınırları dilden dile değişiyor olsa da belli his veya durumları anlatmaya çalışırken yapılan sözcük seçimlerinin birbirine olan benzerliği evrensel bir ifadesizlik-çaresizliğine mi yoksa evrensel bir memnuniyetsizlik hissine mi çıkıyor, karar veremiyorum. Patlama sözcüğünün her haber bildirme amacı taşıyan mecradaki kullanımı gösterişçi ilgi-lenme-leri olmayan bir insana pek uzak kalıyorsa günlük bir diyalogdaki olay bağlantısız kullanımı da o kadar ilgi çekici oluyor mesela; bu durumda daha az önce yaptığım ayrımla aslında ortak olmayan ama belirsizce parçası olunan bir memnuniyetsizlik hissi ve ironik biçimde bir diğerini önemsizleştiren bir ifadesizlik evrenselliği olduğu doğru oluyor. Tabii patlama sözcüğüne, bir anda getirdiği bu çıkarım için ne kadar güvenilir orası da ayrı bir muamma.

Bernard Queysanne'nin yönettiği, benim için hep heyecanla başlanıp hiç bitirilmeyen yazar Georges Perec'in kendi romanından uyarladığı 1974 yapımı Un homme qui dort, 25 yaşında Paris'te yaşayan bir öğrencinin çevresine karşı tepkisizleşmesi ve artan bir umutsuzluk hissiyle git gide dünyadan soyutlanmasını konu ediniyor. Klasik anlatı formunun dışında kalan alan en kaba ifadesiyle riskli, ve Un homme qui dort'nun o alanda görece çok düz kalan doğrudan bir dış sesle görüntü-anlatı senkronunu tercih etmesi daha da riskli; fakat hem duygudaşlığın getirdiği tanıdıklık hem de anlatımının dürüstlüğü sayesinde birbirini göze sokmadan destekleyen ses-görüntü etkileyici bir film formuna bürünüyor. 

Kadın sesinin bir estetik varlığını ifade ediyor olması, sıradan bir sohbette cümlelerin duyuluşunun o cümlelerin değerlendirilişini değiştirmesiyle dahi açıkça görülebilir. Bu yüzden anlatıdaki kadın sesinin -Ludmila Mikaël-, bir şeylerin eksik veya kayıp olduğunu düşünen tek-başına-insanın kendisini tanımlar hale geldiğini düşündüğü umarsızlık ve umursuzluk sebebiyle izolasyonuna sıkı sıkıya sarılmasını, bu tavrındaki tutkusallığı göstermesi açısından tam yerinde olduğunu düşünüyorum. Anlatının karakteri ortaya koymasının ötesinde, anlatı sesinin karakterin iç dünyasını daha fazla açık etmesi gibi bir şehri, çevreyi yansıtan kameranın kullanımındaki çaba yoksunluğu ve o rahat hareketler de karaktere dair çok şey söylüyor; karakterin gözünden değil daha da özden, karakterin doğrudan kendisinden gelen, gözün gördüğünün işlenmiş hali gibi bir anlatım oluyor adeta. Bu sebeplerle klasik ögeleri umursamayan sağlam bir karakter çalışması film



Un homme qui dort, bekliyor olmanın ilk anlamının ötesinde ifade ettiklerine dair geveze bir ayin. Zaman zaman paketlenmiş,parlatılmış gösterişli yalnızlık hikayelerinin yüzeye vuruyor olması bu güçlü ama yıkıcılaşabilen hissin tarifinde ve algılanışında çok fazla deformasyona neden oluyor, o yüzden 40 yıl öncesinden gelen bir dürüst anlatıyı sınırları zorlayarak yüceltmem olası; fakat Un homme qui dort'nun zaman zaman tarif edici, hafif ve etkileyici cümleleriyle doğal bir uyum içerisindeki görsel anlatımın hak etmediği bir şey söylemedim. Beklemeyenler zor da olsa filmi belki en fazla estetik takdirle karşılayabilirler, ama bekleyenler için var olan onlarca yaşam ortamından birine, kısa süreli bir rahatlatmaya dönüşüyor Un homme qui dort; bu sayede dağınık ayindeki gevezeliği de affettirebiliyor, çünkü yaşam vaiz olmadığında var.  

"Zaman geçiyor, hala uykulu ve isteksizsin. Kitabı yatakta kenara bırakıyorsun. Her şey belirsiz, ritmik bir ağrı-verici. Soluk alıp verişin şaşırtıcı derecede düzenli." 
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

8 Temmuz 2014 Salı

Touch of Evil


Bir zamandan beri söylemekten ziyade yapmaya çalıştığım için uzun bir süredir tekrar etmiyordum film notları tutmakla ilgili sık tekrarladığım bir şeyi, fakat bir kez daha söyleyeyim ve Touch of Evil özelinde alakası olmasa da blogun hatırlatıcı notu gibi kalsın istedim: Takıntılı bir sinemasever olarak hala izlemediğim için utanç duyduğum birçok klasik ve modern film var ve Touch of Evil da bunlardan yalnızca birisiydi. Bunu dile getirdikten sonra düşününce hem olağan bir durum hem de komik aslında. Çünkü fazla yuvarlak bir ifadeyle 130 yıllık bir sanat pratiğinden bahsediyoruz ve elbette buna istenildiği ölçüde yetişmek tüm zaman kendisine adanmadığı sürece -ki günümüz için bu kendini dönen dünyadan soyutlamak oluyor- her zaman izlenmeyen yüzlerce "mühim film" olacağı gerçek. Bu yüzden durum olağan, ve yine bu yüzden de durum komik. Her seferinde benzer anlama gelen cümleleri karalayıp silmektense en azından bir kez daha açıktan söyleyeyim de rahatlayayım dedim, o da Orson Welles'e denk geldi.

Film-noir türünün en önemli ve en geç filmlerinden Touch of Evil bu etiketlendirmeden bekleneceği üzere türün karakteristik özelliklerini layıkıyla taşıyor. Fakat Touch of Evil'in sağlam bir film-noir örneği olmasından öte, ağız açtırtacak güçte bir açılış sekansı olması benim için filmin her bahsi geçtiğinde takıntılı biçimde tekrarlanacak özelliklerinden birisi. Welles'in teknik becerisi ve yenilikçi yaklaşımlarına dair burada tüm samimiyete rağmen kofti kokacak birkaç cümlelik övgüye gerek yok diye düşünüyorum, zaten kendisinin teknik kapasitesine dair söylenecekler bir filminin ufak notlarından ziyade üzerinde ciddi zaman harcanmış bir çalışma aracılığıyla olmalı -burada abartıyorum, elimde değil-, o yüzden özellikle açılış sekansındaki kamera kullanımının benim gibi plan-sekans düşkünü birisini öylesine film-noir izlemek için oturmuşken henüz ilk üç dakikayla filme hayran ettiğini söylemek yeterli olacaktır diye düşünüyorum bu konuyla ilgili.

Orson Welles, her zaman olduğu gibi, karşılığının basit bir kötü adamdan öte "sempati duyulabilecek kötü adam" olduğunu düşündüğüm "villain"ı hakkıyla ekrana taşıyor, ama oyuncular konusunda dillendirmem gereken asıl şey, günümüz izleyicisinin ortak eleştirisi olan Charlton Heston'ın Meksikalı rolünde olmasının komik olduğu değerlendirmesine katılmadığım. Evet, bir an "Heston Meksikalı mı ya şimdi?" diye düşündüğüm olmadı değil fakat bunun çok problemli bir durum olduğunu düşünmüyorum zira sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncusu olduğunu düşündüğüm çok sevgili Paul Newman'ı daha sırıtan bir Meksikalı rolünde hayranlıkla izlediğimi biliyorum; beterin beteri var yani ama şimdiden bakınca eski sinema yıldızlarının isimleri dahi yeterli oluyor bazen.

Son olarak, Touch of Evil'den bahsederken Welles'in dehasından öte, 1958'de filmini biçen Universal'a kendisinin bıraktığı 58 sayfalık nota dayanarak 1998'de filmin kurgusunu tekrar yapan Walter Murch'ü ayrıca anmak gerekiyor, zira o sayede yaratıcısının istediği şekilde filmi izleyebiliyoruz.

Marlene Dietrich'den gelsin: "Nevi şahsına münhasır bir adamdı, insanlar hakkında söylenenlerin ne önemi var ki?"
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses