28 Haziran 2014 Cumartesi

Confessions of a Dangerous Mind


Ünlü televizyon yapımcısı Chuck Barris'in "izinsiz otobiyografisi"nden tuhaflıklar şahanesi Charlie Kaufman'ın uyarlayıp senaryosunu yazdığı ve aynı zamanda George Clooney'in ilk yönetmenlik denemesi olan 2002 yapımı Confessions of a Dangerous Mind, Barris'in bir zamanların çok izlenen TV programlarını yaratırken diğer yandan nasıl bir CIA ajanı olduğu hikayesini anlatıyor. Tabii bu kurmacanın ne kadar gerçek olduğu konusunda CIA sözcüsü Paul Nowack'ın yapmış olduğu "tamamiyle saçmalık" yorumu haricinde bir bilgi yok, zira Barris de CIA için çalışma kısmını ne reddediyor ne doğruluyor. Fakat "acaba gerçek mi?" saplantısından kurtulursak tamamıyla kurmaca olsa dahi bir an bile olsa bu soruyu sordurtabilme başarısı zaten gerçekte n'olduğu sorusunu önemsiz kılıyor. Buna ek olarak zaten Barris, söz konusu programları yaptığı dönemde kendisine yöneltilen eleştirilerden ötürü "insanları eğlendirirken çarmıha geriliyorum ama insanları öldürürken madalya alıyorum" vurgusu yaptığını da söylüyor.

Kaufman'ın senaryolarından aşina olunan şekilde depresif yönü olan bir karakter Barris de, tabii şimdi belirtmekte fayda var ki artık bahsedilen Barris film karakteri olan Barris. Karakterin bu yönüyle yapılan giriş, geriye dönük olaylar anlatımı açısından itici buluyor olsam da etkili oluyor. Hikayenin tam bir seyirlik film hikayesi olmasına ve senaryonun da Kaufman'dan çıkmış olmasına rağmen filme can veren bence Sam Rockwell oluyor. Hak ettiği değeri en az gören oyunculardan biri olan Rockwell her an ekrandaki görüntüsüyle karakteri bu uçuk-görünümlü olaylar zincirinde hem ayağı yere basacak şekilde tuttuğu gibi hem de ilginç kılmayı başarıyor. Ha hikayenin kendisinden ötürü karakter zaten ilginç gelebilir çok kimseye, fakat işin aslı bence öyle değil.

Filmin yapımcılarından Soderbergh'in sık sık beraber çalıştığı ve 21 Grams'dan itibaren Inarritu'nun da filmografisinde görebileceğimiz kurgucu Stephen Mirrione, bir Kaufman senaryosuna uygun kesmeler yaparken filmi fazla biçmiş hissi veriyor. Filmin seyirciyi ağına alıp orada tutma başarışı ve bu sürede keyifli vakit geçirtirken şov dünyasını algılayışımıza da oynayışına rağmen tuzdan öte bir tat eksikliği var. Bu noktada da işte Clooney'in sırıtmıyor olsa dahi hikayeye hakkını da vermediğini düşündüğüm yönetimi kadar kurgunun ve dolayısıyla Mirrione'nin payı var.

Son olarak Barris'in, insanlar kendisinin yazdığını sandığı için çok mutlu olduğu o birkaç cümleyi not etmeli: "Yakın zamanda aklıma yeni bir program fikri geldi; ismi Eskilerin Oyunu. Sahneye elinde içi dolu silah olan üç yaşlı adam alıyorsun. Hepsi kendi yaşamlarına dönüp bakıyorlar ve kim olduklarını, ne başardıklarını, hayallerini gerçekleştirmeye ne kadar yaklaştıklarını sorguluyorlar. Kazanan, beynini havaya uçurmayan oluyor, eve bir buz dolabı kazanıp dönüyor."

Klasik Kaufman, ha?
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

25 Haziran 2014 Çarşamba

Eli Wallach'ın Anısına

17 Haziran 2014 Salı

The Grand Budapest Hotel


Herhangi bir yönetmen, müzisyen veya herhangi bir sanat pratiğinde yaratımda bulunan birisi "yaşayan en iyi ...lardan" diye nitelenirken oradaki sıfat-eylem yalnızca ağzı doldurmak için değildir. Bazen en basit haliyle, yalnızca, o kişinin hala bizim gördüklerimizi görüyor olduğunu ifade ediyor olsa da çoğunlukla bir yaratıcının kendisini takip edebiliyor olma heyecanını ifade eder. Yani bir sanatçının "yaşayan.." diye başlayan biçimde övülüyor olması onun zamanının hala geçmediğini, kendisinin en büyük işinin ilerleyen zamanda hala gelebileceğini gösterir, bu yüzden sevilen yönetmenlerin her yeni filmi bir başka heyecanlandırır; sevilmesini sağlayan filmlerden daha iyisini yapabilmiş mi düşüncesiyle. Wes Anderson'un The Grand Budapest Hotel'ini bu sebeple büyük bir heyecanla bekliyordum, vizyon dönemindeki yoğunluğum sebebiyle sinemada izleyemeyince de film bu zamana kadar beklemek durumunda kaldı; iyi ki de öyle olmuş. 

Wes Anderson'un kendi kendinin parodisini yaptığı hissini veren The Grand Budapest Hotel her Anderson filminin hayran kalınası tarz özelliklerine sahip: renkleri, görsel çekiciliği, kadrajları, oyun bahçesi kıvamındaki hayal dünyası ve deadpan mizahı. Fakat Wes Anderson şunu çekseydi nasıl olurdu, bunu çekseydi nasıl olurdu temalı late night show skeçlerinin arttığı bir zamanda Anderson'un stile bu kadar yapışmış olması ticari kafayla bakmaya çalışınca gayet anlamlı geliyor bana, ancak kendisinin takipçisi olan bir sinemasever olarak bakınca fazlasıyla rahatsız ediyor. Karakter derinliği olmaması filmin tamamiyle birbirine sıkı sıkıya bağlı iki karakter üzerine kurulmuş hikayesini havada bırakıyor, ki bu noktada zaten Anderson'un tarz çalışması olmaktan öteye gidememiş oluyor film. Hatta ileri gidersem Anderson filmi gediklisi oyuncular en kısa ne kadar sürede toplu ve üstünüze atılıyormuş gibi durmayan cameo yapabilir çalışması bile diyebilirim. Elbette Anderson'un görsel becerisine diyebilecek bir şey yok, fakat kendisi bundan daha fazlasını yapabilen bir yönetmen ve The Grand Budapest Hotel zaman geçirmelik bir seyirlikten fazlası değil maalesef.

Şahsen en iyi filmi olduğunu düşündüğüm Rushmore'dan sonra yalnızca The Royal Tenenbaums'a benzer biçimde hayran kalmış olsam da hiç zayıf filmi olmadığını düşünürdüm Anderson'un, ama The Grand Budapest Hotel ile beraber filmografisindeki en zayıf filme de karar vermiş oldum. Girizgâha dönersem; bu sene olmadı belki ama ileride mutlaka gelecektir, gelmese de ilk dönem filmlerinin heyecanıyla kendisini izleyip takip edebildiğim için gayet memnun olacağım.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

16 Haziran 2014 Pazartesi

Kış Uykusu


Zaman içerisinde haklı ve haksız karşıtlığına sığdırılmaya çalışılmış meselelerin taşıyor olması gibi, sürekli konuşan insanların söyledikleriyle bir kazanan belirlemeye çalışmak yersiz olmaktan öte geçmiş üç saati aşkın süreye edilmiş bir saygısızlık olur. Yine de bir ikilemin cenderesine sokmadan duramıyormuş gibi göz önünde beliriyor diğer çıkmazlar; tanıdıklık, yakınlık ve beraberlik mi kalıcı kırgınlıkları arkasından getiriyor; yoksa kırgınlıklar mı yakınlık ve beraberliğe sebep oluyor? Elbette bir tarafta duran keskin bir cevap arayışı olmadığı sürece filmin olanak tanıdığı zihin yoklamaları bunlar, zaten hikaye bağımlılığı da tam bu nedenle değil midir?

Daha önce birçok kez söylendiği gibi, Nuri Bilge Ceylan'ın filmografisinin aksine içinden diyalog taşan bir film Kış Uykusu. Ama bu, filmin akıcılığından ziyade diyalogun bir filmdeki işlevini ve Ceylan'ın önceki filmlerinde neden isabetli biçimde daha az diyalogun olduğunu göstermesi bakımından mühim. Öncelikle film üzerine bahsi en çok geçen bu meseleyi kendi adıma bir kenara koymak istedim. 

Ceylan'ın da sunduğu üzere bir "aydın" kritiği olarak görülebilir belki Kış Uykusu. Fakat ilk andan beri aklıma takılan ve tahmin ettiğim atıflara sahipse çok kaba durduğunu düşündüğüm isminin final sekansıyla beraber anlamlanıp filmin üzerine muazzam posterini hatırlatırcasına taç gibi oturması, filmin bu kritiğe sıkıştırılmaması gerektiğini düşündürüyor bana. Belki "aydın" tabirinden hoşlanmayıp nitelemeyi kullanmaktan hep imtina ediyor olmamın etkisi vardır bunda, ama bağlamına göre gayet gelişigüzel durabilecek argümanların hayran kalınası bir sinema diliyle hikayeye yedirilmesi sebebiyle kendisini izlettiren bir film değil Kış Uykusu, ve az önce belirttiğim gibi; bunu düşünmek incelikle işlenmiş filmin ismini oradan silmek olur. 


Bir Zamanlar Anadolu'da ne kadar bunu başarabilmiş olsa da bir filmin kıyısından geçtiği tüm meseleler üzerine anlamlı cümleleri olması ve bu meseleleri belli katmanlarda kapatabilmesi beklenemez. Dolayısıyla Kış Uykusu'nun yer yer fazla edebi kaçan cümleleri, mekanın getirdiği kasvetle birleşince filmin kendi sağlığı açısından problemli olabiliyor, fakat karakterlerin çıplaklığı ve canlılığı bu problemleri arkaya itiyor. İşte tam da bu sebeple oyunculuk performanslarından bahsetmek gerekiyor Kış Uykusu'nun. Çünkü senaryosunun düşeyazdığı yerlerde yorumlayışlarıyla onu kurtarıyor oyuncular ve bu nedenle en az senaryo kadar övgüyü hak ediyor oyunculuk performansları.

Üç saati aşan süresine rağmen, bir üç saat için daha iştah açan Kış Uykusu, ilmek ilmek işlenmiş döngüsel bir çıkmazlar hikayesi, ve zarif anlatım nitelemesini belki de son yıllarda en çok hak eden filmlerden birisi. Hikayede çatışmaların somutlaştığı anlarda belki üzerinize cümleler atılıyormuş gibi hissettiriyor olabilir, ama o cümlelerin zihne inişi sinema dilinin etkisiyle o kadar yumuşak oluyor ki estetize görselliğe dalmaya bile fırsat vermiyor. 

Son olarak, Melisa Sözen'i büyük perdede yakın çekimle izleyebildiğime göre Barış Bıçakçı'nın artık insanlar güzellik karşısında hüzünlenemiyor deyişine tüm benliğimle karşı çıkabilirim. 
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

14 Haziran 2014 Cumartesi

The Good German

Hazır Soderbergh'in filmografisine tekrar bir dalış yapmışken 1940'ların film-noir'larına saygı duruşu niteliğindeki film yapımı tarzıyla The Good German önüme geldiğinde, filmi izlediğimi fakat net hatırlamadığımı farkettim ve tekrar izlemeye koyuldum. O sırada anladım ki aslında 2006 yapımı filmi önce eleştirmenler sonra seyirciden alduğu yoğun ve ağır olumsuz eleştiri nedeniyle izlememiştim, çünkü o dönemler henüz kendi sinema algım oluşma evresindeydi. İyi ki hatırlamadığımı düşünerek de olsa tekrar izlemişim filmi çünkü The Good German, filmografisindeki en özel ve en çekici filmlerinden biri Soderbergh'in. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya'daki Potsdam Konferansı sırasında yaşanan kişiselleşmiş bir olayı arkasındaki geniş politik-tarihi alana yansıtarak film-noir'lara yakışacak biçimde adeta gölgesini perdeye alan Soderbergh, dönemin film yapım tekniklerini kullanarak amaçladığı gibi tam da 1940'larda çekilmiş gibi duran The Good German'ı ortaya çıkarmış. Oyuncularına sette rahat bir ortam tanımasıyla bilinen Soderbergh için bu amacındaki en zorlu şey oyuncu yönetimi gibi duruyordu benim için, fakat Cate Blanchett'ten şüphem olmasa da The Descendants'da bile sadece Alexander Payne'in üstün oyuncu seçimi becerisi sayesinde sırıtmadığını ve gayet düz bir oyuncu olduğunu düşündüğüm George Clooney beni haksız çıkaran ve yıllardır kendisiyle çalışan insanların röportajlarında kendisi için söylediklerinin basit bir kibarlık olmadığını gösteren bir performans ortaya çıkarmış. Elbette bir Humphrey Bogart, James Stewart, Cary Grant veya saymaya devam etmek yerine Henry Fonda diyerek noktasını koyacağım isimler gibi bir etkileyicilik taşıyamasa da ekrana onlarla kıyaslanabilecek bir hava getirdiği kesin Clooney'in, yani adeta başka bir zamandan gibi. Bu noktada bir tek Tobey Maguire'ı kenara ayırıyorum, çünkü kendisiyle ilgili ikilemde kaldığım bir konu var: canlandırdığı itici fırsatçı karakter günümüz insanını anımsatan nitelikte olduğu için mi Maguire çok yakın bir portre çizmiş gibi duruyor, yoksa Soderbergh, bu nitelikleri sebebiyle karaktere böyle mi yaklaşmasını talep etmiş Maguire'den bilemiyorum; fakat her haliyle filmin havasını bozmadığı gibi film için ekstra bir katman oluşturduğu gerçek. 

Filmin uyarlandığı Joseph Kanon romanını okumamış olmakla beraber, Paul Attanasio'nun senaryoda çok iyi bir iş çıkardığını düşünüyorum. Henüz ısırmayacak olsa da korkutan dişler tam gösterilmemiş, Soğuk Savaş başlamamışken savaş sonrası dünya düzeninin nasıl olacağının az çok anlaşıldığı, hala savaş sebebi gördükleri olaylar gerçekleşse de tarafların çekindiği bir zamanda böylesine sürükleyici bir hikayenin Soderbergh'in perspektifinden işleyişi konunun tüm katmanlarını incelikle ortaya serici şekilde. Başlangıcını unutarak bir anda herkesin düşmanı haline geldiği batık rejimin enkazı temizlenmek istenirken arkada ve arada kalanlarıyla, Birleşik Devletler'in o zamanlardan belirlenerek süregelen uluslararası politika anlayışı, Sovyetlerin buna reaksiyonu ve tabii arada kaybolan canlarla savaşın bittiği inancıyla fotoğraflara yansıyan mutlulukla el sallayan insanlar. Filmin sonlarına doğru hikayenin tam olarak çözüldüğü sadece o sahne için bile The Good German unutulamayacak bir film, çünkü enkazlar sadece betonlardan veya fikirlerden oluşmaz. Sürekli filmlerine kendi kendine dönerek belli kararlarını sorgulayan, değiştirmek istediği şeylerle uğraşan Soderbergh'in dahi, gişede büyük bozguna uğrayıp kariyerini zora sokan film hakkında konuşurken filmin herhangi bir şeyini değiştirmekten değil nasıl yanlış anlaşıldığından bahsettiği The Goor German da belki bir gün hak ettiği değeri görecektir.  

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

10 Haziran 2014 Salı

Daire



Türkiye'de bürokrasinin simgesi olan devlet daireleri, bir döngü ve çıkmazlara yorulabilecek çeşitli anlamlara sahip ismiyle, ismi kendisine en çok yakışan filmlerden birisi Daire. Felsefe okumuş Feramus daha merkezde olmak üzere üç ana damardan birkaç farklı insanın yaşamını veya daha doğru ifadeyle yaşam diye kabul ettiğimiz çıkmazlarını konu ediniyor film. Feramus'un Çin bedduasını hatırlatarak söylediği gibi, geçiş döneminde yaşıyor olmalarıyla lanetlenmiş oldukları hissine gitgide kapılan karakterleriyle, her bir memnuniyetsizlik ifadesinin meçhul bir onlar'a atıf olduğu, ve dürüst olmak gerekirse -gerekmiyor- haklı olunduğu zamanı ilmek ilmek işlemiş yönetmen ve senarist Atıl İnaç. Genel itibariyle sıkışmış bir sinema izleyicisi olmasam da, hatta kendi ifademle tam bir sinema izleyicisi olsam ve Yusuf Atılgan'ın "sinemadan çıkmış insanı"nı gayet kaba biçimde "sinemayla-beslenen-insan"a çevirmiş olduğumu düşünsem de açıkçası filmografisinde Kolpaçino olan bir yönetmenden beklemeyeceğim bir film Daire. İnaç'a sözü getirmişken bunu bir çırpıda söyleyeyim de zihnimin bir tarafında asılı kalmasın istedim. Daire'ye beni çeken de zaten okuduğum şeylerden filme dair kalan ufak fragmanlar ve Fatih Al idi. Fakat ilk sahnesinden finaline kadar hayran olunası biçimde kotarılmış bir film Daire. Ekseriyetle beceriksizlik gösterisine dönüşmeye meyilli düşsel sekansların dahi gayet sırıtmadan perdeye yansımış olması kendi adıma filme dair şaşırtıcı bulduğum ender şeylerden biriydi. Çünkü blogdan da anlaşılacağı üzere yerli filmlerle diğer ülke sinemaları kadar haşır neşir olmayan birisi olarak birçok film için yarım yamalaklığı kabul etmeye alışkınım birçok yerli seyirci gibi, fakat Daire'de yer yer aksadığı hissedilen oyuncu yönetimi ve açılış jeneriğinin kurguya kesik kesik yedirilmiş olmasının sırıtıklığına rağmen kabullenmek durumunda olduğum bir şey olmadı, çünkü film geri kalanıyla zaten oldukça etkileyici bir bütün oluşturuyor.


Filmin yapımcısının da belirttiği gibi son 10 yıllık süreçte politik atmosfer sebebiyle kendisini boğuluyor gibi hisseden insanların filmi Daire. Fakat buradan hareketle mekan kullanımına özellikle değinmek gerekiyor. Kendisini örümcek ağlarıyla örülmüş bir yapmacıklık içerisinde rahatsız hisseden Feramus'un hep-sonrası-için-plan-yapıp-ardından-bir-bira-açarak-o-sonra'nın-gelmesini-bekleyen-insan modelinden planı gerçekleştiren insan olmaya karar verdiği andan itibaren filme mekan olan Burhaniye, Ege kıyılarında Türkiye'nin sayfiye alanı haline gelmiş bir bölgedeki ufak bir ilçe. Körfez Havaalanı, çoğunluğu Ankara ve İstanbul'dan gelen yazlıkçıların önünden geçerken "ulan bu kadar yolu niye boşuna çekiyoruz?" diye dert yandıkları bir yer ve Daire'de gördüğümüz üzere içerisindeki personelse adeta kıyamet sonrası dünyada her şey yolundaymış gibi kendilerince ölmeyi bekleyen insanlar. Mevcut politik ortam içerisinde böyle bir sayfiye bölgesinin filme mekan olması, neredeyse televizyonun göründüğü her anda bas bas bağıran sabah programlarının açık olması kadar önemli bir simge filmin anlatımı için. Büyük şehir sakini hemen hemen herkesin bir kez aklından geçen bir-kasabaya-yerleşme hayalinin farklı bir yansıması olduğu kadar göçüş dönemini andıran bir geçiş döneminde insanların çoğunlukla sergiledikleri duruşa dair bir imgesi var çünkü. Feramus'un babası "iyi insanlar zayıftır, korkaklar güçlü" diye bir niteleme yaparken farkında olarak ya da olmadan buna bir değinme mi var tartışılır, ama öncesinde Feramus'un çözmüş olduğu durumda ifade ettiği bir-şeylere-sıkıca-tutunmaya-çalışan-herkes mevzu bahis olmalı bence. Çünkü her ne kadar benim de ilk başta söylediğim gibi yalnızca birkaç insanın hikayesi gibi görünüyor olsa da, Çoğunluk ve Tepenin Ardı gibi son dönem güçlü yerli filmlerde görülen yerinde gözlem ve göreceli doğru teşhisler içeren incelikli politik dili ile bir kitlenin filmi Daire. Ama işin garibi kitle gibi bir topluluk ismiyle ifade edilenler aslında rendeden geçirilmiş gibiler ve birbirlerini aramıyorlar, birbirlerine ihtiyaçları yok çünkü onları en başta bir arada tutan şey yok olmaya yüz tutmuş, varlığı kokuşmuş. Bunların sinemasal ifadesi bu kadar estetik yapabildiği için Daire'nin kişiselliği içerisinde yakalanan politikliğini çok değerli buluyorum ben. 


Daire tüm eksikleriyle beraber etkileyici bir film, öyle ki; eksiklerinin üzerinden geçmeye ilk anda seyirci olarak lüzum hissetmediğim kadar etkileyici. Bir başkasının yaşama çeşni olmanın ötesinde hep diğerini yarattığı gerçeğiyle, ismine de yansıdığı şekilde ölümün son olmadığının filmi. Belki de son olmadığı için bu kadar yorgunluk var, ve belki kimi birahanelerde ter parası için yapılan şovlarla ardından yakılan sigaralar arasındaki kontrast farkı günlerimizi oluşturuyor.   

david darling'in hakettiği biçimde kullanılan melodileri gibi filmler dilerim,
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;, 

9 Haziran 2014 Pazartesi

King of the Hill


Steven Soderbergh'in küçük bir çocuk üzerinden Depresyon Dönemi Orta Batı Amerika'daki yaşamı ele aldığı filmi King of the Hill, yönetmenin başyapıtı olduğu kadar bence kendisinin filmografisini betimleyen, yani alışılmış kısa tabirle bağımsız ile stüdyo arasında durmaya çalıştığı pozisyonunu en net biçimde gösteren filmlerden birisi.

Filmin üzerine kurulduğu eşitsizlik bahsi oldukça yalın anlatım diliyle karakterlere yakışacak bir zariflikle perdeye yansıyor. Sadece böylesine ajitasyona müsait bir konuda değil, herhangi bir konu için de anlatımda bu zarifliğe ulaşabilmek oldukça problemliyken Soderbergh'in buradaki beceresine hayran olmamak elde değil. Özellikle Aaron'ın çevresini hem Aaron'ın gözünden hem de oldukları gibi çevirebilmek filmin böylesine canlı bir dünya yansıtabiliyor olmasının en önemli dayanaklarından birisi, hatta prodüksiyonun sağlamlılığından bile ötede. İlk sahnelerden itibaren üniformalıların olduğu gibi yansıtılışına Adrien Brody'nin perdeden kalmış imajlara uygun biçimde çizdiği Lester'ın yaptığı eğitilmiş köpek benzetmesinin eklenmesi gibi filmin cümlelerini katlayan bir işlevselliği var dahili tüm ögelerin, ama üst üste gelen taraflar örtüşünce bu katlanmış cümleler fazla kalın kaçmıyor ve bu sayede ne filmin canlı atmosferi zarar görüyor ne de anlatımın zarifliği bozuluyor. 

Gayet dengeli giden anlatımın sallandığı final kimisi için filmi tamamen bozabilir. Fakat Soderbergh'in, finali "görüyorsunuz ya" diyerek umut çevresinde kurması öncesinde olan hiçbir şeyi değiştirmiyor. Tren geçerken görülen komşu hala orada ve lavabodan akan kan hala kapının altından sızıyor. Buradaki umut, bir anda meyve kamyonunun gelişinin ifade ettiği gibi şansı tutan, tutmaya başlayan Aaron'ın kendine gelen güveni aslında. Özgüven sözcüğü tam karşılamıyor elbette Aaron'daki değişimi fakat deneyim ve imrenmeden doğan söz konusu değişimi ifade edebilecek en yakın şey kendisi; çünkü özgüven aynı zamanda daha çok yetişkinler veya daha doğru ifadeyle kendini-yitirmişler için kullanılan bir niteleme ve Aaron'ın finaldeki sakinliğine de bu sebeple yakıştırılabilecek bir sıfat. Yani finalin filmi farklı bir yola soktuğu kesin fakat burada alınan viraj bir yön değişiminden çok yön ayarlaması yapıyor, dolayısıyla kendi algıma göre neden o finalin problem olduğunu ama büyük bir problem olmadığını anlatmaya çalışırken tam isabetli sözcükleri seçemeyip en müsait olanlarına yöneldim. Zira ben de yalnızca final sebebiyle Gazap Üzümleri hatırlatması yapmaktan kendimi geri tutuyorum. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularlar:;,

7 Haziran 2014 Cumartesi

All the Real Girls


David Gordon Green'in Paul Schneider ile beraber yazdıkları hikayeden hareketle senaryosunu yazdığı All the Real Girls, Birleşik Devletler'in ufak bir güney kasabasında çapkınlığı ve ikili ilişkilerde sürekliliği sağlayamamasıyla bilinen Paul'un, en yakın arkadaşının kız kardeşiyle yaşadığı ilişki süresince hem kendisine hem de çevresine farklı bir insan olabileceğini ispatlamasına odaklanıyor. Kulağa gayet sıkıcı gelen bu konu alanı ve olaylar zinciriyle zaman zaman bunaltsa da kendisini izlettirmeyi başarıyor film. Green'in alametifarikası olan şiirsel dilin yine anlatımda ön plana çıkması filmi benzerlerinden farklı bir yerde konumlandırıyor olsa da filmografisinin sonlarına doğru bu diliyle çok iyi filmler çıkartan Green'in, All the Real Girls'de biraz zorlamaya kaçtığını söyleyebilirim. Bunda biraz havada kalan oyunculuk performanslarının da etkisi yabana atılamaz tabii. Vasat bir TV dizisinde dahi diyaloğunu tamamlarken zorlandığı hissini veren Schneider ve sevimliliğinin yanından geçmeyecek kadar düz ve zaman zaman boğucu oyunculuğuna ziyadesiyle sırıtan güney aksanı ekleme çabasıyla Zooey Deschanel filmin kırılganlıklarını oluştururken anlatımı da olumsuz etkiliyorlar. Fakat bu vasat performansların diğer bir ayağı da filmin zaten kırılganlığı hedeflediği sezilen tavrıyla uyuşunca yanlışlıkla giyilen farklı çorapların tesadüfü uyumu ortaya çıkıyor.

Filmin ilişkileri ele alışı herhangi bir yerde klişelere sapmıyor ama bu da bir tazelik vurgusu değil tabii. Çünkü Green'in imza haline gelmiş diğer bir özelliğiyle daha çok gözden çıkartılan anlara dönüyor yüzünü film ve bu tanıdıklıktan çıkması beklenen şey sahicilik, gerçeklik değil; arada yokmuş gibi gözüken fark zaten bireysel çıtayı belirleyen şey. Bu sahiciliğe oyunculukların teklemesi ve Green'in anlatımıyla büründüğünü kırılganlık sayesinde ulaşıyor da film, fakat oraya gelene kadar elinde var olanı o kadar sündürüyor ki şahsen benim filmin olumlu yanlarını görmeye mecalim kalmıyor bu izleme süresinde.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

6 Haziran 2014 Cuma

Contagion



Steven Soderbergh'in 2011 yapımı filmi Contagion, ölümcül bir bulaşıcı hastalığın uluslarası paniğe yol açması ve artan ölümlerin önüne geçebilmek için aşı üretmeye uğraşan ABD'nin Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi CDC'nin çabasını konu ediniyor. Hollywood yıldız sisteminin tanıdık simalarından oluşan kadrosu filmin ayrı bir ilgi çekici boyutunu oluşturuyor olsa da, boyalı bir dayanak olmaktan öte filmin yolda kalmaması için bir gereklilik gibi sunuluyor bu, fakat hali hazırda fazla soğuk duran bu filmde daha aşina olunmayan bir oyuncu kadrosuyla çok daha etkileyici bir sonuç alınabilirmiş bence. Çünkü bir bulaşıcı hastalık takibinden çok final sekansıyla aslında yaşamın kırılganlığına odaklanan film, nasıl ufak bir takip-edilemez-bilinemezliğin tüm dünyada aylarca sürebilecek bir panik ve korku ortamına yol açıp adeta ufak çaplı bir kıyamet senaryosu işleyişini günlük yaşamlara koyduğunu göstermeye çalışıyor. Yani farazi senaryosu ne kadar uzak durursa dursun gayet günlük işleyişimizin ortasında bir film Contagion ve film hem sinematografisiyle hem de Soderbergh'in son dönem filmlerinde daha baskın olan adeta isteksiz-memuriyet yaklaşımıyla gayet soğuk dururken daha aşina olunmayan oyuncular farklı bir heyecan getirebilirmiş filme. Zira mevcut haliyle gayet profesyonel bir prodüksiyona yüklü miktarda paralar dökülerek hazırlanan bir tatbikat dramatizasyonu gibi gözüküyor Contagion. Ve sanıyorum Soderbergh gibi bir yönetmenin referansı için böyle kişiliksiz bir filmi yalnızca merak dürtüsüne oynayan sürükleyiciliği sebebiyle övmek yönetmenin en başta kendisine hakaret olur.



sevgi, saygı o ve o tarz bilumum duygularlar:;,

4 Haziran 2014 Çarşamba

Repo Man


Ülke sınırları içerisinde anlama problemi yaşanan sayısız kavramın en önemsizlerinden kült film nitelemesini tam olarak taşıyan filmlerden birisi 1984 yapımı Repo Man. Punk Otto'nun, yeniden-sahiplendiren-borç-takipçisi-hırsız gibi anlamsız gelecek kadar uzun bir tam çeviri yapabileceğim Repo Man olmasıyla beraber içine daha bir dahil olduğu uçukluklar dünyasında yaşadıklarına odaklanıyor film. Fakat böylesine türsel sınırlarda ironisine sımsıkı sarılarak dolanan bir film için çok da önemli değil plotta ne yazdığı, çünkü neticesinde, vaadettiği keyifli zamanı fazlasıyla yaşatabiliyor.

Akla kazınan cümlelerle sık sık hatırlanan filmlerden birisi aslında Repo Man de, hatta sadece o cümlelerle dahi kendine popüler kültür atıflarında edindiği bir yer var. "Soktuğumun sıradan insanları"ndan "kaçıyorlar!" seslenişine verilen "hepsi planın bir parçası" karşılığına kadar film böyle nokta atışlarıyla dolu. Zaten eğlenceli yönlerinden biri de Repo Man ve diğer ögeleriyle kurduğu anolojileri bir de bu şekildeki ufak cümlelerle tamamlayabiliyor olması. Yani sadece eğlenceli bir seyirlik değil aynı zamanda kendisini açık bir felsefi perspektifte de konumlandıran bir film Repo Man.

Emilio Estevez'in yer yer tam babasının gençliği gibi göründüğü, Harry Dean Stanton'ın filmde görünmesinin bile o filmi değerli kılacağı değerlendirmemin yine yanıltmadığı bir Alex Cox filmi Repo Man; artık her filme yapıştırıldıkça ifade ettiği şey iyice boşalan ve bu sebeple de itici gelmeye başlayan kült film nitelemesinin cuk oturduklarından.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

3 Haziran 2014 Salı

25. Ankara Uluslararası Film Festivali

Öncelikle festival ile ilgili bilgiler için buraya alayım.


 Son birkaç yılki haliyle beni "olsa ne olmasa ne" dedirtecek kıvama getiren Ankara Film Festivali'nden bu yıl da umutlu değildim açıkçası, hatta işin doğrusu yakın zamanda  Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı'nın bile festivali unutacağını ve öyle yıllıklarda kalacağını düşünüyordum şehrin adını taşıyan tek festivalin. Fakat bu sene son dönemde bahar aylarında düzenlenen festivalin yaza atıldığını görünce bir an "acaba?" desem de son yıllarda yaşadığım hayal kırıklıkları sebebiyle pek bir beklenti içine girmemeye çalışmıştım. Sonra basın bülteni geldi ve bir de ne göreyim? Bu sene en merak ettiğim filmlerden Linklater'ın Boyhood'u listede! İlk an mutlu olsam da "kesin bir bokluk çıkacak, mümkün değil yani başka türlü" diye düşünerek programı beklemeye koyuldum. Filmekimi için program şimdiden şekillenip yavaş yavaş seyirciye duyurulmaya bile başlanmışken, hep olduğu gibi programı bir hafta kala hala sitede yoktu AFF'nin, neyse ki bugün programın yüklendiğini farkettim. Öncelikle tahmin ettiğim gibi o bokluk çıkmış ve Boyhood programda yok; işin garibi bir açıklama da göremedim ben neden olduğuna dair, fakat bu sene ilk defa bilet bulamama problemi yaşayıp tüm Gezici Festival süresince kös kös evde oturmamın acısını çıkarttırabilecek bir film seçkisi var. Boyhood'un bir anda programdan uçması ve web sitelerinin yine son derece kulllanışsız olup programı düzgünce görmek için kırk takla attırması gibi problemleri hala olsa da bu güzel şehrin adını taşıyan festival sonunda samimi bir toparlanma belirtisi göstermişken olumsuz yönleri ben görmezden geliyorum. Ha seanslara göre tarifelendirme olsa dahi bilet fiyatları yine gereksiz uçuyor, hatta öğrenci için indirimli bilet olmaması tam bir saçmalık; bunu belirtmeden geçemeyeceğim.

Kısacası, birkaç yıl önce festival çalışmalarına dahil olduğumda Ankara Film Festivali'nden uzun süre hiçbir şey beklememek gerektiği kanaatine varmış olmama rağmen benzeri boyutta bir organizasyon için yine iyi toparlanmış gözüküyorlar, tabii bunu film seçkisine dayanarak söylüyorum; festival süresince yine göreceğiz neler olacak: ekseriyetle dahil olmadığım bir heyecanla hızlı bir yargıya mı varmışım sadece programa bakarak yoksa gerçekten tahmin ettiğim gibi programdan bu işler belli olur mu?

Festivalde görüşmek üzere.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses