14 Mart 2015 Cumartesi

A Most Violent Year


2008 ekonomik krizinin etkisiyle beraber yatırım bankaları ve "saygın" iş insanları etrafında dönen finans dramaları zirve dönemlerinden birisini yaşamıştı krizi takip eden 3-4 yıllık süreçte. Çoğu birbirinin benzeri olan bu filmler genel itibariyle belli cümleleri telaffuz etmeyi başarsa da bahse değer bir kalıcı niteliğe sahip olmamaları -içlerinden kimisinin öne sürdüğü ifadelerle beraber- en büyük problemleriydi denilebilir. İşte o karmaşa içerisinde bir çırpıda ayırabildiğim iki özel film var benim için. Birisi sevgili Brit Marling sebebiyle döneminde dikkatimi cezbetmiş ve hakkının bir hayli yenilmiş olduğunu düşündüğüm Nicholas Jarecki'nin Arbitrage'ı, diğeriyse finans sektörüne pek yabancı olmayan J.C. Chandor'ın Margin Call'u idi. Chandor'ın bir ilk film için hayli oturaklı olan Margin Call'u, kendisinin geniş oyuncu kadrosunu her an filmin içinde tutma başarısıyla da hayranlık uyandırıcıydı; özellikle o geniş oyuncu kadrosu gayet tecrübeli, kimisi korkutan tanınmış isimlerden oluşurken. Sundance'ın ilk filmiyle beraber yaşamında ayrı bir yeri olmuş olmasının da aracılığıyla yaşayan efsanelerden Robert Redford'la bir sonraki filminde çalışmış olmasıysa bu yüksek profilli oyunculara senaryolarını ve kendisini kabul ettirmesi ötesinde başka bir şeyle de dikkat çekiciydi: ilk filminde geniş bir oyuncu kadrosunu yönetmiş olan Chandor'ın All is Lost'u yalnızca bir teknede ve yalnızca Redford'un karakteri etrafında gelişiyordu. Bu bir uçtan diğerine giden iki filmiyle bile Chandor'ı günümüz Amerikan sinemasının özel isimleri arasına yazıyordum şahsen ben ama şimdi kendisini övmeme fırsat tanıyan başka bir güzellik var: A Most Violent Year.

"Amerikan rüyası eleştirisi" kalıbı değme sinema izleyicisinin biraz farklı yaklaşımı olan her politik konulara değinen Amerikan filmi için kullandığı ifadelerin bir parçası olmaya mahkum gibi durmakta. Dolayısıyla en az o kullanılan ifadeler kadar anlamını kaybetmeye yüz tutmuş durumda Amerikan rüyası eleştirisi dediğimiz şey. Orta sınıf üzerine kurulmuş bir ülkenin "daha iyi"yi "çalışma"ya sıkı sıkıya bağlaması elbette formül anlamında pek de karmaşık değil, problem daha çok o doğrudan söylenmeyen "çalışma özgürleştirir" ifadesinin nereden geldiğinde, hele bir de Amerikan rüyasının iki kutuplu dünyayla beraber zirve yaptığı dönem düşünüldüğünde zamansal anlamda adeta sıkı sıkıya bir takipten söz edilebilir; fakat tabii bu vurgunun spekülatif bağrışmalardan öteye gidemeyecek olduğu da ayrı bir nokta, bazen sadece suyu bulandırmak için bazı şeyler söylediğim doğrudur yani. Peki Chandor nasıl ele alıyor bu elekten geçirilecek diye hiç edilip un misali ortaya saçılmış meseleyi? Yani ucundan kıyısından da olsa bu mevzuya girmek zorundayız; oo merhaba American Beauty.



İşin doğrusu, A Most Violent Year, 2014 yapımı bir 1980'ler hikayesi olmanın avantajını çok iyi kullanıyor. Öncelikle filmin anakronik bir yaklaşımı olduğunu söylemek mümkün bu anlamda; neoliberalizm ve globalizm denildiğinde insanın gözünde dolar işareti gibi beliren yıllardan söz ediyor hikaye ve bu süreçte aslında Amerikan rüyasına karşı bir pozisyon almıyor, zira Amerikan rüyasının varlığını reddediyor. Filmin son derece dikkatli bir gözlem sunarak adeta Scorsese'nin Casino'sunun edebi temeli gibi işleyen yapısı sebebiyle böyle bir iddiada bulunmuyorum; düğüm evresinin en tepesine ulaşmışken Abel ile Anna'nın tartışması ve hikayede onu takip eden süreç bu yargıyı ilk elden sunuyor. A Most Violent Year bu sebeple o kalıplarla ifade edilemeyecek bir eleştirel perspektif sunuyor; dikkatlice izlediği karakterleri etrafında yalnızca bir kamera görevi üstlenirken o izleyicilerdenmiş gibi bir anda patlayarak Abel'e "bay Amerikan rüyası" diye hitap eden Anna ile final sekansının birleşimi Amerikan rüyasının çarpıklığını, bozukluğunu veya bu minvalde buraya yakıştıracağınız herhangi bir sözcüğünü ortaya çıkarma arayışında olmuyor, o sıfat tamlamasının sıfatı ile değil, tamlananı ile kabul edilmesi gerektiğini söylüyor. Hepi topu bir rüya yani bu kadar kafa yorduran.

A Most Violent Year, hafif hafif anlatırken hikayesini, geçmiş yılların o "epik" Amerikan filmlerinin havasını taşıdığı hissini veriyor. Karakterlerin derinlemesine keşfedilmiyor olmasına ve hikayenin kendi başına bu derecelerde hissedilemeyecek gibi durmasına rağmen minimal dokunuşlarla dönem atmosferini kurup temasına uygun düşen etkileyici bir sinematografi ve yine ufak dokunuşlarla bezeli yönetimiyle bir başka şaheser yaratıyor J.C. Chandor. Edward Norton bu sene bir söyleşisinde artık eskisi gibi güzel filmler çıkmadığından şikayet eden insanlara güzel giydiriyordu; işte A Most Violent Year bir başka destekleyicisi oluyor o insanların argümanına karşı çıkışın. Video kasetlerin son dönemine bayağı küçükken yetişmiş birisi olarak, daha da küçükken tüm çatal bıçak takımını içine sokarak bir daha düzgün çalışmaz hale getirdiğim video oynatıcıda bir iki kez izleme fırsatı yakalamış olduğum o filmleri yıllar sonra tekrar bulup izlemişim de yine beğenmişim hissi veriyor A Most Violent Year, ve yalnızca bu bile benim için kendisini ayrı bir yere koymaya yeterli. Çünkü geçmişe, bugünün sağladığı perspektiflerle oturaklı bir bakış; geçmişe geçmişten gelen perspektifle bakmanın yanında hayli nadir bir durum. 



sevgili chandor'ın gelecek filmi mark wahlberg'liymiş, endişe duymaya başlamadım değil. bozma şu güzel seriyi cey si, lütfen, rica ediyorum.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

10 Mart 2015 Salı

Whitewash


Dışarıdan gelen kötü müzik gürültüsü, köşede oturan birileri; yola, herhangi bir yola, herhangi bir sebeple çıkınca artık sanki nicel anlamın ötesinde de biraz fazla olduğu fark edilen insanlar... Belli bir kimlikle tanımlanan, veya daha genel ifadesiyle belli bir şey etrafında toplanmış insan grupları değil bu hoşnutsuzluğun odağı, en genel ifadesiyle bir tür; belki. Yardımcı olmak, yanında olmak, anlaşmak, anlaşamamak, kavga etmek veya diğer ilişki aşamaları; düşününce sonradan hepsine bir noktaya kadar "değmiş" gibi gözüküyor. Yani hem uzak değilmiş değmiş geçmiş, hem de iyi ki bir temas olmuş diye gibi, iki anlamı da vermek gerekli oluyor çünkü bazen. Ama ne diyor Bruce? "Lanet olsun, donduruyor bu soğuk!" 

Quebec'in kırsal kesiminde kar temizleme aracı operatörü Bruce, kazara birisini öldürüyor. Tabii bunun dilsel ifadesi kolay, bir çırpıda söyleniyor. Sonrası işte Whitewash oluyor. Durağan temposuyla beraber o kadar sade bir hikaye yani soğuktan genel çıkarımlar yaptıran. Bir insanın sıkışmışlığını izlemek belki her şeyi mümkün kılan, fakat filmin bunun ötesinde bir imkan sunduğu gerçek. Öylesine geçilebilecek her sahnesinde ayrı bir hesabın olduğu, olanları açıklamak için yer yer geçmişe döndüğü kurgusuyla ters düşmeyişiyle daha net gözüküyor; fakat basit bir olaylar zincirinin sırıtmaması değil Whitewash, insanlıktan kaçış denilince gözükebileceği kadar klişe ama mümkün olduğunca samimi bir "hayat nereye giderse" öyküsü özüne inince. Doğrudan alakası olmayan birçok film akla geliyor bu sebeple; yeniyetmelik döneminde "gerçek" arayışıyla yine karlı ormanlarda kalan o etkileyici adamdan, herkesin içinde olduğu büyük şemalara metafor olarak hizmet gören bir petrol rafinerisi sahibine kadar. Yalnız tüm bunların ötesinde bir tavır benimsiyor oluşuyla zihnimden kaybolup gitmeyecek filmlerden birisine dönüşüyor Whitewash. O mevsimine yaraşır soğuk ve umursamaz tavrı ile kendi anlatacaklarını noktalı virgülü atarak bitirişi tüm hikayesine, Bruce'un o noktaya gelişindeki gevşek olay örgüsüne anlam kazandırıyor. Çünkü sıkılıyorsun bazen şımarıklıkla alakası olmadan. Bir başkasının aldığı nefes sanki kendi aldığından gidiyormuş gibi bunaltıyor tüm ilişkiler. Bir dayanamıyor olma hali evet, ama karamsarlık değil bunlar; yalnızca beklenti, iyimserlikle fazla ilişkilendirilmiş bir sözcük.   




"Hani diyorlar ya her suçlu insan kendi kendisinin celladıdır diye, ama bir de yarının daha iyi bir gün olacağını söylüyorlar. Ve ben ne diyorum biliyor musun? Lanet olsun, donduruyor bu soğuk!" Ve işte sonra Timber Timbre girmiyor mu anında Black Water'ıyla; tam bir hafif hafif sıcaklayan havalardan hazzetmiyor olmanın filmine dönüşüyor Whitewash. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

8 Mart 2015 Pazar

Inherent Vice


Bir dedektiflik hikayesi; üstelik 70'lerde, üstelik haftalarca The Long Goodbye izlemişçesine uyuşuklukla karışık bir keyif hissettiren, üstelik Joaquin Phoenix'in o hafif çatlamış mekanikliği andıran ses tonunu duyduğumuz diyaloglar üzerine Sibylle Baier'i anımsatan bir güzel kadın sesinin anlatımıyla, üstelik her geçen dakika daha da beliren o ironik cümlelerle ve üstelik Paul Thomas Anderson'un gözünden... Inherent Vice işte böyle bir kafası dumanlı film, en kısa -ve aslında çok da uzamaması gereken- ifadesiyle.

Defalarca söylediğim gibi, 2014'ün en beklediğim filmlerinden birisiydi Inherent Vice. Filmin henüz izlemeden edinilen her kırıntısı PTA'den bir başka şaheser geleceğini düşündürüyordu bana, bir yandan da korkutuyordu beni; zira beklentim ne kadar yükselirse hayal kırıklığım o derece büyüyebiliyor ve sonuç olarak da acımasızlaşabiliyorum. Belki en iyi filmi değildi PTA'nin, fakat ne anlatıyor olduğunun gayet farkında olup hikayesine de o kadar saygı duyan bir film ki Inherent Vice, ana karakterinin tüm kafası dumanlılığını izleyiciye aksettirebilmişçesine her şey bir anda başlıyor, bir komplo endişesi tam etrafı sarmışken her şey huzurla bir anda sona eriyor.


Çokça tekrarlanan -en azından ben o ifadeyi kaç kez duyduğumu hatırlamıyorum- bir şey ister istemez insanın aklına geliyor filmden sonra: sevgili Hunter S. Thompson'ın hikayesinden uyarlama, pek sevemediğim Fear and Loathing in Las Vegas'ın, "keyif verici madde etkisinde" olmayı en iyi anlatan filmlerden biri olarak nitelenmesi. İşte o film bu hissi salt teknik beceriyle vermeyi başarırken Inherent Vice gayet sıradan bir kamera kullanımıyla gayet olağan bir hikaye anlatıcılığıyla değil o hissi vermeyi, izleyicisini sarhoşmuş gibi hissettirmeyi başarıyor. Burada hikayenin öneminden daha etkili olan şey elbette PTA'nin yönetimi, ama öylesine hafiften hissettiriyor ki kendisini, adeta bir bahar gününün sıcak rüzgarı gibi hikayenin üzerinden geçip kumları rastgele dağıtılmış gibi duruyor film.  


Zihin hafiften sallantılı halde, insanı bezdirmeyecek kadar sıcak bir gecenin kanepesinde uzanmışken takıntılı kalınmış bir güzel kadınla başlayan heyecan, endişe, paranoya ve ironi zinciriyle -tabii- bir vazgeçilmez olarak bulmaca, yine bir gecenin kanepesinde, yine sallantılı biçimde sonlanıyor. Bir filmden daha fazla ne isteyebilirsin ki? 

filmi izlemeden önce afişlerine hayran hayran bakıyordum, filmden sonra yetinemeyip hala öyle onları izliyorum.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses