30 Mart 2011 Çarşamba

Seninle Konuşacağımız Bazı Şeyler Var #2

Uzun süredir çeşitli sebeplerle sinema haberlerini not edemiyordum. Zaman hala özgür olmasa da hadi konuşalım biraz.

* Terrence Malick'in yeni filmi The Tree of Life'ın yeni posteri yayımlandı. Yakın zamana kadar filmin dünya prömiyerinin Cannes Film Festivali'nde yapılması planlanmış olsa da film 4 Mayıs'ta Birleşik Krallık'ta gösterime giriyor. Üzerine tıklayarak posteri büyültebilir ve heyecanla, dostum dinozorlar var, dersem ne demek istediğimi de görebilirsiniz elbet.
Güncelleme 02.04.11 The Playlist'in bugünkü haberine göre The Tree of Life'in dünya prömiyerini İngiltere'de yapacağı haberi yanlışmış. Yani bu demek ki, dünya prömiyeri, Cannes Film Festivali'nde. Neyse Terrence Malick'in yeni filmini izleyebileyim de ben, düny prömiyeri artık nerede yapılırsa.


*Darren Aronofsky, The Wolverine'de yok! Aronofsky, filmin kendisini bir yıl kadar ülke dışında tutacağını ve ailesinden bu kadar süre uzakta kalamayacağını, bu nedenle proje içinde direkt olarak yer alamayacağı ve arkadaşı Hugh Jackman'la birlikte çalışamayacağı için üzgün olduğunu söyleyerek filmde yönetmen olarak yer alamayacağını açıkladı.


*
3 kez Oscar'a aday olan 36 yaşındaki Amy Adams, Zack Snyder'in Superman'in de Louis Lane'i oynayacak. Amy Adams'tan önce düşünülmüş olan isimler ise Rachel McAdams, Jessica Biel ve Malin Akerman. Amy Adams'ın aynı zamanda Rock of Ages müzikalinin uyarlamasında da oynayabileceği konuşuluyor.


* Robert De Niro, Forest Whitaker ve Curtis "50 Cent" Jackson'la beraber Jessy Terrero'nun (?) yöneteceği yeni suç filmi Freelancers'ın oyuncu kadrosunda. Aynı kuşağın aktörleri olan De Niro ve Pacino hep karşılaştırılırlar ve genelde -doğal olarak- hiç sonuca ulaşmaz ya, işte, sanırım seçicilik konusunda Pacino'nun hakkını vermek gerekiyor. Eğer, e daha önce de Righteous Kill'de Pacino da De Niro'yla beraber yine 50 Cent'le oynadılar diyecek olursanız, tutun kendinizi. İlhan Şeşen'den De Niro'ya gelsin: ..yine neler oluyor gülüm sana neler oluyor?


* Lars Von Trier, son filmi Melancholia'yı henüz bitirmişken ScreenDaily'ye verdiği röportajda, bir kadının erotik doğumu, erotizmini keşfedişi üzerine bir film yapmayı düşündüğünü söylemiş. Trier film için ortağına The Nymphomaniac ve Dirt in Bedsores olmak üzere iki isim önermiş ve hangisinin daha ticari olduğunu sormuş, bunun sonucunda da filmin ismi şimdilik The Nymphomaniac olarak belirlenmiş. Bir zamanların Dogma'cısı şimdi ticari başarı falan diyor. İlhan Şeşen hepimiz için söyleyip ailemizin şarkıcısı mı olsa ne?


* Mark Wahlberg'in ardından yönetmen David O. Russell da The Fighter'a devam filmi çekmek istediğini söylemiş, üstüne bir de senaryoyu yazmak istiyormuş. Evet, cılkı çıkmazsa olmazmış.


* Türkçe'de de Sevinç Tezcan Yanar'ın çevirisiyle Pegasus Yayınlarından yayımlanan Açlık Oyunları, yani orijinal ismiyle The Hunger Games, senarist Billy Ray ve yönetmen Garry Ross tarafından sinemaya uyarlanıyor. Başrol ise, bu sene Winter's Bone'da harika bir performans sergileyip Oscar'a aday olan Jennifer Lawrence. Winter's Bone'dan sonra kendisini izlemekten uzun bir süre kolay kolay sıkılmayacağımı düşünüyorum.


* Uma Thurman'a yeni Kill Bill filmi sorulunca, Tarantino'nun A Southern isminde çok güzel yeni bir senaryosu olduğunu ve o yüzden şimdilik yeni bir Kill Bill filmi olmayacağını söylemiş. A Southern'in ise spaghetti western türünde olduğu söyleniyor. O halde 2007'de Tarantino'nun İngiliz basınına söylediklerine bir bakalım:

Gerçekten yapılmamış bir şey keşfetmek istiyorum. Amerika'nın kölelik gibi korkunç geçmişiyle ilgili filmler yapmak istiyorum ama bunu büyük mesele filmleri gibi değil de spaghetti westernler gibi, tür filmleri gibi yapmayı düşünüyorum. Fakat bu filmler Amerika'nın belki de utandığı için daha önce hiç hesaplaşmadığı, diğer ülkelerinde hakları olmadığını düşünerek hiç üzerine gitmediği her şeyle hesaplaşacağı filmler olsun istiyorum.
Sanırım yakın bir zamanda Tarantino'yu sevmek için çok daha fazla nedenimiz olacak.


kaybedenler kulübü'nü en kısa sürede izlemek umuduyla
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

"Black Swan Natalie Portman'dı"


Yakın bir zamanda Natalie Portman'ın Black Swan'daki dans dublörü Sarah Lane, filmdeki tam vücut olan dans planlarının sadece %5'inin Portman olduğuna dair bir açıklama yapmıştı. Black Swan'ın koreografı ve Natalie Portman'ın nişanlısı olan Benjamin Millepied ise bunun üzerine, filmdeki dans sahnelerinin %85'inin Natalie olduğunu söylemişti. Elbette bunlar sadece karşılıklı olarak ortaya atılmış iddialardı. Dün de yönetmen Darren Aronofsky Entertainment Weekly'ye açıklama yaparak bu iddiaları sonuçlandırdı:

"Gerçek şu. Editörlerim sahneleri saydı, filmde 139 dans planı var. Bunların 111'i dokunulmamış olarak Natalie Portman. 28'i ise dans dublörü (dans double) Sarah Lane. Eğer hesaplarsanız dans planlarının %80'i Natalie Portman oluyor. Peki süreler? Dublörlü çekimler, geniş açılı çekimler ve çok azı bir saniyenin üzerinde süreye sahip. Yüz montajı (face replacement) yaptığımız sadece iki komplike dans sekansı var. Yine de eğer zaman üzerinden değerlendirirsek dans sahnelerinin %90'ı Natalie Portman oluyor.

Ve açık olması adına, Natalie balerin ayakkabılarıyla (pointe shoes) dans etti. Eğer giriş bölümünün son planına bakarsanız, ki bu 85 saniye sürüyor, orada tamamen Natalie dans etti ve pointe'lerle sahneden çıktı. O, hiçbir dijital büyü, numara olmadan tamamen kendisi. Buna her şeyi açıklığa kavuşturmak ve oyuncumu savunmak için yanıt veriyorum. Natalie çok çaba harcadı ve hem fiziksel hem de duygusal olarak, ortaya konulması zor, harika bir performans sergiledi. Ve hiçkimsenin izledikleri kişinin Natalie olmadığını düşünmesini dahi istemiyorum, çünkü o Natalie."

Filmi izledikten sonra birçok internet sitesinde ve dergideki röportajlarda Natalie Portman'ın film için uzun süre dans eğitimi aldığını ve resmen bir balerin gibi yaşadığını okumuştum. O çabayı görünce elbette hayran kalmıştım fakat Sarah Lane'in açıklamaları birçok insan için şaşırtıcı olmuştu. Ha, Sarah Lane yalan mı söyledi? Sanmıyorum. Muhtemelen filmdeki dans sahneleri onunla da çekilmiştir, her ihtimale karşı yedekte durması açısından. Ama tabi ki önemli olan kurguda neler olduğu. Güzel insan Darren Aronofsky'nin açıklamaları da işte bu noktada tüm iddiaların sonudur bence.

Aronofsky'nin açıklamalarından sonra bir şey söylemeye gerek yok ama, dans sahnelerinin büyük bölümünde Sarah Lane oynamış olsaydı da bu pek önemli değildi bence. Çünkü Natalie Portman, Black Swan'da harika bir balerin portresi sunduğu için bu kadar beğenildi, dans ettiği için değil. Dans etmesi ise elbette bu beğeniyi katmerleyen bir etki yarattı.

Sanırım iddialara da kaynak olan filmin görsel efektlerine dair bir videoyu da buradan izleyebilirsiniz.

28 Mart 2011 Pazartesi

Erkin Koray ve Banksy

Erkin Koray'la Banksy'nin ne alakası var demeyin, yok zaten. Yani direkt olarak yok, yoksa her şeyin birbiriyle bir ilgisi var elbet. Erkin Koray'ın birkaç gündür çok dinlediğim bir şarkısını "paylaşayım" derken bir anda videodan hareketle Banksy geldi aklıma. Herkese sürekli ayrı ayrı başlıklar açıp karalama defterini iyice saptırmayayım dedim, toparladım. Hadi öyle ilgisiz durma, rakı doldur sen de kendine.

Öyle sevdalı durma
Rakı doldur
Olan oldu bir defa
Bari hepimize yarasın
Patron adana kebabı yollasın
İsterse hesabı peşin alsın

Önce kadehler kalksın arkadaşlar
Olan oldu bir defa
Bari hepimize yarasın
Biri acılı ezme söylesin
Biri de hemen boşları alsın

Hani ölümlü dünya her ne kadar
Bana sadece dert vermişse de
Bunu burada yine tekrarlarım
Olan oldu bir defa
Bari hepimize yarasın
Patron adana kebabı yollasın
İsterse hesabı peşin alsın

Köşeden takılanlar olsada
Yine de karakolda bitmesin
Bunu burada yine tekrarlarım
Olan oldu bir defa
Bari hepimize yarasın
Biri acılı ezme söylesin
Biri de hemen boşları alsın

Hadi diline geleni söyle de
Hadi anlat içinde kalmasın
Senden sonra da sırada ben varım
Olan oldu bir defa
Bari hepimize yarasın



Videoda geçen resimlerden Hey dergisi kapağındaki Erkin Koray'da David Bowie etkisi var sanki. Hoş İlhan İrem'deki Supertramp etkisi kadar olamaz. Neyse bu konuyu Picasso-Banksy işbirliğine bırakmak en iyisi sanki.

"Kötü sanatçılar taklit eder, iyi sanatçılar çalar."



26 Mart 2011 Cumartesi

David Fincher


Önce müzik videoları, ardından kronolojik olarak Alien, Se7en, The Game, Fight Club, Panic Room, Zodiac, The Curious Case of Benjamin Button ve The Social Network. Biri uyarlama olmak üzere henüz yapım aşamasındaki projeleri başka yönetmenler tarafından yaratılsalar hiç ilgimi çekmeyecek olsa da The Social Network bir kez daha gösterdi ki, Fincher ne çekse hiç düşünmeden izleyeceğim ve bir şekilde beğeneceğim.

"Filmlerin ne kadar eğlendirmesi gerektiğini bilmiyorum. Ben her zaman için filmlerin bıraktığı izlerle ilgilendim. Benim Jaws hakkında sevdiğim şey; bir daha asla okyanusta yüzmeyeceğim gerçeğidir."

"Hayal bile edemeyeceğiniz iblislerim var."


"Yönetmenlik, düzenli küçük bir resim çizip onu kameramana göstermek değildir. Film okuluna gitmek istemedim. Asıl noktanın ne olduğunu bilmiyordum. Gerçek şu ki; güneş batarken elinde sadece beş çekim olup bunların sadece ikisinin işe yarayacağını görene kadar yönetmenliğin ne olduğu bilemiyorsun."

Bu başlığın sebebi Kees van Dijkhuizen'in David Fincher'ın filmlerinden kurguladığı bu videodur:


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

19 Mart 2011 Cumartesi

Crisis? What Crisis?


Bir yerlerde savaş, bir yerlerde felaket, bir yerlerde işkence, bir yerlerde açlık; ya da çok daha kısa bir ifadeyle her yerde kriz var. O değil de altın da iyi yükseldi ha, ama o da bir yere kadar gidiyor sonuçta, biz en iyisi yine hisse senedi alalım. Neyse, bu akşam televizyonda ne var?

Yukarıdaki görsel Supertramp'ın 1975 tarihli albümü: Crisis? What Crisis?
Videodaki şarkı ise Supertramp'ın 1974 tarihli Crime of the Century albümünden, albümle aynı isimli şarkı.
Now they're planning the crime of the century
Well what will it be?
Read all about their schemes and adventuring
It's well worth a fee
So roll up and see
And they rape the universe
How they've gone from bad to worse
Who are these men of lust, greed, and glory?
Rip off the masks and let's see.
But that's no right - oh no, what's the story?
There's you and there's me
That can't be right





Alttaki fotoğraf da Frankfurt borsası çalışanlarının Japonya'da olanları takip edişi. Bilmem bir şeyler ifade ediyor mu?


Son dönemlerdeki başlıklarla sinema tutkulu bir karalama defterinden, çok daha kişisel bir fikir paylaşım alanına dönüşmüş görünümü verebilir blog ama; bu sadece dünyanın sonu, ailede bir ölüm değil.

sinema tutkulu karalama defteri hep bizimle zaten
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

14 Mart 2011 Pazartesi

J. D. Salinger


"^ Birdenbire kibrit çakmayı kestim, ona doğru uzandım. Aklımdan söyleyecek bazı şeyler geçirdim. "Hey, Sally," dedim.
"Ne?" dedi. Salonun öbür ucundaki bir kıza bakıyordu.
"Hiç canına yettiği oldu mu?" dedim. "Yani, bir şeyler yapmazsan, her şeyin batağa gideceğinden korktuğun oldu mu hiç? Yani, okulu filan seviyor musun?"
"Okul mu? Felaket sıkıcı."
"Yani, okuldan nefret etmiyor musun? Biliyorum, felaket sıkıcı, ama ben sana, nefret ediyor musun, diye soruyorum."
"Şey, tam da nefret etmiyorum. Ama hep..."
"Ben nefret ediyorum. Hem de nasıl nefret ediyorum," dedim. "Ama yalnızca okuldan değil. Her şeyden. Bu New York'ta yaşamaktan, her şeyden. Taksilerden, Madison Caddesi otobüslerinden, seni arka kapıdan dışarı atmak için haykıran şoförlerden, Lunt'lara melek diyen sahtekârlarla tanıştırılmaktan, kendimi hemen sokağa atmak istediğim halde durmadan asansörlere binip inmekten, Brooks'ta sana pantolon uydurmaya çalışan heriflerden, insanların hep..."
"Bağırma lütfen," dedi bizim Sally, ki çok gülünçtü, bağırdığım filan yoktu."
"Arabalar, örneğin," dedim. Ama çok sakin bir sesle söyledim bunu. "Örneğin insanların çoğu arabaları için deli oluyorlar. Arabaları hafifçe bile çizilse üzülüyorlar, durmadan mil başına ne yaktıklarını konuşuyorlar. Arabalarını aldıkları gün, başlıyorlar daha yeni bir arabayla nasıl değiştiririz diye düşünmeye. Ben, eski arabaları bile sevmiyorum. Beni hiç ilgilendirmiyor arabalar. Lanet bir atım olsa, daha iyi. Atlar en azından insana yakın, Tanrı aşkına. Atlarla en azından..."
"Neden söz ettiğini bile anlamıyorum," dedi bizim Sally. "Konudan konuya..."
"Biliyor musun?" dedim. "Şu anda New York'ta olmamın tek nedeni sensin. Sen olmasaydın, herhalde uzaklarda bir cehennemin dibinde olurdum şimdi. Ormanlarda mı olur artık, başka bir lanet yerde mi işte. Burada olmamın tek nedeni sensin."
"Ah, ne tatlısın," dedi. Ama anlıyordunuz, bu lanet konuyu değiştirmemi istiyordu.
"Erkek okullarına gitseydin görürdün. Bir dene de gör," dedim. "Sahtekâr heriflerden geçilmiyor ortalık. Tek yapacağın, derslerine çalışmak, böylece, bir gün kendine lanet bir Cadillac alacak parayı kazanmasını öğreneceksin, okulun futbol takımı kaybederse çok üzüleceğine herkesi inandıracaksın, sabahtan akşama kadar kızlardan, içkiden ve seksten başka bir şey konuşmayacaksın. O küçük kliklerde herkes birbirini nasıl da tutuyor. Basketbol takımındakiler birbirlerini tutuyor, Katolikler birbirlerini tutuyor, lanet entelektüeller birbirlerini tutuyor. Ayın Kitabı Kulübüne üye olan herifler bile birbirlerini tutuyor. Şöyle biraz akıllıca bir şey yapmaya kalk..."
"Bak, dinle beni," dedi bizim Sally. "Çocukların çoğu okuldan senin bu dediklerinden daha fazlasıyla yararlanıyor ama."
"Kabul ediyorum! Yararlananlar var, ama bazıları! Benim yararlanabileceğim ancak bu kadar. Anlıyor musun? Derdim bu benim. Lanet olasıca derdim de işte bu benim," dedim. "Ben hiçbir şeyde, hiçbir yarar göremiyorum. Çok kötü durumdayım. Berbat durumdayım."
"Evet, öylesin."
Sonra aklıma birdenbire o fikir geldi.
"Bak," dedim. "Ne düşünüyorum? Buradan defolup gitmek ister misin? Greenwich Village'da oturan bir herif tanıyorum, arabasını birkaç hafta için ödünç alabiliriz. Bir zamanlar aynı okula gidiyorduk, bana hâlâ on kâğıt borcu var. Ne yaparız, yarın sabah biner arabaya, Massachusetts'e, Vermont'a, işte o taraflara çeker gideriz, anlıyor musun? Oralar felaket güzeldir." Düşündükçe, daha da felaket heyecanlanıyordum, uzandım, bizim Sally'nin lanet elini tuttum. Ne lanet bir salağın tekiydim. "Dalga geçmiyorum," dedim. "Bankada yüz seksen kâğıdım var. Sabah banka açılınca çekerim, sonra gider o herifin arabasını alırız. Dalga geçmiyorum. Para suyunu çekene kadar o orman evlerinden birinde filan kalırız. Para bitince de, gider bir iş bulurum, dere kıyısında filan bir yerde otururuz, daha sonra da evleniriz. Kışın evimizin odununu filan ben keser getiririm. Yemin ederim, felaket güzel bir hayatımız olur. Ne dersin? Hadi! Ne dersin? Benimle gelir misin? Lütfen!"
"Böyle bir şey yapamazsın," dedi bizim Sally. Felaket kızmıştı.
"Neden yapamam? Neden yapamazmışım?"
"Yapamazsın işte, o kadar. Her şeyden önce, biz daha çocuk sayılırız. Sonra, hiç düşündün mü, paran bittiğinde iş bulamazsan, ne yaparız? Açlıktan ölürüz. Bunların hepsi şahane şeyler, ama..."
"Şahane filan değil. İş bulurum. Sen bunun için tasalanma. Bunun için tasa çekmen gerekmez. Sorun ne? Benimle gelmek istemiyor musun? İstemiyorsan eğer, söyle yani."
"Konu o değil. Konu hiç de o değil," dedi bizim Sally. Ondan nefret etmeye başlamıştım, bir bakıma. "Böyle işlere girişmeye daha bir sürü zaman var; bütün bu işlere. Yani, sen üniversiteye gittikten sonra, evlenirsek filan. Gidilecek pek çok yer olacak o zaman. Sen şimdi yalnızca..."
"Hayır, olmayacak. Gidilecek pek çok yer olmayacak. O zaman her şey tümüyle farklı olacak," dedim. Moralim felaket bozulmaya başlamıştı yine.
"Ne?" dedi. "Seni duyamıyorum. Önce bağırıyorsun, sonra da sesin..."
"Hayır dedim, ben üniversiteye gittikten sonra filan gidilecek pek çok şahane yerler olmayacak. Kulağını aç da, dinle. O zaman aşağıya elimizde bavullarla filan, asansörle ineceğiz. Herkese telefon edip hoşça kalın diyeceğiz ve otellerden kart filan atacağız. Ben bir büroda çalışacağım, bir sürü para kazanacağım, işe taksilerle veya Madison Caddesi otobüsleri ile gideceğim, gazete okuyacağım, durmadan briç oynayacağım, sinemalara gidip bir sürü kısa film ve haber şeridi seyredeceğim. O haber şeritleri, of Tanrım! Hep de salak bir at yarışı olur, ya da kadının teki geminin bordasında şişe kırar, ya da pantolonlu bir şempanze lanet bir bisiklete biner. O zaman geldiğinde, hiçbir şey aynı kalmayacak. Ne demek istediğimi hiç anlamıyorsun."
"Evet, belki anlamıyorum! Belki sen de anlamıyorsun," dedi bizim Sally. Zaman geçtikçe, ikimiz de birbirimizden müthiş nefret ediyorduk. Onunla akıllıca bir konuşma yapmaya çalışmanın hiçbir anlamı olmadığını anlıyordunuz. Bu konuyu açtığım için de felaket pişmandım.
"Hadi, kalk gidelim buradan," dedim. "Doğrusunu istiyorsan, beni hasta ediyorsun."
Vay canına, ben böyle söyleyince kız nasıl küplere bindi! Biliyorum, böyle söylememeliydim, böyle bayağılaşmamalıydım, ama felaket moralimi bozmuştu. Genellikle kızlara böyle kaba şeyler söylemem. Vay canına, kız nasıl küplere bindi! Ondan dediller gibi özür diledim, ama özürümü kabul etmedi. Üstelik ağlıyordu, ki bundan biraz korktum; evde babasına, ona, "Beni hasta ediyorsun" dediğimi filan söyleyebilirdi. Babası sessiz sedasız türden bir herifti, benden fazla hoşlanmıyordu. Sally'ye bir gün, benim lanet bir şamatacı olduğumu söylemiş.
"Ciddi söylüyorum. Çok üzgünüm," deyip durdum ona.
"Üzgünmüş. Üzgünmüş. Bak bu çok gülünç," dedi. Hâlâ ağlıyor gibiydi ve birdenbire, öyle konuştuğum için çok üzüldüm.
"Hadi, seni eve bırakayım. Ciddi söylüyorum."
"Ben kendim gidebilirim, teşekkür ederim. Beni eve bırakmana izin vereceğimi sanıyorsan, deli olmalısın. Ömrümde hiçbir çocuk bana böyle bir şey söylemedi."

Olup biten her şey, bir bakıma çok gülünçtü, bir düşünürseniz. Birdenbire yapmamam gereken bir şey yaptım. Güldüm. Ben bazen böyle sesli sesli, salak gibi gülerim işte. Yani, ben sinemada kendimin arkasında otursaydım, bir zahmet patırtıyı kesmemi söylerdim herhalde kendime. Kahkahayla gülmem bizim Sally'yi daha da delirtti.

Orada bir süre daha ondan beni affetmesini istedim, ama kabul etmedi. Durmadan, bana gitmemi, onu rahat bırakmamı söyledi. Ben de sonunda çektim gittim. İçerden ayakkabılarımı filan alıp, kendi başıma çıktım oradan. Böyle yapmamalıydım, ama canıma yetmişti artık.

Doğrusunu isterseniz, bu konuları ona neden açtığımı bile bilmiyorum. Yani, şu uzaklara bir yerlere, Massachussetts'e, Vermont'a filan gitme işini. O benimle gelmek isteseydi bile, ben onu yanımda götürmek istemezdim herhalde. Götürmek isteyeceğim biri olamazdı o. İşin korkunç yanı, ona sorduğumda ciddiydim. İşin en korkun yanı. Yemin ederim, ben deliyim. ^"


Tüm bu boşluk içinde zarif bir bilme hali ve bunların tersi yönde, sıkkınlık ve bıkkınlıkla oluşan sert, keskin düşünceler ve hisler, ve de cümleler... Yetişemediğim zamanların, "halk için, halka rağmen"inin apolitize edilip deforme olmuş hali belki: gerçeklikteki yaşam için, ama ona rağmen. Çevirmen Coşkun Yerli'ye teşekkür ederken, düşünmeden edemiyorum; Avi Pardo çevirisi nasıl olurdu acaba? Her neyse naif hisler ve düşünceler bizimle olsun, zarif utançları da eksik etmeden elbet.

j. d. salinger, çavdar tarlasında çocuklar, yapı kredi yayınları, istanbul, ekim 2010, s. 124-128

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

12 Mart 2011 Cumartesi

The Smurfs / Şirinler


Küçüklüğümde en sevdiğim çizgi filmlerden biriydi Şirinler. Ağustos'ta birçok ülkeyle beraber Türkiye'de de vizyona girecek olan 3 boyutlu filmde küçük komünist dostlarımı yeni yazılan senaryoda törpülemiş olabilirler ya da ben filmi 3 boyutlu olarak sinemada izleyebilmek için dağıtımcı şirketlerin film alma politikaları üzerine düşünmek zorunda kalabilirim ama sonuçta Şirinler'i yani The Smurf'ü sinema filmi olarak da izleyebileceğim ya, daha ne olsun! Ha, ne alaka komünist dostlar falan derseniz; Şirinler'in orijinal ismi olan The Smurf'ün açılımı: Socialist Men Under Red Flag.



Filmin resmi sitesi için sizi Buradan alayım.

11 Mart 2011 Cuma

22. Ankara Uluslararası Film Festivali


Bu sene 17 Mart - 27 Mart tarihleri arasında 22.si düzenlenecek olan festivalle ilgili ayrıntılı bilgi için buraya, buraya, hiç olmadı buraya tıklayabilirsiniz.

Bu sene geçen seneki gibi sadece Batı Sinemaları'nda olmasa da Batı Sinemaları'nda da gösterimler olacak olması, festivalin en güzel haberlerinden biri bence. Zaten festivaller güzeldir, hem de çok güzel.

6 Mart 2011 Pazar

Black Box Recorder


I stopped talking when I was six years old
I didn't want anything more to do with the outside world
I was happy being quiet
But of course they wouldn't leave me alone
My parents tried every trick in the book
From speech therapists to child psychologists
They even tried bribery
I could have anything, as long as I said it out loud

Life is unfair, kill yourself or get over it
Life is unfair, kill yourself or get over it

Of course this episode didn't last forever
I'd made my point and it was time to move on
To peel away the next layer of deceit
And see what new surprises lay in store
My school report said I showed no interest
'A disruptive influence' I felt sorry for them in a way
And when they finally expelled me
It didn't mean a thing

Life is unfair, kill yourself or get over it
Life is unfair, kill yourself or get over it

("At that time she stopped what she was doing, she stopped playing...
she stared, she had the facial grimicing...
and then the psychiatrist was saying, "Julie, Julie, can you hear me?
Can you open your eyes? Can you stick out your tongue?"
And all of a sudden, Julie struck out")

The November when I came home the Christmas decorations were already up
Spray on snow, coloured flashing lights
And an artificial tree that played Silent Night
Over and over again
My parents welcomed me with loving arms
But within an hour were back at each others throats
Normal, happy childhood back on course
Batteries not included

Life is unfair, kill yourself or get over it
Life is unfair, kill yourself or get over it
Life is unfair, kill yourself or get over it
Life is unfair, kill yourself or get over it



"Yaşam adil değil, ya kendini öldür ya da bunu aş."
Bu kadar.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Mart 2011 Cumartesi

Blindness


Don McKellar'ın José Saramago'nun romanından uyarlayarak senaryosunu yazdığı Blindness çok farklı ve rahatsız edici bir hikayeye sahip. Fernando Meirelles'in etkileyici çekimleri ve César Charlone'un onu çok güzel tamamlayan sinematografisiyle hikaye, izleyiciye soğuk durularak çok güzel işlenmiş.

Marco Antônio Guimarães'in yer yer duyduğumuz müzikleri filmin dozunu yükselten en önemli ögelerden birisi. Nadiren aksasa da bu sayede filmi farklı okumalara daha açık hale getiren oyunculukları ve oyuncu kadrosunun hikaye anlatıcılığına ve filmin gerçeklik hissine yaptığı katkı elbette ki çok büyük.

Sistem eleştirisi ve bu eleştirideki yöntemleri nedeniyle olumsuz yönde çok eleştirilmiş olsa da bence gayet rahatsız edici ve güzel bir film.


Ve bu kadın, o kadar yükü sırtında taşıdıktan sonra şimdi özgür olunca neden susuyordu? Şehirden gelen sesleri hayal edebiliyordu: ''Görebiliyorum!''
''Kör oluyorum'' diye düşündü.

sevgi, saygı ve o tarz bilmum duygularla:;,

4 Mart 2011 Cuma

Hey Dostum!

1994 yılında George Lucas'ın 50. doğumgününde çekilmiş bir fotoğraf. Sadece Amerikan sinemasının değil, dünya sinemasının ön önemli isimleri arasında olan bir kuşak, sevmek sevmemek ayrı bir mevzu bu noktada.

Eğer bugün benim için sinema yaşamın eş anlamlısıysa bunda bu isimlerin de önemli bir yeri vardır çünkü bana sinemayı ilk sevdiren sinema insanları onlardır. Ve ayrıca Marty candır.

Sol baştan sayalım; steven spielberg, martin scorsese, brian de palma, george lucas, francis ford coppola.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

"İleri Demokrasi"


Güncel siyasete dair çeşitli sebeplerle bir şey söylemedim ve yazmadım blogumda şimdiye kadar. Şimdi de oturup köşe yazısı yazar gibi özgürlüğü kısıtlanan insanlara, "sehven" yapılan işlere, yuvarlak laflarla suçlanıp 729 gündür hapis yatan gazetecilere dair bir şey yazmayacağım. Çünkü blogu okuyanlar zaten blogun her yerine sinmiş olan düşüncelerimden gerekli çıkarımları yapıyordur. Ama bu başlıkla da beraber bu konuya dair tepkimi direk göstermek istedim, malum, insanlar yapılan haksızlıklara olan tepkilerini o haksızlık nedeniyle değil, ya bize de sıra gelir, ya bize de yaparlarsa diye gösteriyor bugünlerde.

Eylem haberi için Buraya, tepkilerden bazıları için de Buraya tıklayabilirsiniz.


fotoğraflar ntvmsnbc'den alınmıştır.

1 Mart 2011 Salı

8 (sekiz)


Ne işe yarıyor, herhangi bir şey üzerine düşünüp karalamak hatta bunları paylaşmak? Sorup duruyorum bunları kendime; neden, ne işe yarıyor ki diye kendimi hırpalıyorum belki de. Ama farketmem uzun zaman almıyor; tüm her şeyi işe yaramak ve sonuca ilişkin görmek bugünün siyasi-ekonomik düzenine temel oluşturan o felsefi görüşlerin zihnimizde bıraktığı hasarlardır. Özlemek mesela, neye yarar ki? Ama hala özlemez mi insan mayhoş bir tatla. O kalmaz mı her zaman ulaşılamaz bir yerlerde, arayamayız ya hani her şeye rağmen, ama hala vardır ve kim bilir; belki var olabilmesi için özlemek lazımdır. Hem problemlerimi sonuca ulaştırması adına gerçekleştirdiğim eylemlerimin her şeyle beraber yerinde sayması ve benim eylemleri yineleyip durmam belki de beni var eden şeylerin o problemler olduğunu anlatmaya çalışıyordur. Yani her şey karşıtıyla var sonuçta, ve her düşünce çelişkili, aynı bu cümlede olduğu gibi.

Daha demin de olduğu gibi sürekli bir "onlar" imgesi var tüm zihnimde, karaladıklarımda. Belki bu da benim yalnızlık tasvirimdir. Çünkü yaşam devam eder, gerçeklik karmaşası içerisinden geçen setlerle arabesk "kültürün" kirlettiği diğer bir sözcük olan "yalnızlık" yan yana gelemez yaşam sözcükleriyle. Kirlenen kavramlar, kirlenen insanlar, ve onların icat ettiği çamaşır, bulaşık makineleri, gerektiğinde saklamak için buzdolapları...


Kışın, baharı çağrıştıran bir gün yaşanması gibiydi tüm yaşam. Oysa öğleden sonra bir festivalde güzel bir film izleyebilmek gibi de olmalıydı, ama yanlış anlaşıldı ve; bir alışveriş merkezinde film çıkışı sinema salonunun hemen yanındaki o dünyaca ünlü mağazanın önünde buluşuldu. Fakat büyük beklentiler, yaşamın sorgulanmasının sekteye uğramasıdır. Bir yaz günü diye başlayan bir cümle her zaman güneş, yeşillik, ağaç ve cıvıldayan kuşlar betimlemesinin varyasyonlarını getirmez peşinden çünkü bir yarım küre diğeriyle uyuşmaz, halbuki sadece iki örnekleriyken birbirlerinin. Ve kuşların cıvıldamasının insanlara gülümsetici, bazen rahatlatıcı ama genel itibariyle mutlu gelmesi sadece bir yanılsamadır, çünkü insanlar bağırdıkça kuşlar daha fazla öter. Nitekim ses duyma aralıkları daha geniştir ve insanların duyamadığı her çığlık onlar için bir yankılanmayla sonuçlanır, bilimsel gerçekliğini sorgulamayın, o, bir bilimadamının iki dudağıyla maaşını ödeyenin cömertliği arasında şimdilerde.

Şimdi tam zamanı aslında, tüm yapmak istediklerim ve isteyeceklerim için. Ama ne garip ben uyuyorum ve uyumak durumundayım. Yoksa rüyalar bunun için mi var? Ve biz sadece o istediklerimizden başka, o rüyaların var oluş nedenleri haricinde yapımlar izlediğimiz o rüyaları bunun için mi hatırlıyoruz? Hem tüm dünyada parayla para satın alınırken, tüm tehlikeli aletlerin tehlikesini üzerinde deneyebileceğini düşünerek yaşayabilen bir insan neden korkutur ve şaşırtır ki insanları?


Kavramlarla yoldaş olmaya çalışıyordum bir zamanlar. Ta ki bilinmeyen bir kavramı açıklamak için bilinmeyen daha çok kavram kullanıldığını görene kadar. Yani elbette zaman içerisinde değişimler oluyor. Ama ulaşmaya çalıştığım kasaba da o kasabanın yolu da hala aynı, değişen sadece yol alış biçimi. Çok uğraşsam da hiçbir zaman konuştuğum dilde anlamlandıramadığım söz dizimine sahip cümlelerin bir melodiyle bütünleşişini yıllardır hayranlıkla dinliyor olmam, bilmem her şeyi açıklar mı? Yaşam ve ona dair hemen hemen her şey hissedildiği kadar güzeldir çünkü, sadece anlaşıldığı kadar değildir ve anlamak her şeye yetmez. Bildiğimiz kadarıyla yüz yıllardır var olan sömürü düzeni mesela, bunu anlamamız hala içinde öğütülüyor olmamızı değiştirmeye yetiyor mu?


Bir denge işi yaşam. Denge de garip bir sözcük belki ama kelime söylendiğinde yaygın olarak anlaşılan orta yolculuk değil bahsettiğim. Çünkü o, kişinin kendi yokluğunda kendi yokluğuna sabitlenmesidir. Oysa denge konumlanmaktır. Siz hangi cambazın ip üzerinde sabitlendiğini gördünüz, onun her zaman, yalpalamasının ucu açık sonuçları vardır.

Gerçekliği sorgulamaya kalktığım her anda, gerçeklik kendini daha net ve sert hissettiriyorsa, o halde kandırılıyor muyum, her totaliter rejimdeki baskılar gibi gerçekliğin yapay çöplüğünde? Dolaysıyla artık sadece umuyorum, hem elinde birer kağıt-kalem, kulağında sürekli bir melodi ve görüş mesafesinde bir film afişiyle bir kitap duran bir insan ne yapabilir ki başka? Ya tuttuğu takıma destek olmak dahil her sevincini "yaşasın" sözcüğüyle karşılayan bir dille, yaşamı en uç ayrıntısına kadar sorgulamaya çabalamanın mantığı var mıdır?


Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün hava esrik bir rüzgarla beraber savuruyor tüm düşünceleri, hisleri, her şeyi; uçurtması ellerinde olanlar da peşlerinden koşuyor.


fotoğraflar, rodney smith. ayhan sicimoğlu deyimiyle; hastasıyız!

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

83. Akademi Ödülleri / The Oscars 2011


Adayların hepsinin çok güzel, çok iyi olması sebebiyle çok eğlenceli bir tören izleyeceğimi düşünmüştüm fakat yanılmışım. Kirk Douglas'ın ödül sunumu, Trent Reznor'un ödül alması ve Hugh Jackman'ın ilk defa sinemaya giden bir çocuk gibi gülümseyerek törenin açılışını alkışlaması gecede olan en güzel şeylerdi. Beklentilerimin hayal kırıklığıyla sonuçlanması bir yana bunun bir ay içinde üçüncü Akademi Ödülleri başlığı olması töreni ciddi anlamda abarttığımı ve beklentimi gösteriyor zaten.

Gecenin teması "anneler" olması sebebiyle Mark Wahlberg'in 4 yaşından beri yapımcı olmak istediğini de öğrenmiş olduk. Ne hasta ruhlu bir adammışsın sen Mark dedim kendi kendime, 4 yaşındayken yapımcı olmak istemek ha?

Christopher Nolan aday olmuş olsaydı herhalde Tom Hooper'ın ödülü alması daha da inanılmaz olacaktı. Elbette, The King's Speech'te kötü bir yönetmenlik vardı, gibi bir şey söyleyemem ama Hooper'ın; Fincher, Aronofsky ve Coen Kardeşler arasından sıyrılıp ödülü almış olması içimi burkmadı da değil. Her ne kadar törenden önce Fincher alır diye tahmin edip güzelim adam ala ala The Social Network'le mi ödülü alacak diye hayıflansam da o farklı bir durum tabi.

Oyunculuk dallarındaki ödüller tahmin ettiğim gibi oldu. Zaten hemen hemen herkesin tahmini bu yöndeydi.

The King's Speech'in En İyi Film ödülünü alması da son başlık altında tahmin ettiğim gibi oldu. Black Swan tek ödülle döndü ama Natalie Portman bu sene Black Swan'la Oscar itibariyle 13 farklı festival ve ödül töreninde En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandı. Önemsiz bir detay gibi gözükebilir fakat Black Swan'dan bahsetmiş olmam gerekiyordu, bahsetmenin en rahat yolu da buydu.

En İyi Yabancı Film ödülü benim açımdan ciddi anlamda sürpriz oldu, Biutiful için kendimi hazırlamıştım oysaki.

Inception da teknik dallarda ödüllerini toplayarak en azından ödülsüz dönmemiş oldu, bu da önemli bir şey.

Şov yönü ciddi anlamda zayıf olan bu seneki tören Hugh Jackman'ın 81. Akademi Ödülleri'ndeki sunumunun yakın zamanda pek kolay aşılamayacağını düşündürttü bana.

Oyunculuk ve senaryo dallarıyla birlikte En İyi Film dalında tahminlerim doğru çıktı, diğer dallarda sanırım tökezledim.

En İyi Film: The King's Speech
En İyi Yönetmen: Tom Hooper
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo
En İyi Uyarlama Senaryo: Aaron Sorkin (The Social Network)
En İyi Orijinal Senaryo: David Seidler (The King's Speech)
En İyi Yabancı Film: Hævnen
En İyi Görüntü Yönetmenliği: Wally Pfister (Inception)
En İyi Kurgu: The Social Network
En İyi Belgesel: Inside Job

Tüm dallarda ödül kazananlara ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Hunter S. Thompson tarzı gazeteciliğe özenip öyle Oscar yorumları yapacaktım fakat bir süre sonra töreni izlemek zorlaştığı için vazgeçtim. Dolayısıyla böyle yarım yamalak oldu yorum veya her ne denirse bunlara.

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses