29 Mayıs 2012 Salı

Me and You and Everyone We Know


Bir adam elini yaktıktan sonra söndürmeye çalışırken ekranda beliriyor filmin ismi: Me and You and Everyone We Know. Yani zamanını geçirmekle uğraşan tüm insanlar. İçindeki sevimli detaylardan ve filmin kendisini çekici kılan o kırılgan yapısından çok açılış ve final sekansıyla yer etti bende film, yaşam gibi yani: bir başlangıcı ve sonu var sadece, arası belirsiz. Belki de bu benzerlik sebebiyle bittikten sonra tekrar filmi izlemek isteyip istemeyeceğime karar veremedim.

Me and You and Everyone We Know, Miranda July’nin yönetmeni ve senaristi olduğu ilk uzun metraj filmi ve yönetmenin, ya da daha doğru ifadeyle çok yönlü sanatçının, 2011 yapımı The Future isimli filmiyle beraber bundan sonra yapacağı tüm işleri takip etme isteği uyandırıyor.  


bir değişiklik olmazsa, sinemaskot haziran ayından itibaren Radikal Blog'da da olacak. yani bu adresde de orada da bazen farklı karalamalarla bazen buradan oraya link vererek devam edecek blog.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,


23 Mayıs 2012 Çarşamba

The Station Agent


Çekirdek ve sevecen bir ailede doğup büyümüş birisi olarak söyleyebirim ki; hasar raporuna gerek yok bazı şeyler için. İnsanları sevmek veya sevmemek değil, yanlarında bulunmaktan rahatsız olup olmama üzerine kurulu çünkü çoğunlukla insan ilişkileri, beraberce susabilmek yani diğer bir söyleyişle.

Çok sıradışı bir öykü değil The Station Agent'ınki, ama zaten güzel olan o gerçek ve sevimli hikayeyi farklı karakterle tekrar yaşamak ve filmin başarısıysa bunu yapabilmek. Yalnızlık ve dostluğun ilişkisi üzerine, ne eksiği ne de fazlası olan sevimli ve aynı zamanda özel bir oyuncu kadrosuna sahip bir film The Station Agent.. Patricia Clarkson'u izlemek hep ayrı bir keyif; benim, Frank Oz'un 2007 tarihli komedisi Death at a Funeral ile tanıdığım ve Game of Thrones dizisiyle daha geniş bir kitleye ulaşmış olan Peter Dinklage ise zaten hayranlık uyandırıcı. Her zaman farklı bir güzelliği olduğunu düşündüğüm Michelle Williams'ın güzelliğiyle paralel olan oyunculuğu ve film seçimleri de gençliğinden beri hiç değişmemiş. Rolüne çok yakışmış olan Bobby Cannavale'yi de diğer isimlerin yanında unutmamak gerek tabi.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Cold Souls


Anton Çehov'un Vanya Dayı oyununa hazırlanırken ciddi zorluklar yaşayan Paul Giamatti'nin bir "ruh depolama" şirketine reklamları aracılığıyla ulaşıp rahat etmek adına ruhunu depolatması üzerine bir film Cold Souls, ve malesef bu plotunun yarattığı yüksek beklentiyi de doyuramayan bir film. Yalnız, son derece yavan ve savruk işlenmesine rağmen, konunun öyle bir potansiyeli var ki film az da olsa bundan faydalanabilmeyi başarmış. Tabi bir de Paul Giamatti faktörü var; en sevdiğim oyunculardan Giamatti'nin kendi isminde bir karakteri oynadığı filmin ilk göze çarpan yanlarından birisi bu ilgi çekici konusuyla beraber kendisinin her zamanki gibi hayran olunası performansı.

Hani söylenir ya, ne yaşanmış olursa olsun bunların hepsi bizi var etmiş olan şeylerdir, her türlü iyi ve kötü bizim biz olmamızı sağlamıştır. Henüz başlarında bir anda size bunu gösteriyor Cold Souls, ilerledikçe filmden kopmanız da mümkün oluyor ancak bu kopma filmi kapatmaktan çok kendi ruhunuz ve onun yarattıkları üzerine düşünerek filmi arka plana almak olarak tezahür ettiği takdirde güzel de bir deneyim yaşatıyor.

Paul Giamatti'nin ne kadar özel bir adam olduğunu bir kez daha görmek, Six Feet Under sayesinde, dizide yer almış neredeyse herkes gibi, kendisine bende ayrı bir yer edinen Lauren Ambrose'u da oldukça kısa bir süre için de olsa izlemek ve elbette biraz da düşünmek için izlenebilecek bir film Cold Souls, ama siz siz olun benim gibi beklentilerinizi çok yükseltmeyin filme başlamadan önce.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

8 Mayıs 2012 Salı

Elveda Seyfi Teoman.


Barış Bıçakçı'nn yarattığı karakterlerle o hüznü sinemada yaşatmasıyla tanıdım ben Seyfi Teoman'ı. Daha doğrusu o zaman tanımak istedim. Lodz film okulu gibi sinemada çok özel yeri olan bir okulda eğitim görmüş olması ilgimi daha da çekmesine neden olmuştu, tabi, fazlasıyla rahatsız etmediği sürece filmlerin teknik yönündeki aksaklıklardan çok ne söylediğine, bende ne iz bıraktığına önem verdiğimi farketmemi sağlamış olmasıyla da farklı bir yeri oldu benim dünyamda, sadece zihnen değil; odamda Kızılırmak Sinema'sından aldığım Bizim Büyük Çaresizliğimiz posteriyle maddi olarak da konuk oldu dünyama.

Doğumgününde geçirdiği motosiklet kazası sonucu durumu kritikti iki haftayı aşkın bir süredir, bugün o sürecin sonlandığını ve başka diyarlara gittiğini öğrendim. Pek popüler işler yapan bir adam olmadığı için özellikle "n'oldu acaba" diye bakılmadığı sürece görülmeyecek şekilde haberleri yapıldı tabi sadece, yani; ne kimi kendini bilmezler "o adam" versiyonunu yaratarak verecek ölüm haberini, ne "diğerleri" onlara bağırıp çağıracak, ne de dostları kanal kanal gezip ne harika bir insan olduğunu herkesin duyması için uğraşacak; o sadece sessizce ne olacaksa onu yaşayacak.

Tam da dün Six Feet Under'dan bir sahneyi tekrar izliyordum. Karizmanın yaşadığımız dönemlerdeki tanımı olabilecek Nathaniel, oğlu David'e kızıyordu; "canının istediğini yapabilirsin şanslı piç; hayattasın!", diye. Bilmem kaçıncı kez aynı sahneyi izlememe rağmen ben de yine David'in verdiği tepkiyi vermiştim; "bu kadar basit olamaz", diyerek. Bugün bu gidiş, Nathaniel'in "ya öyleyse" deyişini tekrarlattı bana. Yani yaşamın tek amacı yaşamda kalmak sanki, ve manen bilmiyorum ama madden bunu başaramadı Seyfi Teoman.

Ölünün arkasından ne denir bilmem ben, bir şey denilmesi gerektiğini de pek sanmıyorum açıkçası. Her fırsatta şeytani bir kalıpta önümüze sunulan ölümün tek kötü yanı; o gitmiş olanla aynı, bildiğimiz diyarlarda beraber olamayacağımız, onun kendini ifade ediş biçimine tanık olamayacağımız gerçeği bence, yoksa Haldun Taner'in de dediği gibi: ölürse ten ölür canlar ölesi değil.

Güle güle Seyfi Teoman, orası başka bir diyar; gülünür mü bir daha yoksa tamamen yok mu olunur bilinmez, kimileri öyle böyle diye ayırıp atıp tutsalar ve inansalar da karanlık tamamen, o yüzden bari giderken gülümsemeli; yani gülmemek için bir neden yok.

6 Mayıs 2012 Pazar

All or Nothing


Sadece, bir Mike Leigh filmi demem yeterli aslında filmi tanımlamak ve kendisi üzerine neler hissettiğimi ifade edebilmek için. Sıradanlığı, barındırdığı beklentisizliği, insan ilişkilerini ve yalnızlığı, gereksizliği en iyi anlatan yönetmenlerden birisi çünkü Leigh, üzüntüyle hüzün arasında yokmuş gibi görünen o ayrılığın farkında olan ve bunu gösterebilmeyi beceren insanlardan birisi. Elbette All or Nothing de diğer filmleri gibi, derinlemesine irdelenmiş sağlam karakterlerden oluşan, gerçekçiliği daha önce hiç olmadığı kadar etkili hale getirip çekici gösteren ve film boyunca içinize yer edindirdiği sıkıntıyla sonunda etrafa boş boş bakmanıza sebep olan yalın bir film.

Leigh, filmlerinde aynı oyuncularla sıklıkla çalışan bir yönetmen. Zaten başlangıçta bir senaryoyla değil bir fikirle yola çıkıp oyuncularıyla yaptığı doğaçlama çekimleri sonrası bir çekim senaryosu yazıp daha sonra onu da yine değiştirmek gibi bir film çekme yöntemi olduğu için her oyuncuya uymuyordur muhtemelen kendisinin filmlerinde oynamak. Her neyse, belki üstüste bu kadar olumlu ifade biraz itici ve rahatsızlık verici duracak ama söyleyeceğim şu ki; Mike Leigh filmlerinde zaten kötü oyunculuk ve oyuncu olmaz ama Timothy Spall gerçekten çok başka birisi. Ve bir de bu filmle, Leigh'in izlediğim ilk filmi olan Happy-Go-Lucky sayesinde tanıdığım Sally Hawkins'in gençken de ne kadar güzel bir kadın olduğunu görmek bir yana, güzel/estetik kavramı bir kez daha gelip zihnimin gündemine oturdu.

Sen çok yaşa Mike Leigh!

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

1 Mayıs 2012 Salı

Vratné lahve


Artık emekli olan edebiyat öğretmeni  Tkaloun'un yaşama dair o bilindik boşluğu reddetmesi, veya daha doğru olacak bir ifadeyle; o boşluğu farkedip kendi bakış açısına yorması üzerine bir film Vratné lahve. Sıradan ama ilgi çekici karakterlerleri ve gerçekçi tavrıyla fazla bir şey vaadetmeden -ve vaadetmesine gerek de olmadan- kendisini izleten ve izleyeni gülümseten sevimli bir Çek filmi.

Tkaloun'un güzellik tutkusu ve herkese göre farklılaşan tavsiyeleri sonrası insanların yerini alan makine gibi filmin içinde göze çarpan şeylere dair çeşitli çıkarımlar yapılabilinir elbette ama filmleri de cılklarını çıkartırcasına zorlamamak gerekiyor diye düşünüyorum.

Tkaloun'un da eşine söylediği gibi;
"Bir süre daha yaşamaya devam edeceğiz";

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses