31 Aralık 2010 Cuma

2010 da Bitti Gitti

İnsanların zaman anlayışının temelindeki takvim bugün de son sınırına ulaştı. Biz de kutluyoruz, seviniyoruz. Aslında daha derinden bir yeni yıl ve yılbaşı tahlili falan yapılabilir mi, yapılabilir. Ama yeni yıl ve yılbaşı için bir şeyler karalamaya üşendim, kolaya kaçıp bir müzik seçkisi yapayım dedim. Ha tabi 2010 yılından falan seçmedim müzikleri, daha neler bir de öyle olmasını bekliyorsanız. Öyle beraber dinleyelim diye paylaşayım dedim. Uzatmamın manası yok, çünkü saçmalamaya başlayabilirim, o halde aşağıdan dinleyelim efenim.


ben marş sayarım efenim bu güzelliği;




yeni yıla shirley'le girersem belki bu sefer shirley'li geçer yılım. kendisi tanrıçadır!



nick cave'le tanışınca, tanrıların var olduğunu anlamıştım.



tom waits dedikten sonra yoruma gerek yok diye düşünüyorum, yoksa yine kolaya mı kaçıyorum?



ezginin günlüğü "aşk bitti" şarkısında "aşk hiç biter mi" der ya biraz öyledir benim için beirut, geriye kalan en güzel şeylerden biridir, aslında zaten geriye kalan çok da kötü bir şey yoktur.



Elbette daha da güzel seçkiler yapmak isterdim, ne bileyim Pink Floyd, Led Zeppelin, Beatles, Doors gibi müziği müzik yapan güzel insanlar ya da jazz ve blues'un güzel insanları ve daha birçok güzel insan da olsun isterdim ama tabi öyle kendi halinde bir seçki yaptım burada, bu açıklama da son derece gereksiz oldu ama olsun. O değil de Ama olsunlarla geçiriyorum lan galiba zamanımı.
Hepimizin 2010'u nasıldı bilmiyorum ama 2011'imiz güzel olsun. iyi yıllar, güzel zamanlar dilerim efenim.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

27 Aralık 2010 Pazartesi

6 (altı)


Zaman geçiyor ama hiçbir şey olmuyor, daha can sıkıcı durum ise hiçbir şey olmayacak olmasını biliyor oluşum. Ne olmasını beklediğime dair fikrimin olmayışı ise tüm olmayışların esrikliğini içime oturtuyor. Kavgalı olduğum kavramların beni ele geçiriş yöntemlerinin, acı diye bahsettiğimiz hislerin yanlarından geçmiyor oluşu, olan ve olmakta olan şeylerin gereksizliğine mi işarettir, yoksa devam eden bu cümlenin hastalıklı bir benlik tarafından kovalanıyor oluşuna mı, kendimle bunu tartışıyorum. Aklıma iliştirdiğim düşüncelerin anıma takılıp aklımdan kopuşu, aklımı koparışı belki de varlığımın nedenlerine bir galasıdır, her zaman olduğu gibi bilmiyorum. Sessizlikle uğraşılan her anın zevki, seslerin anlamlandığı yerin, nesnelerin ve kişilerin algılayış biçimlerinden kaynaklı bir değerlenmeye tabi tutulup tutulmayacağı ise tamamen gündem dışı. Geçen her şeyin geri geleceği inancı ise uygarlıkların ve insanların döngülerine yapılmış bir ayrıntı kanıt, fakat kimse farkında değil. Oysa sadece inandıkları insanların geri dönüp her şeyi bitirebileceği inancıyla ahlaklarını temellendiren insanların çokluğuyla nefeslenen bir dünya burası. Ya da onlardan farkları olduğuna inanan ve kendi inançlarında da var olanlarla, az önce bahsettiğim inançtakileri suçlayan insanların çokluğuyla. Aman neyse, zaten biz nicelik bakımından herhangi bir zaman bahsedilebilecek çokluğa erişmiş insanlar olamadık hiç. Her şey bir yana yaşıyoruz hala.


Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün hava dünyanın orta yerinde ağlamak gibi, sadece problem dünyanın orta yerinde olması.


fotoğraflar, rodney smith

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Bu da Böyle Bir Anımdır



Karalama defterine bakarken, -sokakta gördüğüm "new yorker" tipli zenciler ve küçüklüğümü geçirdiğim hollywood filmlerinin de etkisiyle- hey dostum burası burası fazla buhran kokuyor, dedim kendi kendime. Ağlak bir buhran değil aslında ama yine de olsun. Hüzün fazla soyut kaldığı için belki de burada böyle somutlaşıyor, bu mümkün. Yoksa günlük his değişimi oldukça yüksek bir yaratığım, sanmayınki sürekli elim yüzümü kapatmış bir şekilde geziyorum. -hatta çoğunlukla ordan oraya koşarak kayarak falan filan geziyorum sanırım- Sadece belli şeyleri açıktan not ettiğim bir karalama defteri zaten burası, farkedileceği üzere, ama bunları da artık belirtmeliyim diye düşündüm. Olan biten bu yani. Yoksa Depeche Mode'dan Walking in My Shoes falan dinlenilecek olurdu buralarda bir yerdeki videodan, tripse trip arkadaşım.



Şimdi bu satırların bir kısmı aslında herhangi bir gece uyumadan önce not düşülüyor. Sabah uyanınca uykunun veya uykusuzluğun gücüyle daha saçma gelebiliyor her şey. O yüzden bu satırlar sabaha fazlasıyla saçma gelebilir. Mutlaka öyle ama eminimki bu satırlara sabah bu okuğunuz satırlar demek durumunda kalacağım. Kısacası o kadar zaman var lan niye gece uyumadan önce ha sorarım sana? Tabi soruyu üstünüze alınmayın siz, hitabı yok gibiydi çünkü.

Bir de başlıkta "da"yı küçük başlatıp diğerlerini büyük başlatmam üzerine düşündüm, neden diye? Aslında bazı kelimelerin büyük harfle başlaması bile başlı başına düşünme sebebiyken ve ben hala bazı sözcüklere büyük başlıyorsam bir "da"ya bu kadar takılmamam gerektiğini farkettim, sustum.

O değilde artık duyduğumda öğk möğk gibisinden şeyler gevelendiğim bir repliğe uyarlama yapmazsam, amuda kalkarken duvara çakılmış gibi hissederim kendimi, ee peki Metin Üstündağ da bizi okuyacak mı?



Tüm bu kadar cümlenin israf nedeni sadece bu üç videoyu buraya iliştirmek olduğunu düşündünüz değil mi içten içe, biliyorum öyle gözüküyor. Değil tabi canım ne münasebet.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

20 Aralık 2010 Pazartesi

John Fante


Sabah oldu, kalkma zamanı, kalk Arturo, kalk ve kendine iş bul. Git ve hiçbir zaman bulamayacağın şeyi ara. Hırsızın tekisin, yengeç katilisin, dolapların içinde kadınlarla sevişiyorsun. Sen asla iş bulamazsın!

Her sabah bu duyguyla kalkıyordum yataktan. Şimdi kendime bir iş bulmam lazım, lanet olsun. Kahvaltı ediyor, kolumun altına bir kitap yerleştirip ceplerime kalem doldurduktan sonra kapıdan çıkıyordum. Merdivenden indiğim gibi kendimi dışarı atıyordum. Bazen sıcak oluyordu hava, bazen soğuk, bazen sisli, bazen açık. Koltuğumun altında kitapla iş aramaya çıktığım için önemi yoktu havanın.

Ne işi, Arturo? Ha, ha! Sana iş, öyle mi? Kim olduğunu bir düşünsene, oğlum! Yengeç katili. Hırsız. Elbise dolaplarında çıplak kadın fotoğraflarına bak, sonra da iş bulmayı umut et! Ne kadar gülünç! Ama gidiyor işte, salak, koltuğunun altında kocaman bir kitapla üstelik. Hangi cehenneme gittiğini sanıyorsun, Arturo? Neden o sokağa sapıyorsun da bu sokağa sapmıyorsun? Neden batıya gidiyorsun -neden doğuya değil? Cevap ver bana hırsız! Kim iş verir senin gibi bir domuza -kim? Ama kasabanın öteki ucunda bir park var, Arturo. Banning Parkı adı. Harikulade okaliptüs ağaçları var orda, yemyeşil bir park, Arturo. Ne kitap okunur orda! Oraya git, Arturo. Nietzsche oku. Schopenhauer. O muhteşem adamlarla geçir zamanını. İş mi? Peh! Oraya git ve okaliptüs ağaçlarının altında kitabını oku iş ararken.
...*

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

*john fante, los angeles yolu, parantez yayınları, istanbul, eylül 2004, s. 43/44

17 Aralık 2010 Cuma

Six Feet Under


"Eğer hayatım bir film olsaydı,
ya uyuyakalır ya da yarısında çıkardım."

İnsanların çok seviyormuş numarası yapmaya ayrı bir ilgi duydukları şu "sanat filmleri" gibi mi ne sanki yaşamlarımız. Ah hayır, tabi ki değil. Belki de öyle bilemedim bakın şimdi. Arada olur böyle, mazur görünüz Janis Joplin'in Kozmic Blues triplerini. Brenda'ya da sevgilerle tabi.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

12 Aralık 2010 Pazar

The Big Lebowski


- o bir nihilist.
- ah, çok yorucu olmalı.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Nazım Hikmet


Kafamı çıkarıp dolaba kilitlesem bir haftalığına
karanlığına boş bir dolabın
omuzlarıma bir çınar diksem kafamın yerine
uyusam gölgesinde bir haftalığına.

1959

***
Kar kesti yolu
sen yoktun
oturdum karşına dizüstü
seyrettim yüzünü
gözlerim kapalı.

Gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım.

Sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi.

Aralık 1959

***

Fasulya gibi yaşıyorum son zamanlarda
kuru fasulya gibi
kuru fasulyanın pilakisi yapılır
benden o da yapılmaz.

31 Mayıs 1962

***

bütün kapılar kapalı inik bütün perdeler
nerdeler nerdeler nerdeler
gidilmeyen gelinmeyen bir yerdeler
dilsizler fısıldıyor sağırlara uzaktan çok uzaktan
bakışın gözleri yok koşunun ayakları
yoruldum yakalanmazı kovalamaktan
bir cigara içeyim.

31 Mayıs 1962


nâzım hikmet, son şiirleri, yapı kredi yayınları, istanbul, ağustos 2008, s. 39-40 / 141-142

Turgut Uyar


Tel Cambazının Kendi Başına Söylediği Şiir*

Beş kere yedi mi dediniz, dursun
Yıldız poyraz gündoğusu, dursun
Fasulya mı dediniz, dursun
Ben varım sen varsın o var
Dursun,
Ben şimdi gelirim.

Ben eskiden hep acıkırdım
Alıp başımı ekmeklere giderdim
Eski evlerde orospulara giderdim
Bulutlu geniş meydanlara giderdim
Sevdalı şiirlere giderdim.
Şimdi doymadım ama unuttum
Devenin başı mı dediniz, dursun
Dursun,
Ben şimdi gelirim.

Bu işte bir şey var anlamadım
Körpe kadınlar basık odalarda mı, dursun
Hoyrat gemiciler uzun seferlerde
Darağacında bir adam mı dediniz, dursun
Yeraltında gizli sandık mı, dursun
Bahçeler dursun, kızlar dursun
Anlattıklarım, anlatamadıklarım, anlatamıyacaklarım
Senin yakanda bir el mi var dediniz, dursun
Dursun,
Ben şimdi gelirim.

***

Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir*

Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Bütün ağaçlarla uyuşmuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böylemiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız

Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırılpırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim gizli bir bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız


*turgut uyar, büyük saat, yapı kredi yayınları, istanbul, 2010, s. 118-119

11 Aralık 2010 Cumartesi

5 (beş)


Kişiselliğe tepkili bir teklik hali ve bu tekliğin imrenmeleriyle kendini beğenmişliği doğrultularında oluşmuş çift kişilik, dolayısıyla tekliğin kendisiyle çelişkisi. Eylemsiz kalan cümlelerin tüm potansiyeline rağmen hareketsizliği, ve tahammülünü, sınırını falan bilmem ama ifadesiz kalan her varlığın öz-yok-olumu yani intiharı yok, bunu biliyorum. Tüm varoluşların buhranları birbirlerine benzediği gibi olmayışların serzenişleriyle ortaklıklarının da varlığı dokunulmaz bir sıkıntı yaratıyor her dem.

Boşlukta salındığım her an geçen zamanın oluşturduğu etkiyi kıskanırcasına devinimlerimin durmaksızın beklentileri tüm hüznüme kaynak oluşturmasa da, etkisi büyük oluyor. Tüm mevsimlerin birbirlerine karıştığı zamanlar, ve hayır bayanlar baylar, küresel ısınma veya küresel iklim değişikliği değil, tekil hayatların devrimi ya da evrenin tembellik hakkı kısaca.

Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün hava dünyaya ilk defa paraşütle inmiş kadar heyecanlı, paraşütün inişini beklemek kadar sabırsızlık tetikleyici ve paraşüte binemeyecek kadar tedirgin. Hem ya paraşüt delikse ya da açılmazsa?


fotoğraf; felix stolz, rupert tapper

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Underground


Onat Kutlar "Sinema bir şenliktir" demişti, aynı zamanda kendisinin göç ettiği yıl olan, 1995 yapımı Underground'dan tam 10 yıl önce, bu cümleyi isim edinmiş kitabının ilk basımında. Merak ediyorum, Emir Kusturica'nın tüm filmlerini izleyebilmiş olsaydı soğukkanlı bir poker oyuncusu tavrıyla, görüyorum ve arttırıyorum, der miydi? Veya ters çevirirsek, Kusturica Onat Kutlar'ı haklı çıkarmak adına ekstra bir özen mi gösteriyor filmlerine? Hayaller ve onların soruları bir tarafa, sinemanın neden sanat olduğunu ve neden onu sevdiğimi cevaplayan filmlerden birisidir Underground.


Once upon a time... there was a country...*
*Bir zamanlar... Bir ülke vardı...


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Lars Von Trier ve Dogville



Nevi şahsına münhasır Lars Von Trier'in düşüncelerine veya takındığı tavırlara pek yakın olmayabilirim zaman zaman. Ama bunun, ciddi manada insanı sarsan ve şaşırtan, insanın, film sırasında veya filmin sonrasında çeşitli kavramları ve olguları kurcalamasına, düşünmesine engel olamadığı filmler yaptığı gerçeğini değiştirmediğini ve filmlerini izlerken ya da kendisini takip ederken garip bir zevk verdiğini düşünüyorum. Filmlerini her şeyiyle baş aşağı çevirip onun bize sunduğundan farklı noktalara ulaşmanın mümkünlüğü de ayrı bir tat bırakıyor tabi çoğu zaman.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Aralık 2010 Pazar

Çoğunluk


Sadece çok güzel bir film diyebiliyorum. Ve herhangi bir varlık için güzel olduğunu söyleyebilmek bile iliklerime kadar mutlu hissettiriyor, yaşamı hissettiriyor, ya da öyle bir şeyler işte.

Buna kafa şişirme minvalinden dağınık birkaç cümle daha ekleyeceğim; çoğunluğu, azınlık gözünden izledik çok uzun zaman, dahası yaşadık ve nasıl olduğunu biliyoruz, ama önemli olan şu ki; çoğunluk çoğunluğun kendi gözünden de bildiğimiz kadar, bildiğimiz gibi ürkütücü. Bir problem ise bu karakterlerin ve yaşamların var olduğundan haberi olmadığı için azınlık olduğunu düşünen insanlar. Çünkü azınlık olmak için çoğunluğu üzerinizde güçlü bir biçimde görmüş olmanız gerekir, zaten bir noktada azınlığın azınlık olmasına neden olan çoğunluktur.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

22 Kasım 2010 Pazartesi

4 (dört)


Uyanış, zamanın seri üretiminde paketlenmiş her güne, her gün. Umarsızlıktan doğsa dahi umursuzluk bile güzelleştiremiyor bazen kendinden habersiz umutları. Aldatılmış kuşakların bir parçası olarak, uzakta her duman görüldüğünde büyük yangınlar çıkmış olmasını dilemek problemli bir etik anlayışı değildi oysaki. Soluk almanın keyfine varmak için, uzun bir süre nefesini tutmak gibiydi sadece; soluk almamak. Ya da onların sürekli bahsettikleri kıyameti düşleyerek, sen de kop kopacaksan, deme sabırsızlığını göstermek. Hayır, kötü olmasaydı iyiyi nasıl anlayacaktık zırvaları için ortaya atmıyorum bunları. İyi ne ki diye soruyorum ben, aldatıldığımızın kanıtı olan başarı kavramı mesela, ne ki?

Karalanıp silinen satırların kırılganlığı kaldı üzerimde, olmayışların esrikliğiyle. İçinde durduğum anların düşsel gelgitleriyle kırıyorum tekdüzeliği. İç içe geçmiş kavramların arasında tanımlamalar peşinde koşuşuma gülüyorum diğer yandan, boşlukların içinde yüzüyorum. Saçma diye ifade ettiğim şeylere anlam yüklemeye çalışıyorum, ortaya koymak için uğraştım her şeyi saçmaya boğuyorum. Bekliyorum sadece, bir şeyler olmasını bekliyorum. Hayır, pasifleşmiyorum, sadece çıkış yolu olmayan bir mekanı mesken tutuşumun nedenini düşünüyorum. Bu her şeyin öncesini düşünüyorum, buraya nasıl geldiğimi, belki o zaman bir şeyler bulurum diye şeyliğe sarıyorum. Belirsizlikler içerisinde karaladıklarımla kendimi belirleyeceğim düşüncesiyle boğuluyorum, meraklar içerisinde.


Dönüp, yavaş yavaş yokoluşumda kendimle götürdüklerime bakıyorum. Nedeni cevaplayamıyorum, daha katlanılabilirler diye düşünüyorum sadece. Meylettiğim her şeye bu cümleyi armağan ediyorum, sadece daha katlanılabilirler.

Erteliyorum tüm düşünceleri, hisleri ve sonrasında kaçırdığım o anlık doğallıkları yaratmak için zorluyorum kendimi. Kaçırdığım trenlerin yolculuklarını tamamlaması için istasyonlarda sabahlıyorum, olmadığını görünce yeni istasyonlar yapıyorum, rotaları ele geçirmeye çalışıyorum, korsan eylemler planlıyorum, kendi halimde kendi halimle başa çıkarken bunlu zamanlara selam duruyorum.

Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün hava labirentin içinde sıkışmış insanın kendi eşikleriyle boğuştuğu o tarifi zor ve yoğun anlar gibi, metaforunu yediğim karalama!


*görseller;
1, carol jerrems, butterfly behind glass
2, mount rushmore - south dakota, 1969, lee friedlander

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

16. Gezici Festival


16'ncısı düzenlecek olan Gezici Festival hakkında ayrıntılı bilgi için görsele, buraya veya buraya tıklayabilirsiniz.

Festivaller güzeldir ama Gezici Festival bir başka güzeldir. Ah bir de geçen seneki gibi Batı Sinemaları festivale özel açılsaymış daha güzel olacakmış ama her şeye rağmen bu güzel festivale yakın duralım.




sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

18 Kasım 2010 Perşembe

Trois couleurs: Bleu

Biz mi birileri ağlamadığı için ağlıyoruz yoksa birileri mi biz ağlamadığımız için ağlıyor, bilmiyorum. Fakat birbirimize içten içe gülüyor oluşumuz beraber ağlama ihtimalimizi yok edecek gibi gözüküyor. Hissetmekten bahsetmiyorum elbet, hem bahsediyor olsam bile hissetmek beraber mi olmak zorundadır, karşıdan karşıya mı olmak zorundadır, veya herhangi bir zorunluluğu var mıdır, öncelikle bunu sonuçlandırmamız gerekiyor sanırım. Zaten nedenlerle değil sonuçlarla yürüyoruz, biliyorsun, detaylar sadece komplo teorilerinin parçaları, öyle mi dersin ya da doğru?

Daha resmileşebilir her şey, daha kavramsal soyutlarda takılıp kalabilir, ama güzel bir koro eşliğinde söylenenlere kulak verdim ben, kitleleri boşverdim şimdi. Belki tamamen anın getirdikleri neden oldu buna fakat umursamadım, artık geriye yapmam gereken tek bir şey kaldı; hiçbir şey.

Kaçışların geri dönüşleri var mıdır, yani kaçılan şey, kendine tekrar döndürebilme gücüne sahip midir ve zaten kaçışın da esas nedeni bu olduğu için aslında kaçış da, kaçılana bağlı olarak, dönüşün bir parçası mıdır? Boşvermişlik yerini pişmanlığa bıraktığında, pişmanlık, boşvermişlik duyulmadan öncekiler nedeniyle midir yoksa boşvermiş olmaktan mı pişmanlık duyulur?

Sorular bir yana, bizi yaşatan anların güzelliği yeri geldiğinde bizi yok eden anların kendisine dönüşebiliyor. Kupa, bazen tatlıları dahi alamayabiliyor.

Bir yerlerde "özgürlük" adına yıkılan duvarlar vardı, anımsar mısın? Yoksa sen de benim gibi kaçırdın mı o zamanları ve bugün geriye dönüp ortalığı nasıl velveleye verdiklerine mi şaşıyorsun? Kieslowski, sanki buna da değiniyor, yani "eşitlik" ve "özgürlük" kavramlarının apayrı birer temsil olup olmadıklarına dair o soruyu ortaya atıyor, olabildiğince estetik bir biçimde. Ben kendi köşemde ve halimde filmin bitmemesini uman fantastik beklentilerim içerisindeyken, en sonunda Kieslowski beklediğim o cevabı veriyor ve "mavi" ile "beyaz" iç iç geçiyor.


Koroya kulak verelim baylar bayanlar, tüm estetiğe ve düşündüklerimiz kadar hissettiklerimize, beraber tüm güzelliklere.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygular;
Kieslowski ve Binoche'a derin selamlarla:;,

Jim Jarmusch


1984 yılında Stranger Than Paradise filmi üzerine Harlan Jacobson ile yaptığı röportajdan;

"Basit bir tema bu: paranın onlara göre anlamı. Parayı çalarak, hile yaparak, yalan söyleyerek ya da şans eseri bulabilirsiniz. Fakat bütün günlük programınızı ona göre yapıp bütün hayatınızı paranın etrafında kuramazsınız. İhtiyaç duyduğunuzda temin ettiğiniz bir vasıtadır o. Muhtemelen bu düşünce, benim yaptığım her filmin teması olacaktır. Zira gözünü gerçekten hırs bürümüş karakterlerle ilgilenmiyorum ben. Amerikan rüyası türünden bir şey hiç ilginç gelmiyor bana."

***

"Her şeyden önce bu fikirden nefret ediyorum. Şunu söylüyorum, ben okul masraflarımı ve diğer ihtiyaçlarımı karşılamak için fabrikalarda da çalıştım, fakat bilmiyorum, başka insanlar adına çalışma ve başımda bir patronumun olması düşüncesine katlanamıyorum. Asla yapamıyorum, ya da koşullarını sevmediğim için bir işi uzun süre götüremiyorum. Biliyorsunuz, zaman kısıtlı.

Elio Petri’nin The Working Class Hero Goes to Heaven (1971) adlı bir filmi var; orada Gian Maria adındaki adam çalıştığı fabrikadan çıkıp evine gidiyor ve evdeki her şeyi kırıp parçalıyor. Üstelik bunları yaparken o televizyonu, pikabı ya da vazoyu almak için ömrünün kaç saatini verdiğini düşünüyor. “Yirmi iki saat.” Kır, parçala. Gerçekten harika bir şey. Aynen benim duygularımı yansıtıyor. Bütün hayatımı kazanç elde etme etrafında programlamaktansa, hiç param olmasın daha iyi.

Şu anda bir sürü insanın elde etmek için bekleyerek bütün ömrünü tükettiği ve elde edemediği bir imkana sahip olsam da, gerçekten Hollywood’da çalışma arzusu duymamamın sebebi budur. Bana çuvallar dolusu para teklif eden, fakat her şeyi, sizin de bildiğiniz üzere, aynen Porky’nin tekrarları gibi yönlendiren insanlara boyun eğmek ilginç bir duygu olsa gerek. Benim tek isteğim, çalışmalarımı yürütebilmek, kiralarımı ödeyebilmek ve para kaygısı çekmemek. Gerçekten de benim en büyük arzum bu. Bir anlamda da çelişkili bir durum tabii."

***

-Cennet yok mu, yoksa var mı?
"Yok. Gerçekten yok. Katırın önüne havuç koyulacağına inanmıyorum. Sanırım bizi kuşatan şeylerle yüzleşmemiz gerekir.
Bu cennet, bir inziva yeri olması gereken Florida, aslında Cleveland’dan tamamen farklı bir iklim ve biraz da farklı peyzajdır. Gezip dolaşırken ben şunu hissettim, Amerika’da sürekli bir monotonluk var, hele fazla paranız yoksa. Belli bir ücret yelpazesi içinde tarife uygulayan bütün moteller birbirine benziyor. Peyzaj değişse bile, siz aynı 7-11 mekanına gitmeye devam ediyorsunuz. Aslında benim hiç ilgilenmediğim Amerikan rüyası denen şeyin felsefesidir bu. Gerek bu sebeple gerekse karakterler açısından olsun, cennet yoktur. Sizin kendinizi daha rahat ve daha güvenli hissedebilmek için kafanızda tasarladığınız ya da kurduğunuz bir şeyden ibarettir o. Fakat hayatın gerçeği değildir.
Ben bu karakterleri beğeniyorum; onların her şeyi oldukları gibi kabul etme tarzını önemli buluyorum. Her şeyden feragat etmiş bir halleri var ve hayat koşullarını düzeltme isteği duymuyorlar, sadece bir değişiklik arıyorlar, farklı bir iskambil oyunu ya da o türden şeylerin peşindeler."


1987 yılında Peter von Bagh ve Mika Kaurismaki ile yaptığı röportajdan;

"Amerika’da hırstan geçilmiyor. Hırs ve başarı konusundaki bu düşünceden bıktık usandık artık. Kesinlikle her yerde karşınıza çıkan bir şeydir bu, fakat ABD’de özel bir yere sahip. Benim hiç ilgilenmediğim ve sevmediğim bir özellik bu; hayatım boyunca hep ekonomik olarak belli bir aşamaya gelmem gerektiğini öğrendim. Önemli olduğu düşünülen şeyler ve kişiler de bu ekonomik düşünce biçimine dayanmakta.

Gençliğimde kafam siyasal düşüncelerle doluydu, idealist biriydim. Şu anda gezegenimizi kirlettiğimiz duygusunu taşıyorum. Politikada her şey hırs üzerine temellenmiş. Her şeyi mahvettik; örneğin, Çernobil’den sonra insanlar nasıl olur da nükleer güç kullanmayı düşünebilirler! Sadece kendi hayatlarını düşündükleri için hiç aldırmıyorlar. Bir bakıma bu gezegen için her şey çok geçtir artık ve bana göre karşılıklı konuşmalar, birisiyle birlikte yürüyüşe çıkmak, bulutların üstümüzden kayıp gitmesi, ışığın bir ağacın yapraklarının üzerine düşmesi ya da oturup biriyle karşılıklı sigara tüttürmek gibi en basit şeyler daha önemli hale gelmiştir. Bana göre, bütün bunlar o anlaşılmaz sözlerden daha değerlidir. Gerçi bir bakıma bu da çıkarcılıktır. Nihilist olduğumu söylemek istemiyorum, fakat bana göre bu gezegen mahvolmuş durumda ve hali içler acısı. Yine de, hala şu andan başlayarak yüz yıl sürmesi mümkün olmayan küçücük ve güzel şeyler yok değil. "

Jarmusch'un da dediği gibi, "Yaşamın güzelliği küçük detaylarda, büyük olaylarda değil."


ludvig hertzberg, jim jarmusch, agorakitaplığı, istanbul, 2007.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

13 Kasım 2010 Cumartesi

3 (üç)


Zihnimin yoğunluğunu arttırdığım her an daha fazla yaklaşıyor gibiyim sonlara, post apokaliptik tutkuların sardığı o sonlara. Hissediyorum her anı, zamanı hissediyorum ve kendimi doğruluyorum, zamanın insanların icat ettiği saatlerle ölçülemeyeceğini. Her şey daha yoğun geliyor, her şey daha boş. Boşluğu daha yoğun hissediyorum yani, hiçlikte tutkular kovalıyorum. Film esrikliğim, yaşam esrikliğime kavuşuyor, aylaklıkta deneyimler ediniyorum. Sahneler kuruyor bozuyorum, kısa senaryolar yazıyorum bana ona. Sonra yürüyorum, ormanlarda baykuşlarla ahbaplık ediyorum, kuzgunları bekliyorum.

Zamanın geçiriciliği, alışmanın ve boşverebilmenin bir başka avuntusu. Şimdiki zamanın bilinci, hüznün ödüllerini dağıtıyor görkemli kaybedenler arasında, göğe bakmalar durağında. Kurguları bozan anlara birer ağıt tüm bu afili cümleler.

Müzik devam ettikçe birbirlerini eşitlemeye çalışan çubukları izleyebilirim dakikalarca sıkılmadan. Onların anlamadığım renklerini konuşabilirim kendi kendime, kısa kalana destek çıkabilirim mesela, nereye kadar gidip geldiklerini düşünebilirim veya, tüm hiçliğimi onlarla paylaşabilirim yani dakikalarca.

Bir harf arası, iki yaşam farkı, bir insan çıkmazı… Astral seyahatler kurgulayabilirim aslında ona, balladlar besteleyebilirim duyurmadan, halüsinasyon günlükleri karalayabilirim habersiz ithafnamelerce, avunurum böyle de, zamanı ve getirilerini uzaklaştırırım kendimden isteksizce.

Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün hava, yaşanmışlıklarını benliğinde hatırlayınca, arınmışlığından çıkan Budist rahibin tapınağında işlediği cinayetin kan kokusunu gidermek için yaktığı tütsülerin kokusuyla bezeli ve yamaç kenarından paraşütle atlayan güzel insanları, biraz daha hızlansa uçuracak nitelikte esmekle, onlara tolerans göstermek arasında kararsız bir rüzgar tedirginliğini yaşıyor.

fotoğraf; tom waits, anton corbijn

7 Kasım 2010 Pazar

2 (iki)


Meçhulüz biz, hiçliği onurlandıran boşlukların cahiliye devirlerinde birer soytarıyız, birbirlerine söven. Olmayan kralların eğlenceliği yaşamlarımız, bilinen bir bilinmeyenliğiz, kaybedenlerin, tutunamayanların ilkeliyiz. Diğerleri ise cüzzamı bu dünyanın, birkaç kelimeyle üzerinden geçilecek kadar değerli.

Koşuşturmacanın içindeki boğuşturmacada kayboluyorum. Hiçliğe övgülerde figüran olarak rol alıyorum, söverken her şeye, duraksıyorum bir an. Düşlediklerimi hatırlıyorum; yanıldıklarımı. Hatırladıklarım ve hatırlamayı umduklarımla yaşıyorum, geçmişe özlemler gönderirken cevaplar umuyorum, paralel evrenlere taşınmayı rafa kaldırıyorum. İrkilip devam ediyorum nefes ritüeline.

Ayinler düzenliyorum bıraktıklarıma, inanmadıklarıma. Kokuları yokluyorum, kokular arıyorum kendime. Soyut eylemselliğimi somutlaştırmak için çıkışlar arıyorum kasabamdan. Loş ışıklar altında yağmur ormanlarında kaçıştığım zamanları anımsıyorum, kasabama övgülerde tek kişilik gösterileri kovuyorum artık uzağa.

Anlamsal derinlik, kavramsal çeşitlilikle yakalanamıyor artık. Boşlukta kaybedilemeyen güzel, tüm sorunlara kaynaklık ediyor. Ne karalanıyor, ne de aydınlanıyor. Arada kalmışlığın dayanılmazlığı, kayda geçirilemezliğin rahatsızlığı geriyor kırılgan yaşamı. Sıfatların bol kullanıldığı yerlerde, kaybolmayan zamirler, var olmayan eylemleri niteleyemeyen zarflardan bir ders geliyor önüme. Uyuşmayan hikayelere ve yaşanmayan anlara armağan edilen hisler, vazgeçiş zamanlarından kaçışlarla paralel kurguyla ilerlediğinden belki de, hissetmek mutlu kılıyor insanı. Tatlı anlara dönüşeceğini umarak tırmanan alışılmışın dışındaki gerilim, karşılıklı bilinmeyenliğin ve belki farkındalığın dahi olmadığınının bir an için akıldan geçmesiyle ortaya çıkan alışılmış gerilimin çakışması, hislerin habitatına kararsızlık serpiyor. Söylenmeyenler, bilinmeyenler, ürkülenler ve her şeye rağmen peşinden gidilen mor yapraklı çiçek ekimleri. Sonuçta, itinayla yaşanılıyor, imtinayla bahsediliyor.

Sadece kayıtlarda bulunması açısından, güneş sadece aydınlatıyor bu aralar, yağmur yağdıktan sonra çıkan gökkuşağıyla ısınıyor dünya.

fotoğraf, rodney smith

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

25 Ekim 2010 Pazartesi

1 (bir)


Büyük bir bilinmezlik içindeki farkındalık, ve bilinmezliğin bir süre sonra tüm farkındalık üzerinden bilinci yutması. Tarifi zor ve bir o kadar kirli, veya öyleymiş hissi veren rahatsızlık. Ve anlık vazgeçişler, parıltılar, sönültüler derken debelenen bir zihne yönlenmiş, kararsız ama sarsıcı vuruşlar.

Karanlığın içindeki o farkındalık, bazen tüm anlamını yitirerek, her şey gibi, farkındalığın içeriğindeki tüm istenilmeyenler gibi oluyor bir an için, ve işte o an kokuşmuşluğun yeri ve zamanı olmadığını hissediyorum, o kadar içimizdeki artık, ölürken bile an be an takipte.

İnsanın bir idam mahkumuyla karşı karşıya koyması kendini, veya koyabilmesi, tüm boşluğun içindeki heyecanı görmesini sağlıyor. Sıkışıp kaldığımız yerlerin bir süre sonra bize sahip olduğunu, sahiplik kavramının ne kadar tiksindirici olsa da o kadar derinden harekette olduğunu gösteriyor.

Patlayan volkanlar, patlamayan ya da patlayamayan veya asıl yaygın ve egemen olan patlamanın ne olduğunu anlayamayan insanlarla geçiyor dünya.

Dışarıdaki rahatsızlık, içimize taşındığı zaman asıl kavga başlıyor. Kişi, kendiyle uzaklaşıyor, ruhu, kokusu, düşünceleri, hisleri kendine hapsoluyor. İşte tam burada o can alıcı ayrıntı devreye giriyor, ya idam mahkumluğu oluyor bu sürecin kararı ya da müebbet hapis. İnsan zihninin korkutuculuğu, adalet sisteminin bir izahı değil mi zaten?


Hiçliğimiz boşluğumuzla buluşuyor, büyük buluşma bir hüsran oluyor, rüyadan kalkınca kabus anlaşılıyor.

Yaşam sonlarla ve başlangıçlarla anlam kazanıyor artık, doyumsuzluklarımız doruk noktalara çıkıyor, modern dünya kendini besliyor. Ama problem değil sadece, başlı başına bir modern dünya, biz, asıl biz savruluyoruz dünya dönerken eksenlerde bir düzenle ve yine, insanlar aslında problem dünya dönerken savrulmadıkları için, şaşırtarak bizi, ve kurdukları için kendilerine göre düzeni dünyanın düzenine yönelimsiz veya yönelimli.

Eskiden n’aparlarmış insanlar? Savaşmaksa tüm işleri, çok düşman pis düşman diğer uluslarla, bu kadar ulus nereden kalmış, tüm hepsi birbirine karşıt ve kendini savunurca? Ve edemedikleri için birbirlerini yok, başarısızlığa karşı bir korku var, yaşama karşı tüm insanlıkta. Ama hepsi bir kenara, mutlular mıymış, kendilerini bir iki adama adayarak yaşadıkları ömürlerinde, kazanamadıkları ve kazanamayacaklarıyla, vitrinselliklere bakıp kalmışlar mı onlar da, vitrinde olma veya vitrini alma fantezileriyle?

Kendim sıkıldım, ruhum bunaldım, ben şimdiye kadar kaçmak için parmaklarımı yavaş çekimde saydım; diyebilmek için şimdi durdum, beni bana göstermeye az da olsa zaman kaldı, uçmak için kuleden izin alamayınca, kuleyi yerle bir edecek plan ve teçhizat için hazırlanmaktayım.

Tüm saçmalamalarım ve fantazmik coşkusallıkla çökkünlüklerimle, ben hala bir şeyler karalıyorum, öylesine çıkanlar, belli bir mantıksal tutarlılığı ve düşünülmüşlüğü olmadan anlık sayıklamalar, sonradan hatırlanmasa da görülecek olanlardan.

Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün gece o kadar aydınlık olacak ki gecenin, gece olduğunu bu kadar net anlamış olmayacağız daha önce.


fotoğraflar; exposes everything, matt stuart

23 Ekim 2010 Cumartesi

0 (sıfır)


Birisi tarafından yazıldığına inanılmayan anlara ithafen, zamanları yaşamak. Çevrede üzerlerine sinmiş tüm kokuşmuşlukla yönelttikleri adi düşüncelerine ve planlarına rağmen, devam etmeye çalışarak yaşamak. Ama onlar her yerde, insanlar sarmış dünyanın dört bir yanını tüm çöplükleriyle.

Nasıldı tüm insanlık düşüncelerde? Nasıl kirlendi her şey bu kadar çabuk, nasıl icat ettiler o kendilerini yiyen makineleri, kendilerini hapsettikleri şeyleri?

Tüm bıkkınlığım, bezginliğimle ihtiyarlaşmaya yüz tutuyorum belki ama inanmadığım bir ruha kurbanlar sunmuyorum kendimden en azından. Korkum burada başlıyor zaten, sunmadığım ve sunmayacağım kurbanların yerini, allak bullak olmuş zihnimle istemeden almak, işte budur tüm korkum. Kendimden emin olamıyorum, kendime emin olamıyorum. İtina ve imtinayı bulamaç ediyorum, ölüme koşmak için yaşamın da içine.

İlgi duydum; yaşamda, dünyada olup bitenlere, yaşama ve dünyaya meyillendim ama meylimi bozup üzerlerine de devrildim. Şimdi patinaj çekiyorum dönen bulamaçlarımla yarı havada. Bir uçurum kenarı arıyorum debelenirken, farketmeden yuvarlanılacak, kendime getirecek beni.


Sonuçlara küskün bir şekilde yaşıyorum tüm nedenlerle beraber. Biz ayrıyız diyorum, siz ayrısınız, yalnızlık sizde de var, kabullenin artık. Nedenlerle sonuçları uzaklaştırarak, olayları değiştireceğime, o istediğim kaosu bulacağıma inanıyorum, sonrasında gelecek muazzam kaosu, birbirine gerçekten girmiş dünyayı ve yaşamı. Savaşları bekliyorum, yıkımları, toplu ölümleri; durupta ey insanlık, ben size gidişten bahsetmemiş miydim demek için, sonra da, sen fısıldayarak sayıklıyordun demelerini duymak için.

Şimdiki zihin keşfim; yaşama karşı bir katalizör görevi görmek benim amacım. Sorumlu değil sorunlu insan görevi üstlenmek tüm insanlığa karşı ve o her yaptığında iyi olma zırvasını sonuna kadar sadece ve sadece burada uygulamak. Aydınlanmak istiyorum, tüm insanlığa ve kokuşmuşluklarına inat aydınlanmak, beni zaptetmeye çalıştıkları tüm itaat buyruklarına inat, bozguna uğratmak istiyorum her şeyi, yakıp yıkmak, kaosu getirmek istiyorum. Dinozorları özlüyorum tüm benliğimle.


Ve ödül törenleri düzenleniyor dünyada. Asrın performansı diye abartılarak, ödül Tanrı'ya veriliyor. Ardından büyük müritler çıkıyor; alkış, kıyamet. İnsanlık ağlıyor, ödülü kazandılar diye. Tanrı sakince sahneye geliyor ve tül perdeye hamle yapsa mı yapmasa mı diye düşünüyor. İnsanlık kırılıyor açlıktan, zulümden, inançtan, paradan. Tanrı’nın, bugün insanlık için ne yaptım diye kendine sorduğu zamanlar geliyor aklına, bilmem kaç yıldır uydurduklarımla insanların uydurduklarına yön verip, uydum, artık burdayım desem mi diye düşünüyor. Ve insanlık doğal afetlerle yıkılıyor, kan artık sadece büyük katiller, doktorlar, askerler, avcılar ve eline cam batıpta elleri kanayanlara ait olmaktan çıkıyor, tüm dünya kan oluyor, dünya, insanlıkla beraber kanıyor, doğanın rengi kırmızı bir yeşil oluyor. Tanrı, tül perdenin üzerinde uyduruk masal kahramanlarını izliyor ilham almak için ödül konuşmasına, ve ilkel bir prompter görevi üstleniyor belki o kahramanlar, zihinlerinin yansıdığı renkli, zihin boğuculukta. Ve insanlık ah insanlık, yüzyılın vurgununu yapıyor hala boğulmuş zihinleriyle, bir vaiz çıkıyor aralarından, her cümlesinden sonra büyük bir coşku dünyadan, meşaleler kırmızıyla yakışıyor belki ama sadece manzaradan, düşününce olanları ve düşününce olmakta olanları tedirginliği çoktan geçmiş bir hisle bıkkınlık hakim oluyor boğulmamak için çırpınan zihnimize, evet bizimde siluetimiz var hala sadece. Tanrı tülü gördükçe kahkahalar atıyor ve rahat bırakıyor tülü, tüle değmek üzere olan gölge kayboluyor, tülün biraz daha uzağındaki gölgeye karışıyor, ardından bir ses duyuluyor birden, Tanrı konuşmaya başlıyor. Ve insanlıkla vaiz duydukları sesle irkiliyor, kulak kesiliyor tüm kanlarıyla. Tanrı konuştukça konuşuyor, uzun mu uzun zamandır etkisindeki kitleden daha büyük bir kitleyi yakalamanın sevinciyle, uzuyor konuşma. Ve vaizin uyarısı geliyor, süre daralıyor diye; insanlık şaşırıyor ödül konuşması yapan Tanrı’yı bir an unutarak, bir kıyamet dedikodusu ve zırıltısı ve de bâtılı başlıyor, ama vaiz artık Tanrı’ya sesleniyor. Mesajı anlayan Tanrı konuşmasının sonuna geliyor ve Tanrı’nın, ilginç bir şekilde çok az kusuru görülebilen bir akıllı tasarımdı, çok teşekkürler, “beni sizler yarattınız”, cümleleri duyulduktan sonra tülün arkasındaki gölge yavaşça yokoluyor. Beklenen yıkıcı, inletici alkış gelmiyor. Dünya muazzam bir sessizlikle ve sessizlikte yankılanıyor tüm boşluğun içinde, kokuşmuşlar ve kokuşmuşluklar, kanlar ve tüm oksijen israfı insanlık yokoluyor ve geriye sadece biz kalıyoruz, yeşiline kavuşmuş, kusursuzluğunu kusurlarından alan bir doğa ve yükselen düşüncelerle sadece biz. Vakur bir tavırla, bildiklerimizin olmasına aldırmadan, ve düşündüklerimizin, bildiklerimizin gerçekliğine tam anlamıyla ulaşmış olmaktan ötürü ilkel bir sevinç göstermeden, sadece yaşıyoruz, yaşadık diyebilmek için, yaşamı iliklerimizde hissederek kozmosa dolan ve kozmosdan gelen mutlulukla.

Sadece kayıtlarda bulunması açısından, bugün hava; meteorolojiden gelen tahminlerin tutup tutmayacağı konusunda iddiaya giren, sabahın 5,30’unda uyanmış, iyi arkadaş iki ihtiyar’ın hissettiği gibi; yaşam devam ediyor, ama kendileri olacaklar mı olmayacaklar mı bilmiyorlar, zaten onlar için farketmiyor olup olmayacakları, fakat yine de içlerinde bir huzursuzluk var, her an ölümü görmüş gibi soğuk, ve her an ölümden kurtulma refleksi sonucu, ölümden kaçmış gibi güleç, ve hissedilen bir kokuşmuşluk hissi, yiyecekteki gibi olmayan, sadece hissedilen bir kokuşmuşluk, ve hala yapmak istedikleriyle istemedikleri birçok şey, ve anlamlandıramama, selam size ihtiyarlar, merak etmeyin el öpmeye gelmedim!


1; look-right, lorissa shepstone
2; behind the gate saint-lazare, 1932, henri cartier-bresson
3; boston, 1947, henri cartier-bresson
4, nehru gandhi'nin ölümünü anons ederken, birla house, delhi, 1948, henri cartier-bresson


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

9 Eylül 2010 Perşembe

Make It Rain


Düşünüyorum. Diğer yandan, rahatlatırken ilk anda hissettirmese de, sertliğiyle yalpalatıcı rüzgarı hissediyorum. Ve merak ediyorum; cebindeki hiçle kafasındaki hiç arasında anlam ayrılığı olan bir insan sadece 2000'lerde mi hapsolur? Hem bu diğerleri, diğer insanlar tüm buhranını paylaştığım zamanların gidişini hala görgüsüzce kutluyor gibiler. Elbet elbet bahsettiğim, usulca giderlerken benimle vedalaşan kuşaklar ve zamanlar, bir bakıma.

İnsanların davranışlarına, tepkilerine şaşırıyorum da hala. Garip, heyecanlarımın, diğer insanlarla aynı olmadığını uzun zaman önce keşfetmiştim oysaki. Onlar ki, bu kalıpla başlayan her cümleye inandılar, benimki istisna.

Mucizeyi beklerken, geriye yapılacak bir şey kalmıyor. Neyse, bir Londra Çınarının altında, ne düşünülebilirki başka?

fotoğraf; the letter, mario jean
başlık; make it rain, tom waits

27 Ağustos 2010 Cuma

Noviembre



Marx'ın çok ünlü bir sözü vardır; Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir. ("Çeşitli biçimlerde yorumlama" haricinde "anlamaya çalışmışlardır" şeklinde de Türkçe çevirileri mevcuttur.) Üzerine çok uzun zaman düşündüğüm bir cümle kendisi. Fakat her zaman takıldığım ve tüm meselenin temelini oluşturan bir nokta: peki ama nasıl? Nasılını düşünürken Sonucunu görünce bırakmıştım; Ortaçgil seslendirdi zaten; "Bu İş Zor Yonca"


"Dünyayı değiştirmek istemiştik, perişanca yenildik. Şimdi, dünyanın beni değiştirmesini engellemeye çalışıyorum."


Bireysel azınlık olmak ve ideallerimizi sadece kendi yaşamımız için oluşturup izlemek, kendimize ve ideallerimize karşı bir ihanet değildir. Aksine, tüm güzellikleri korumak, savunmaktır. İnsanlığın en büyük erdemidir.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

La finestra di fronte


Filmi izlerken kavramlar ve gerçeklikle boğuştum, duraksamadan. Bunları herkesin anlayabileceği bir şekilde sembollemek, bazen, artık benim anlayamama neden olabiliyor. Çünkü bazen düşünceler ve hisler duyumsadığım o kokuyla özdeşleşiyor. Size sorabilirim elbet, siz de bir koku alıyor musunuz, diye; fakat nereden bilebilirimki neyi kokladığınızı.



















tüm hisler ve düşüncelerin birbirine karıştığı bir habitatta;

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

30 Temmuz 2010 Cuma

Charles Bukowski

...
İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.
...


charles bukowski, ekmek arası, metis yayınları, istanbul, 2008

22 Temmuz 2010 Perşembe

Gezgin Bir Bezgin


Varoluşsal bunalımlar içerisinde yâr oluşsal sıkıntılar çekiyoruz ve halimiz dumanlaşarak yok olurken, her şeyden vazgeçiyoruz.


foto, river phoenix, gus van sant'in my own private idaho filminden

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

19 Temmuz 2010 Pazartesi

The Prestige


Dikkatli bakın ey canlar; sinema kozmosun tüm sırrını içinde barındırır.

18 Temmuz 2010 Pazar

Umut


"İyi at, iyi araba para işi gardaş. Paran olunca her bir iş iyi olur. Paran olunca kebap yen, paran olunca tatlı yen, şarap içen, iyi yataklarda yatarsın.Parası olunca adam kuvvetli olur. Parası olunca adamın evi, avradı olur, evinde tenceresi kaynar, çocukları olur. Paran olmadı mı iyi değel, dünyada senden kötüsü yoktur, senden püsü yoktur, her yerden kovarlar seni. Fakirin yüzü soğuktur. Niye soğuktur Cabbar gardaş? Parası yoktur da ondan. Mesela kış gününde, günün en soğuk vaktinde, cebinde paran olsa üşümezsin, hamamdaymış gibi terlersin. Ammavelakin para olmadımı yaz gününde üşürsün. Neden? Çünkü para adamı sıcak tutar. Sıcahhh... Senin bu atlar paran olsa iyi yem yerler. Paran yok, gariplerin iskeleti çıkmış. Açlıklarından ölecekler."


Bir zamanlar sistemin çarpıklığı konuşulurdu, şimdi o kadar benimsendiki her şey; artık sisteme uymayan insanların çarpıklığı konuşulur oldu.






Şimdi o bilete hiçbir şey yok be Cabbar, evet amorti bile yok.



sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

8 Temmuz 2010 Perşembe

Nazım Candır

Bir Şehirde Tıramvaylarla Yapılmış Gece Gezintileri Üstüne

İhtiyarlık yalnızlık bir de ben bir de karasevda dördümüz konuşmadan
yan yana yürüyoruz.
her birimiz tek başına yürüyor ama yan yanayız
neler vermezdik işitmiyelim diye birbirimizin ayak sesini
acıyoruz sövüyoruz birbirimize içimizden ama birbirimizi sevmiyoruz
çünkü inanmıyoruz birbirimize
neler vermezdik bir dörtyol ağzına varıp sapabilelim diye bir anda dört
ayrı sokağa ama içimizden biri ölse kalanlar sevinir mi bilmiyorum
ihtiyarlık yalnızlık bir de ben bir de karasevda dördümüz konuşmadan
yan yana yürüyoruz
geceleri tıramvaylara biniyoruz nerelere gittiklerini bilmediğimiz tıram-
vaylara
üçer vagonlu geniş temiz tıramvaylar bizi korkunç gıcırtılarla bir yerlere
götürüyor geceleri
yanmış duvarlar çıkıyor karşımıza ansızın ve sokak fenerlerinin ışığında
yürüyor üstümüze yüksek ve inatçı yürüyor
pencereler çıkıyor karşımıza ve geliyor bize doğru yığınla ve birbirini
çiğneyerek camsız çerçevesiz ve odaların insanların değil boşluklar-
rın pencereleri
kanatsız kapıların hiçbir yere açılmayan kapıların önünden geçiyoruz
sarı pazubentleri üç noktalı adamlar tıramvay bekliyor kaldırımdalarda
ucu lastik bastonlarına dayanmışlar
dilsizlerinin tümü sağır mı bilmem ama körlerinin çoğu bakar kör ve tı-
ramvayların ışıkları düşüyor açık gözlerinin içine ama onlar gözleri-
nin içine ışık düştüğünün farkında değil
yaşlı yorgun kadın biletçiler bindiriyor tıramvaylara körleri beni elimden
tutup yumuşacık yerden kaldıran kadınlar
çoğunuza birkaç şiirden başka bir şey veremedim
biraz da keder belki
hepinize minnetliyim
yangın yerlerinin karanlıklarını geçiyoruz
barok sarayları yıkılmış alanları geçiyor tıramvaylar ve yanmış yıkılmış
taşlar birbirine benzediğinden başımız dönüyor hep aynı yerde do-
lanıyoruz
delik deşik olmuş bu şehir başka şehirleri yıkmağa yolladığından askerle-
rini
ben yerle bir edilmiş şehirler gördüm askerlerini başka şehirleri yıkmağa
yollamışlardı başka şehirlerin askerleri yerle bir etmişti onları
ve şehirler gördüm hazırlıyor askerlerini başka şehirleri yıkmağa yolla-
mak için ve kendileri yıkılmak için
kemancılar biniyor tıramvaylara keman kutuları koltuklarında ve kederli
uzun saçları gizleyemiyor dazlaklıklarını
bu Ağustos dünyanın son Ağustosu mu diye sordu kemancılardan biri
bilmediğim bir dille biletçi kadına
tıramvayların sahanlıklarında öfkeli delikanlılar duruyor
öfkeleri neden kime kendileri de bilmiyor sanırım
güzelim Havana'da şimdi saat kaçtır gece midir gündüz müdür
genç kızlar iniyor tıramvaylardan
bacakları gayet biçimli
olduğum yerde oturup kımıldamadan arkalarından gidiyorum ve taş
köprünün altında ağızlarının sıcaklığını duyuyorum yüzüme yakın
ve başımı çeviriyorum nerde olduğunu bile bilmediğim genç bir ka-
dın dokunuyor omuzuma
saçları saman sarısı kirpikleri mavi
ak boynu uzundur yuvarlaktır
duraklarda kara hasır şapkalı korkunç kocakarılar birbirlerinin elinden
tutup geçiyor tıramvay yolunu
sağımda oturan adam gömüldü kendi içine yitirdi kendini
yine kederli dalgalara düştü sağımda oturan
ve ben biliyorum kocalmak bu işle başlar
ve lâkin elimde değil kederli dalgalara düşmemek
ve ben biliyorum kocalmak bu işle başlar
yine kederli dalgalara düştü sağımda oturan

deponun kapısında indik son tıramvaydan
yaya dönüyoruz
dördümüz
ihtiyarlık yalnızlık bir de ben bir de karasevda

ortalık ağarıyordu otele vardığımızda
odamızda radyoyu açtık
Kosmos gemilerini anlatıyor.*

3 Eylül 1961


Nazım candır. Nazım'ı kendi yazdığı dilden okuyabilmek mutluluğun kendisidir.


* nazım hikmet, son şiirleri, yapı kredi yayınları, istanbul, 2008, s. 98

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Stranger Than Paradise


Havada kalıyor verdiğim nefesler, ve daha dışarıya alışamadan tekrar vücuduma döndürüyorum, geri içime alarak. Dışarıya çıkabilmiş olmanın merak duygusu sonlanmadan geri dönmesiyle içime oturuyor nefes, o an anlıyorum yaşamak nasıl bir şey. Kursağımda kalan hevesler, geçenlerden farklı değil oysa, ama her şeyi devam ettiren bu benim için; bir umut döngüsü.

Paylaşma kelimesi türetilmeden önce, şimdi kulağa geldiği kadar sevimli miydi acaba o eylem? Kurcalıyor kafamı, bulamıyorum. Ama paylaşmanın da durumları vardı elbet, yok olacağını ve bozulacağını bilerek, korumak adına mesela.

Her şey bir kenara ne kadar farklı geliyor kulağa, aynı durumu anlatma çabasına giren "bir başına" ve "tek başına" öbekleri. Aslında iç içe ikisi, ayırmaya çalışmak ahmaklık sanki, bunu kabul etmek yapılması gereken.


Willie'nin fıkrası gibi işte yaşam, komik olduğuna eminiz yani. Eddie fıkrayı hiç dinlemedi ama hepimizden iyi biliyor ne kadar komik olduğunu. Saklamamışlar çünkü hiçbir zaman bizden, her şeyi öğretmişler(!).

Yeni bir yer, sadece içimizdeki keşif duygusuyla konuşuyor, ilginçtir; bizi tanımadan önce gayet rahatken, tanıdıktan sonra temkinli davranmaya başlıyor. Anlıyor belki, aynı olduğunu o da her şeyin. Özel olan yok, sıradan olan ve geriye kalanlardan ayrı olarak bunun farkında olan dahil. Hem bir yere uzanmış bir sıra yokki, sıranın dışı olsun.




Bir kasaba var diye koşarken, yol üzerindeki imitasyonlarını görüyoruz. Hem Jarmusch da diyor, orijinallik diye bir şey yok değil mi? Varoluşumuz mesela, ne kadar gerçek? Hissedebiliyor muyuz varoluşumuzun o coşkunluğunu? İşte gösterdi bana Jarmusch varoluşumuzun bitmeyen buhranını, ve bununla hissettim coşkunluğumu. Tezatların ilişkisine girmeyeceğim merak etmeyin, çünkü tezatlar aslında alışılmışlardır, olsalar da ne kadar karşıtdırlar ki?


Bahsetmek istemediklerimiz, istemediğimiz formlarda, nedensizce. Hayır, hayır salt bir neden yoksunluğu değil, anlaşılamayacak nedenler varlığı sözünü ettiğim. Herhangi bir yerlerde olmanın getirdiği muazzam başıboşluğun nasıl bir anlaşılması beklenen nedeni olabilir ki, söyler misiniz?

Oradan oraya çevirdiğimiz yaşamlarımızda, döngüde bilinçsizce kaybolduğumuz anlarda, bir umut döngüsünde ve akla gelebilecek her anda, birkaç sahne ve insan vardır. Paylaşmalı mı peki?


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla;

6 Temmuz 2010 Salı

Mystic River


Bir agonideyiz* hepimiz. Korkuyla gelen sınırların çizdiği memnuniyet ağında birisine inanıyorlar onlar. Ama ilginçtir, infaz kararını herkes kendisine göre veriyor, pişmanlık pek rastlanan bir şey değil, çünkü o yapılmayanlar için olan bir his sanki. Nedeni bilinmeyen; kimilerinin anmak, kimilerinin kutlamak için kullandığı törenler var. İçten içe büyük bir metafor sahası. Yaşam aslında bir hırkayla dolaşmak, öyle smokin falan abartmayın yani baylar bayanlar.





Sean: The reality is we're still 11 year old boys locked in a cellar imagining what our lives would have been if we'd escaped.

Sean:
Gerçekte, hala kilere kilitlenmiş 11 yaşında çocuklarız. Ve kaçsaydık yaşamlarımızın nasıl olacağını hayal ediyoruz.





*agoni: solunumun ve kalp atımlarının düzensizleşmesi, el ve ayakların soğuması gibi yaşam belirtilerinin giderek zayıfladığı ölümden önceki durum.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses