25 Şubat 2011 Cuma

83. Akademi Ödülleri / The Oscars 2011

83. Akademi Ödülleri'nin majör diye nitelendirebileceğimiz adaylarına ve haklarındaki ilk fikirlerime buradan ulaşabilirsiniz. Tahminlerimdeki değişiklikler de bu başlığın sonunda yer alıyor, Empire'ın tahmin bahsinde bugün yaptığım tahminleri buraya da yazmış oldum böylece.

Bu yılki Oscar'lar 27 Şubat Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan gece, sevimli Anne Hathaway ve James Franco'nun sunumuyla Los Angeles'ta bilmem ne ismindeki büyük ve güzel salonda gerçekleştirilecek. Herkesin bildiği üzere biz de gece saat 1'den itibaren başlayacak özel yayınla CNBC-E ve NTV'den izleyebileceğiz.

Bu sene En İyi Belgesel dalında Exit Through The Gift Shop isimli belgeseliyle aday olan Banksy'nin ödül alması durumunda ne olacağı merak konusu. Yüzünü bugüne kadar hiç göstermeyen Banksy, eğer ödülü kazanırsa ödülü almaya gelecek mi, gelirse nasıl gelecek diye merak etmekteyim elbette ben de, izleyip göreceğiz.

The King's Speech başlığında da yazdığım gibi bu sene sinema adına gerçekten güzel bir seneydi ve Oscar'lar açısından da baktığımızda, bu sene aday olan her bir film geçen seneki filmlerle yan yana anılamayacak kadar güzel filmler. Bu durumun bir göstergesi de bu seneki aday filmlerin yönetmenlerinin de Hollywood'dan daha fazla teklif almasına yol açtı tabi. Bugüne kadar filmlerine bütçe bulmakta oldukça zorluk çeken Aronofsky The Wolverine'i yönetmeyi kabul etti mesela. The Fighter'ın yönetmeni David O. Russell'ın da çekimleri tamamlanmış olan, çekimlerine hazırlanılan ve yeni duyurulan hali hazırda üç filmi var gelecekte. Bunlar dışında da bu aralar sürekli kendisiyle ilgili haberler çıkıyor, isminin anılmadığı yeni bir proje yok diye abartsam dahi abes olmaz.



Geçmişteki törenlere dair bence unutulamayan anları da bu başlıkla beraber bir kez daha izleyip Oscar'ları güzel güzel hatırlayalım.

marlon brando candır.

Marlon Brando's Oscar® win for " The Godfather"
Yükleyen WhiteWolf-Cree. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın

sean penn candır. konuşmasındaki obama vurgusunun dahi neden güzel olduğu merak edilirse, michael moore'un "capitalism: a love story" belgeseli izlenebilir. You Commie homo-loving sons of guns, size söylüyorum; sean penn başkadır.

Oscar 2009 - sean penn best actor HQ Official video
Yükleyen krscoop59. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

bu kadar içten bir adam, roberto benigni candır. o can bu can kim değil lan demeyin, ayıp.

Vezi mai multe din Cinema, movie trailers pe 220.ro

hugh jackman, 81. oscar gecesini çok güzel yapan adamlardan biriydi. bence oscar tarihinin en iyi açılışlarından hatta oscar törenlerinin en iyi dakikalarındandı bu açılış şovu da.

Oscar 2009: Hugh Jackman opening [VOST]
Yükleyen Alconis. - En harika videolar burada

he he he.

Oscar Comedy Musical
Yükleyen saidsup. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

Elbette bir Adrien Brody'nin Halle Berry'yi ödülü alırken öpmesi gibi daha çok güzel zamanlar yaşandı, izlendi Oscar'larda. Ancak şimdilik bu kadarının yeterli olduğunu düşünüyorum. Zaten Youtube'da iyi görüntü kalitesi olan Oscars isimli Akademinin resmi hesabına koyduğu videoları buraya alamadım, oradan buradan bulmaya çalıştım, görüntü kalitesini idare edeceğiz artık.


Tahminlerime gelince, onlarda bazı değişiklikler oldu elbette. Adayları daha önce yazdığım için tekrar tek tek yazıp onlar üzerinden yorum yapmaktansa madde madde yorumlarımı yazmak daha iyi olur diye düşünüyorum;

- BAFTA'dan da sonra En İyi Film dalında The King's Speech biraz daha öne çıkmaya başladı mesela. -Ama tabi benim daimi favorim Aronofsky ve Black Swan'da bir değişiklik yok.-

- En İyi Yönetmen ödülünü hala David Fincher'ın alacağını düşünmekteyim.

- En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Colin Firth'ün, En İyi Kadın Oyuncu ödülünü güzel insan Natalie Portman'ın, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü de Christian Bale'in alacağını düşünüyor ve ben de onların almasını istiyorum. En İyi Erkek Oyuncu ödülünü Javier Bardem'in veya Jeff Bridges'in aldığını görmek de elbette beni mutlu eder. En İyi Kadın Oyuncu dalında da Winter's Bone'da çok iyi bir performans sergileyen Jennifer Lawrence'in de en büyük şanssızlığı Natalie Portman olsa gerek. Hoş Portman olmasa bile Akademi'nin o kadar genç olanlara ödül verme eğilimi pek yok. Michelle Williams'ın o güzel performansını da unutmamak gerek elbette. En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü Melissa Leo ya da Helena Bonhem Carter alır diye düşünsem deHailee Steinfeld'in almasını daha çok isterim ama tabi yaş konusu başta olmak üzere birçok farklı nedenle pek mümkün gözükmüyor.

- En İyi Senaryo'yu The King's Speech, En İyi Uyarlama Senaryo'yu da The Social Network'ün alması muhtemel. The Kids Are All Right ise sürpriz olabilir.

- En İyi Kurgu'da da The King's Speech daha öne çıkıyor. En İyi Sinematografi dalında ben yine Black Swan'ın kazanmasını istesem de True Grit'in ismi fazlasıyla konuşuluyor. En İyi Sanat Yönetmenliği dalında da Inception veya The King's Speech filmleriyle beraber sanat yönetimi ekibi öne çıkan isimler.

Kısa kısa Oscar'a dair bir şeyler söylemek istedim, pazar gününü heyecanla bekliyorum ve bekliyoruz elbette.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

20 Şubat 2011 Pazar

Modern Times


Charlie Chaplin'in 1936 yapımı eleştirel-muhalif filmi Modern Times. Zamanında bu film nedeniyle Chaplin komünist olmakla "suçlanmış" ve sonrasında İsviçre'ye yerleşmiş. Bugün Türkiye'de Ayn Rand kitapları yayınlayıp eleştirel film yaptığını iddia eden herifler var, yüce uçan spagetti canavarı sen koru aklımı!

A Gamin: Çabalamanın ne faydası var?
A Factory Worker: Neşelen biraz. Asla ölümden bahsetme. Başaracağız!

Filmden alıntıladığım cümlelere bakıyorum, sonra dönüp filme bakıyorum. Ardından birden aklıma geliyor: yarın sınav var, erken kalkacağım, uyumalıyım vs. bir an öylesine uzaklaşıyorum ki kendimden... sonra kendime geldiğimde bir şeyler sayıkladığımı farkediyorum:

"gözüm yaşarıyor
yüreğim yanıyor /kanıyor
olmasaydı sonumuz böyle"

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

18 Şubat 2011 Cuma

Manhattan



Mary : Bak, Satürn. Satürn, güneş sistemindeki altıncı gezegendir. Satürn'ün kaç tane uydusunu sayabilirsin? Mimas, Titan, Dione var, ve tabiki Hyperion.
Isaac : Ben hiçbirini bilmiyorum. Neyse ki sohbet konusu olmuyorlar.
Mary : Gerçekler. Parmak uçlarımda milyonlarca gerçek var.
Isaac : Doğru, ama hiçbir anlam ifade etmiyorlar. Çünkü, akılla anlaşılan bilginin hiçbir değeri yoktur. Her değerli şey senin içine farklı açıklıklardan girmelidir. Bu iğrenç betimlemenin kusuruna bakma.
Mary : Aynı fikirde değilim. Rasyonel düşünce olmasaydı, ne halde olurduk?
Isaac : Beynine çok fazla güveniyorsun. Beynin önemi çok abartılıyor bence.

Woody Allen be!

Zeitgeist: Moving Forward


Büyükannem müthiş bir insandı. Bana Monopoly oynamayı öğretmişti. Oyunun adının "edinmek" olduğunu anlamıştı. Biriktirebildiği her şeyi biriktirir ve nihayetinde oyun tahtasının hakimi olurdu. Ardından bana hep aynı şeyi söylerdi. Bana bakar ve şöyle söylerdi:
- Bir gün bu oyunu oynamayı öğreneceksin.

Bir yaz, neredeyse her gün, her saat Monopoly oynadım, ve o yaz oyunu oynamayı öğrendim. Anlamıştım ki kazanmanın tek yolu "edinmeye" olan koşulsuz bağlılıktı. Anlamıştım ki para ve mevkiiler sizin skorunuzu artırmaya yarıyordu. O yazın sonunda artık büyükannemden daha acımasızdım. Eğer oyunu kazanmam gerekiyorsa, kuralların etrafından dolanmaya hazırdım...
O yılın sonbaharında büyükannemle oturduk ve oynadık. Sahip olduğu her şeyi elinden aldım.
Onu, son dolarını verip mutlak yenilgi ile ayrılırken izledim. Ardından, bana öğreteceği bir şey daha vardı. Sonra dedi ki:
- Şimdi tamamı kutuya geri döndü. Bütün o evler ve oteller. Bütün demiryolları ve kamu şirketleri... Bütün o gayrımenkuller ve o harikulade paralar... Hepsi kutuya döndü. Zaten hiçbiri gerçekte senin değildi. Bir süreliğine olayın büyüsüne kapıldın. Ama sen oyunun başına oturmadan çok önce de buradaydılar, ve sen gittikten sonra da burada olacaklar - oyuncular gelir, geçer. Evler ve arabalar, unvanlar ve kıyafetler, hatta vücudun bile.

Gerçek şu ki, elde ettiğim, tükettiğim, biriktirdiğim her şey gün gelip kutuya geri dönecek ve ben her şeyimi kaybedeceğim. Kendinize sormanız gereken soru, nihai terfinizi aldığınız zaman, nihai alışverişinizi yaptığınız zaman, mükemmel evinizi satın aldığınız zaman, birikim yapıp maddi güvencenizi sağladığınız zaman, ve "başarı" merdivenlerinin basamaklarına tırmanıp gelebileceğiniz en yüksek noktaya geldiğinizde heyecanınız da kaybolur, kaybolacaktır, peki ya sonra ne olacak? Yolun sonunu görebilmek için daha ne kadar çaba sarf etmek zorundasınız? Eminim anlıyorsunuzdur hiçbir zaman yeterli olmayacak. Öyleyse kendinize şu soruyu sormak zorundasınız: "Önemli olan nedir?"

14 Şubat 2011 Pazartesi

Bahadır Baruter


Bahadır Baruter candır. Yukarıda yazan tarih ve o tarihteki haberlerle bu karalama ilişkilidir. Dolayısıyla tekrarlıyorum; Bahadır Baruter candır.


bahadır baruter fotoğrafı, mehmet turgut

13 Şubat 2011 Pazar

Yes Man


- Alışılmış bir Jim Carrey filmi mi?
- Evet.

- Hollywood'un alışılmış ve sinir bozucu sistem propagandası var mı?
- Yok diyemem.

- Yine bazı markaların göze sokarcasına reklamları yapılıyor mu?
- Red Bull olsun Ducati olsun, yani evet.

- O zaman atalım mı bir köşeye?
- Tabi ki hayır! Film sadece bunlardan ibaret değil. Sistemi oturduğumuz yerden eleştirip ona söverken her gün sabah aynı saatte kalkıp işe veya okula giderek sistemin işlemesine neden olmayı biliyoruz, peki o sistemin propagandasını yapmak için çok "iyi" kullanılsa dahi aynı zamanda çok güzel filmler de yapabilen Hollywood'un niye her filmini yerin dibine sokuyoruz?

Her şeyi bir kenara bıraktım; filmde scooter, Zooey Deschanel ve Jim Carrey var! Ayrıca önemli bir eleştiri sayabileceğimiz üstelik komik de olan, polislerin havaalanında bir sorgulama sahnesi var, ben çok güldüm ve eğlendim o sahnede. İçinde güzel düşünceler de barındıran çok iyi bir "feel good movie" örneği. Kısacası gayet güzel, eğlenceli bir film.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Badlands ve Terrence Malick


Ahmed Arif'e "tek kitapla şair mi olunur" derler de o da, "Tek kitapla peygamber olunuyor da niye şair olunmasın" der ya biraz öyle bir sinema insanıdır Terrence Malick. Az sayıda filmiyle sinemanın en güzel şairlerinden biridir, filmleriyle her türde şiir yazabilecek yetenekte bir şair.

1973 tarihli uzun metrajlı ilk filmi Badlands, toplum ve medya satirlerinin yanı sıra o sade hikaye anlatıcılığı ve doğa tasvirinin güzelliğiyle seyir zevki bir an bile düşmeyen büyüleyici bir film.

Nat King Cole, A Blassom Fell'i söylerken;
Kit: Böyle söyleyebilsem... şu anda hissettiğim gibi şarkı söyleyebilsem... hit olurdu.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

12 Şubat 2011 Cumartesi

Kynodontas / Dogtooth


Nerede ve nasıl yaşıyoruz, ne biliyoruz ve tüm bunlara dair gerçeklik dediğimiz ne? Ulaşabileceğimiz ne var, bilebileceklerimiz? Günümüze veya geçmişe dair yaşam veya onunla ilişkili herhangi bir şey hakkında her soruyu sordurabilecek oldukça sarsıcı bir film.

Ben henüz ilkokuldayken havaya bakıp uzay denilen şeye dair düşünmeye çalışırken çok şaşırırdım ve zihnim inanılmaz bir boşlukla dolardı, kendimi çok garip hissederdim. Bu film bana tam olarak o hissi tekrar tattırdı. Kynodontas ya da İngilizce çevirisiyle Dogtooth, Yunanistan adına En İyi Yabancı Film dalında Oscar adayı olan etkileyici sözcüğünün ötesini gösteren bir film.


Baba: Bir çocuk, evini ne zaman terk edebilir?
Büyük Kız: Sağ köpek dişi düştüğünde.
Baba: Ya da soldaki, fark etmez. Bu dönemde,
bedeni tüm tehlikelerle yüzleşmeye hazırdır. Evden ancak araba ile güvenli bir şekilde ayrılabillirsiniz. Araba sürmeyi ne zaman öğrenebilirsiniz?
Oğlan: Sağ köpek dişi tekrar çıktığında. Ya da soldaki, fark etmez.

Oscar adaylığı ve heykelcik haricinde düşünülmesi gereken bir film olduğunu söylemeyi unutmadan,
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Krzysztof Kieslowski


Başka türlü bir adam. Benim için, benim dünyamda çok ayrı yeri olan insanlardan birisi.

Ve sanırım, ne söylenirse söylensin eksik kalan bir şeyler mutlaka olacaksa, bazen hiçbir şey söylememek daha iyidir, anlam arama ve anlatma uğruna her şeyi cılk edip anlamı olan şeyi de yok etmektense hissedilebilenle yetinmek, güzele ulaşmaktır. Sadelik esastır. Ve güzel olan, anlaşılamayacak ve anlatılamayacak olan değil, sadeleştirilemeyecek kadar yoğun olduğu için başkalarına aktarma, anlatma vs. çabalarıyla içine düşülen rahatsızlık verici tavırla zarar görecek kadar zarif olandır. Naiflik yaşamın güzelliğidir. Tutkular profesyonelleşmez ve yarışmaz, çünkü yaşamak naifliktir, yarışan yaşamaz sadece nefes alır.

Bunların Kieslowski'yle veya sinemayla ne ilgisi mi var?

8 Şubat 2011 Salı

Blue Valentine


Bu sene Gezici Festival'de izlediğim Sofia Coppola'nın son filmi Somewhere'le tarz bakımından oldukça benzettiğim bir film oldu Blue Valentine. Pek zannetmiyor olsam da Amerikan bağımsız sineması haricinde böyle bir akım söz konusu mu bilmiyorum, fakat ben izlerken yönetmenlerin kameralarını koyup filmlerinin çerçevelerini belirlemeleri bakımından oldukça birbirlerine benzettim.

İzleyeni rahatlatmak amacıyla yapılan romans/aşk filmlerinin aksine bu film üzerine bir şeyler söylemek için hassas bir konu olsa da en çok rağbet gören aşk konusu üzerine. Yani Jules et Jim'le bir tutulamaz belki ama ondaki gibi bir düşünsel yapı söz konusu; filmin söyleyecekleri var. Artık can sıkıcı bir hal alan klişeleşmiş tespitlerden çok ortaya konulan düşünceler ve seyircisine hikaye üzerinden düşündürttüğü şeylerle ilerliyor film.

Yine alışılmış romans/aşk filmlerinin bir tersten işlenişi adeta ve sadece filmin gelişim evresi için değil konusunun gelişim evresi için de geçerli olan bir durum bu. İnişli çıkışlı grafiğinin hem filmin izlenişine hem de anlatmak istediği konuya son derece olumlu bir etkisi var. İki insanın ilişkisini abartısız biçimde ele alış biçimi zaten birçok şeyi açıklamak için tek başına yeterli.

Kuşağının en iyi aktörlerinden biri olan Ryan Gosling'le beraber Michelle Williams'ın oyunculukları, filmin gerçekliğe ulaşmasını sağlayan ve etkileyiciliğini arttıran etkenlerden. Dean(Ryan Gosling) ile Cindy'nin (Michelle Williams) özellikle otel sekansındaki diyaloglarının da bu gerçekliğe ve etkileyiciliğe katkısı göz ardı edilemez tabi.

Benim tamamen kişisel burun sokuşumun bir örneği olarak, Heath Ledger'in kaybının ardından Michelle Williams bu filmdeki karakterin o yükünü gerçekten çok iyi kaldırmış, buna ayrıca hayran kaldım.

Son olarak, Blue Valentine romans/aşk filmi olarak çok farklı bir noktada duran, şahane bir kurgusu olan çok güzel bir film. Üzerine sürekli konuşulmuş ve konuşulmaya devam edilecek olan bazen güzelleşip bazen cıvıyan bir konuda film, kendi payına düşeni çok güzel anlatmış.

Filmin müzikleri arasında yer almasa da tanrıların grubu Nick Cave and The Bad Seeds'in en güzel albümlerinden biri olan No More Shall We Part'ta yer alan We Came Along This Road'u bir kere de bu başlık altında dinlemek gerek diye düşünüyorum;




sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Winter's Bone


En İyi Film Oscar'ına aday Winter's Bone'u da izledim sonunda. Film, başlarında sıradan bir gerilim/korku filmine dönüşecekmiş izlenimi verse de elbette öyle olmuyor ve ilk saniyesinden son saniyesine kadar götürmeyi başardığı tedirgin havasıyla çok güzel bir hikaye anlatıcılığı yapıyor.

Film üzerine en çok söylenen şeylerden biri, ağır temposu. Ama konusunun izleyiciye aksettirilmesini sağlayan bu özelliği, aynı zamanda, filmin tam anlamıyla bir gerçeklik oluşturup seyircisini içine almasında ve bu sayede seyir keyfinde de etkili oluyor. Zaten abartılacak durumda bir ağır tempo da yok. Oyunculukları, çekimlerı ve yalın senaryosu da az önce bahsettiğim o gerçekçiliği sağlayarak filmin etkileyiciliğinde önemli rol oynuyorlar.

Filmi tanımlamak için, sinopsisinde yazdığı gibi, 17 yaşındaki bir kızın, şeriften kaçan uyuşturucu üreticisi babasını mahkeme tarihine kadar bulmak için uğraşırken diğer yandan ailesini -iki küçük kardeşiyle hasta annesini- ayakta tutmaya çalışmasına yani salt bu konuya dayanmak filmin çervevesini daraltmak olur. Film bundan daha fazlası.

Yönetmen Debra Granik'in ikinci uzun metrajlı filmi olan ve aynı zamanda Daniel Woodrell'in romanından uyarlayarak Anne Rosellini'yle ortak senaryo yazarı olduğu Winter's Bone'un, etkileyici ve güzel bir film olduğunu düşünsem de En İyi Film adaylığında yer doldurmak amacıyla bulunuyor gibi göründü bana. Bu sene Shutter Island gibi türde çok daha güzel ve ustaca çekilmiş bir film varken Winter's Bone'un adaylığı da pek mantıklı gelmiyor ya, neyse. Empire dergisinin "Oscar'ı neden alabilir ve neden alamaz" sorularını aday filmler için cevapladığı dosyasında, Inception için "neden alamaz" sorusuna biraz da esprili bir dille verdiği cevaplardan birisi; "Akademinin hafızası kısa sürelidir, eylülden önce gösterime girdiysen ödülü unut gitsin." Bunu Shutter Island için de söylemek mümkün olsa gerek. Gerçi, Marty'ye o kadar yıldan sonra ancak ödül vermiş bir akademiden bahsediyoruz, son filmi aday olmadığı için pek konuşmaya gerek yok herhalde.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

6 Şubat 2011 Pazar

The Invention of Lying


3 yıl kadar önce güzel insan Conan O'Brien'ın programında tanımıştım ve çok sevmiştim Ricky Gervais'i. Daha sonra The Office'ten haberim oldu tabi. İngiliz versiyonundan önce Amerikan versiyonunu izledim ve en sevdiğim üç diziden biri oldu. -İngiliz versiyonunu önce izleseydim muhtemelen Amerikan versiyonunu hiç izlemezdim ve Ricky Gervais'i bu kadar seviyor olmazdım.- Uzun zamandır takip ediyorum kendisini fakat haberim olduğu ilk günden beri filmlerini hep bir köşede beklettim. Sanırım, çok sıradan filmler olma ihtimalleri sonucunda hayalkırıklığına uğramaktan çekindim. Bugün komedi filmi diye bahsedilen The Kids Are All Right'ı izleyince uzun zamandır komedi filmi izlemediğimi ve sinemada komedi türüne de biraz haksızlık ettiğimi farkettim ve yakın zamanda yapılan Golden Globe'taki çok güzel sunumuna -o gece güzel olan ender şeylerden birisiydi- güvenip, bunu da yaptı filmi sıradan olsa ne çıkar, diye düşünüp The Invention of Lying'i izledim. Evet filmi izleme hikayem budur.

Film sıradan bir kurguya sahip olsa da fikrine ve eleştirelliğine hayran kaldım. İyi düşünülmüş detaylar, bazen göze sokarcasına da olsa yapılan göndermelerle keyifle izlenen, oldukça zekice düşünülmüş ve yazılmış bir film. Yalana övgüden çok yalan üzerine, komedi filminden öte, belli konularda "hassasiyetleri"-artık ismi bu sanıyorum ki- olanlar haricindeki herkesin izlerken keyif alacağı gerçekten çok güzel bir film. Yani o kadar uzattığım sözün kısası; ben bu filmi çok sevdim ve -çok sevdiğim filmlerde bazen olduğu gibi- nasıl öveceğimi bilemedim. Ayrıca filmde Edward Norton ve Philip Seymour Hoffman'ı görmek de beni çok mutlu etti.

Kimsenin yalan söyleyemediği bir dünyadaki filmleri görünce de Godard'ın, "Sinema dünyadaki en güzel sahtekarlıktır" sözünü anımsadım ve çok bir bok biliyormuşçasına bunu not etmeden geçemiyorum.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Şubat 2011 Cumartesi

The Kids Are All Right


Artık En İyi Film Oscar'ı adayları arasında izlemediğim iki film kaldı geriye. Biri 127 Hours diğeri de Winter's Bone. 127 Hours'u ne şimdi ne de daha sonra izlemeyi düşünmüyorum. Trainspotting gibi çok güzel bir filmden sonra Slumdog Millionaire gibi bir film çekebilen Danny Boyle'dan pek bir şey beklemiyorum açıkçası. Çok saçma ve katı gözükebilir bu düşüncem ama sağlam dayanaklarım var dostum! Neyse, Winter's Bone'u ise ödüllerden önce izlemeyi planlıyorum, bakalım.

The Kids Are All Right ilk başta konusu bakımından ilginç gelmişti. Lezbiyen bir çiftin bir donörün spermleriyle doğan iki çocuğunun, donörle tanışmak istemeleri sonrasında olacakları izlemenin eğlenceli olacağını düşünmüştüm. Fakat film ilerledikçe konusunun ilginçlik özelliği de kaybolmaya başladı gözümde. Derinlemesine anlatılmayan karakterler anlatıldıkları kadarıyla da gayet alışılmış tiplemelerdi. Neden olduğunu film genelinde bir yere oturtamadığım olaylar, sahneler de oldukça fazlaydı. Tüm bunlara rağmen filmin bir şekilde kendini izletmeyi başarması ya En İyi Film dalında aday olmasının nedenidir ya sinemaya olan sevgimin göstergesidir ya da benim yapacak daha iyi bir işim olmadığını gösterir.

Son olarak, Mark Ruffalo'nun her daim yüzünde gördüğüm o yorgunluk ifadesinin çok güzel olduğunu ve bunun Mark Ruffalo'yu sevme nedenlerimden birisi olduğunu söylemek istiyorum. -Diğerleri de oyunculuğu ve yer aldığı filmler tabi ki yoksa tanımam etmem adamı.-


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Merhaba, ya siz?


Merhaba. Yapmam gereken şeyler var, biliyorum. Ama artık ilgilenmiyorum onlarla, fazlasıyla sıkılgan olmamın bir getirisi midir bilmiyorum ama aynı zamanda bezgin birisiyim şu sıralar. Ve umarsız, umursuz. Güzel birkaç cümle kurup onları etkileyerek çok önemsedikleri haklılıklarını da ellerinden alayım dedim ama çok sıkı sarılmışlardı amaç ve hedeflerine, ya da diğer bir deyişle kendilerinin kurduklarını zannederek büyük bir yanılgı içinde oldukları hayallere. Bense dolanıyorum kendi kendime, bir melodiyle kaybolarak onun ruhunu istiyorum, tavana bakıyorum sadece gerçeklikle iç içe olduğum her an umutsuzca. Aslında çok bir şey farketmeyecek çünkü bulunduğum düşünülen yerde olmuyorum her zaman. Bazen bir film afişinde pigment oluyorum mesela bazen de birisinin çaresizce savurduğu küfründe geziniyorum.


Merhaba, ben müşkülpesent ya da umut mert. Evet evet, siz gidin ve başlayın, ben Godot'yu bekleyeceğim.

"Yeryüzünde şu serüven duygusu kadar bağlı olduğum başka şey yok belki. Ama bu duygu istediği zaman geliyor, sonra hemen kaçıp gidiyor. Gittiği zaman nasıl bomboş kalıyorum. Yoksa hayatımı boşa harcadığımı anlatmak için mi bu kısa ve alaycı ziyaretleri yapıyor bana?"
Jean-Paul Sartre


fotoğraflar;
1, rodney smith'in diye hatırlıyorum. ancak bilgisayara kaydederken, kimin olduğunu anlayabileceğim bir şekilde isimlendirmemişim. rodney smith'in kendi sitesine ve başka birkaç siteye baktım fakat bulamadım.
2 ve 3, geof kern

4 Şubat 2011 Cuma

The King's Speech


Geçtiğimiz seneki Akademi Ödülleri, bence, gerçekten kötüydü. Bunun en büyük sebebi de elbette, sinema adına parlak bir yıl geçmemiş olmasıydı. Bu yıl ise tam tersini düşünüyorum, çünkü gerçekten çok güzel filmler var bu sene. The King's Speech, En İyi Film Oscar'ına aday filmlerden izlemediğim o bir ikisinin içindeydi ve bu seneki filmlerin güzelliğini genelleme üzerine kurulu fikrimi pekiştirdi.

Colin Firth'ün geçen sene alamadığı En İyi Erkek Oyuncu ödülü için bu sene isminin neden bu kadar anıldığını filmi izledikten sonra gayet iyi anladım. Filmdeki oyunculuğundan bağımsız olarak yalnız kendisine olan sevgim nedeniyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Helena Bonham Carter ödül alırsa ne güzel olur, değil mi, demiştim ve tabi ki hala aynısını söylüyorum. Ama elbette Hailee Steinfeld alsa daha güzel olur da o pek olası değil gibi. Yardımcı erkek oyuncu konusunda durum çetrefilli bir hale gelmedi. 83. Akademi Ödülleri hakkında yazarken de hiçbir yoruma gerek duymadan sadece ismini yeterli görerek belirttiğim gibi hem oyunculuğu hem de kendisi dolayısıyla Christian Bale! İyiden iyiye güncellenmiş Akademi Ödülleri dilek, öneri ve tahminler şeysine dönüştü yazı. Neyse.

The King's Speech; oyunculuklarıyla, çekimleriyle, tarihe dair bir hikaye anlatırken gereksiz abartıya kaçmamasıyla, akıcı olmasının ötesinde kendisini keyifle izleten çok güzel bir film. Ama elbette En İyi Film dalında -The Social Network'ün alacağını düşünsem de- mutlak favorim Black Swan ve -ismi çok anılan bir film olsa bile- izlemeden önce, söylediğim gibi bu değişmedi. Zaten bu sene aday filmlerin hemen hemen hepsi, geçen sene En İyi Film Oscar'ında ismi en çok öne çıkan iki film olan Avatar ve The Hurt Locker'la asla beraber anılamayacak kadar iyi filmler. Evet, abartma huyum vardır.

On the Road


"Kerouac'ın ve Beat Kuşağı'nın yapıtları bu ülkede sansürün belini kıran bir edebi hareketin en ön saflarında yer alır. Bu edebi özgürleşme eşcinsellerin, siyahların, kadınların özgürleşmesinde katalizör vazifesi görmüştür ve bugün, umarım, nükleer yıkım tehdidi karşısında özgürleşme için de aynısını yapabilir." diyor Allen Ginsberg. 1951'de Amerika'yı baştan başa kateden Jack Kerouac'ın daktilosunun başına geçerek uzun mu uzun bir rulo halinde yazdığı On the Road, yani Türkçe çevirisiyle Yolda, "iyi bir okul, iyi bir iş, iyi bir ev" mottosunu reddeden insanların bir yapıtı olduğu için uzun süre yayıncı bulamamış kendisine. Ama günümüzde, Francis Ford Coppola'nın yapımcılığı, Walter Salles'in yönetmenliğiyle sinemaya uyarlandı ve filmin çekimleri tamamlandı. -"Amerika yıllarca siyahilere ırkçılık yaptı, ama bakıın, bugün Obama'yı başkan seçtiler, dünya gelişiyor efenim, yihuu" gibi bir zihniyetle yazdığımı sandıysanız o son cümleleri, rica ederim bu yanlış anlamanızı düzeltin zira öyle bir tavır yoktu. Ha bana da yazdıktan sonra öyle geldi ki bu notu ekleme gereği hissettim, bu konuyu ise hiç açmayın. Aslında konuyu bağlayamadığım, ne desem bilemedim öyle gitti işte güzelim başlık, neyse.


Diarios de motocicleta filmiyle unutamadığım Walter Salles'ın On the Road'un yönetmeni olması ve, The Motorcycle Diaries yani Motorsiklet Günlüğü'nde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Eric Gautier, senarist Jose Rivera başta olmak üzere aynı ekipten birçok insanın da On The Road'un ekibinde olması, benim adıma, ne kadar güzel bir film izleyecek oluşumuzu gösteriyor. Yani, kitaba gerçekten yakışacak bir film olacağını düşünüyorum, bu isimler nedeniyle. O halde içlerinde çok sevdiğim oyuncuları da barındıran oyuncu kadrosunun önde gelen isimlerini de yazayım ve bu haberi vererek sevincimi paylaştığım bu karalamayı da sonlandırayım; Sam Riley, Garrett Hedlund, Kristen Stewart, Kirsten Dunst, Tom Sturridge, Viggo Mortensen, Amy Adams ve Steve Buscemi.

3 Şubat 2011 Perşembe

Alphaville


Hiçkimse geçmişte yaşamadı ve hiçkimse gelecekte yaşamayacak.
İnsanlar olasılıkların kölesi olmuşlar.
Dünyanın gerçeklik oluşu bizim talihsizliğimiz.


Godard candır.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Wilbur Wants to Kill Himself


Wilbur yanılmasaydı tekrar deneyemeyecekti mesela. Zaten tüm mesele de bu değil mi? Albert Camus, Sisifos Söyleni'ndeki ilk cümlesinde; gerçekten önemli olan bir tek felsefi sorun vardır: intihar, der. Eylem gerçekleşse, onun üzerinde düşünebilmenin keyfi artık erişilmez olmayacak mı? Yani tüm dünyadaki en önemli "şeylerden" birinin gerçekleşmesi değil, ona giden yol, yöntemler, ihtimaller ve daha başka şeylerdir onu konuşulmaya değer yapan. Wilbur bu yüzden benim için önemli oldu, sanıyorum ki.

"hep denedin
hep yanıldın
yine dene
yine yanıl
daha iyi yanıl."
Samuel Beckett

Filmde Alice karakterini oynayan Shirley Henderson'dan garip bir şekilde hiç hoşlanmamış ve film boyunca, ah şu karakteri Audrey Tautou oynayacaktı off off, demiş olsam da ve film dorukta başlayıp başındaki güzel beklentiyi sonunda pek doyuramamış olsa da çok güzeldi.


- Evet, Wilbur
- Evet, Horst
- Haplar mı?
- Ve gaz.
- Aman tanrım, bu seni öldürebilirdi.
- Tüm fikrim buydu zaten.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

1 Şubat 2011 Salı

The Thin Red Line


- Bu dünyada bir adam, tek başına, bir hiçtir. Ve bundan başka dünya da yok.
- Yanlışın var, Top. Ben başka dünyayı gördüm. Bazen sanırım, sadece benim... hayal gücümdü.
- Öyleyse sen benim hiç görmeyeceklerimi gördün. (...)Herkesin katıldığı ve kendi kendini parçalayan, cehenneme çevrilen bir dünyadayız. Herkesin gözlerini kapatması ve hiçbir şeyin ona dokunmamasını umması gibi bir durum. Sadece kendine bakması.

Terrence Malick'in Mayıs'ta gösterime girecek yeni filmi The Tree of Life'ın fragmanlarını izlerken heyecanlandım, bir selam vermeli dedim kendi kendime. The Thin Red Line ve, varlığı veya yokluğuyla anlam, neden, amaç...

Jean-Paul Sartre


"... ben farkında olmadan, içimde bir yığın ufacık başkalaşım birikir, sonra da günün birinde gerçek bir devrim ortaya çıkar. Hayatıma tutarsız, çelişik bir görünüş veren de budur."

"Kahvede on beş-yirmi kişi var henüz: bekârlar, fen memurları, müstahdemler. Aşevimiz diye adlandırdıkları aile pansiyonlarında tez elden bir şeyler atıştırdıtan sonra, biraz da lükse ihtiyaçları oldukları için, yemeklerden sonra buraya gelir, kahve içer, zarla poker oynarlar. Biraz gürültü de ederler, ama uzun sürmez, canımı da sıkmaz zaten. Var olmak için onların da birlikte bulunmaları gerekiyor."

"Yalnızken insanın içinden gülmek gelmiyor pek. Gördüklerim benim için keskin, hatta yırtıcı, ama katışıksız bir anlam taşıyordu. Sonra bu bütün parçalandı; fenerden, tahta perdeden, gökyüzünden başka şey kalmadı geriye, ama hâlâ oldukça güzeldi bu. Bir saat sonra fener yanmış, rüzgâr çıkmış, gökyüzü kararmıştı: bir iz bile kalmamıştı.
Bunların hiçbiri yeni sayılmaz. Bu çeşit zararsız heyecanları geri çevirdiğim olmadı, hatta tersini yaptım. Onları duymak için biraz yalnız kalmak yeter, inanılabilir olandan tam zamanında kurtulmaya elverecek kadar yalnız olmak. Ama ben, insanların yanı başında, tehlikeyle karşılaşınca onların arasına sığınmaya iyice kararlı olarak yaşıyordum. Bugüne değin işin acemisiydim.
Oysa şimdi çevremde, şurada masanın üzerinde duran bira bardağı gibi bir yığın nesne var. Gözüme çarpınca, "Yeter artık, bıktım!" demek geliyor içimden. Çok ileri gitmiş olduğumu iyice anlıyorum. Bana kalırsa yalnızlıkla uyuşmak kabil değil. Ama böyle düşünüyorum diye her gece yatağımın altına baktığımı ya da gece yarısı kapımın ansızın açılmasını beklediğimi sanmayın. Ne var ki yine de tedirginim, yarım saattir şu bira bardağına bakmaktan kaçınıyorum. Altına üstüne, sağına soluna bakınıyorum, ama onu görmek istemiyorum. Çevremdeki bekârlardan hiçbiri yardım edemez bana; iş işten geçti, onlara sığınamam artık. Bunu iyice biliyorum. Yanıma gelip omzuma dostça vurarak şöyle diyebilirler bana: "Bu bira bardağının nesi var Ötekilerin aynı. Kesme bir bardak, kulplu, üzerinde bel resmi bulunan markası 'Spatenbrau' da yazılı." Bunları ben de biliyorum. Ama başka bir şey olduğunu da biliyorum. Ufacık bir şey. Açıklayamıyorum onu. Hiç kimseye. İşte, yavaşça suyun dibine doğru, korkuya kayıyorum.
Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir. (...)"


"Evet, Lucie bu. Ama başkalaşmış, kendini kaybetmiş. Delice bir cömertlikle acı çekiyor. Gıpta ediyorum ona. Şurada dimdik duruyor, damga vurulmasını bekler gibi kollarını uzatmış, ağzını açmış, zorla soluyor. Yolun iki yanından duvarların büyüdüğünü, birbirine yaklaştığını, Lucie'nin bir kuyunun dibindeymiş gibi onların arasında kaldığını sanıyorum. Birkaç saniye bekliyorum, kaskatı kesilip yere düşecek diye korkuyorum. Bu olağanüstü acıya dayanamayacak kadar çelimsiz. Ama kıpırdamıyor bile. Çevresindeki nesneler gibi o da taşlaşmış. Bir ara, onun hakkında yanılıp yanılmadığımı, gördüğümün onun gerçek varlığıyla ilgili olup olmadığını düşünüp kuşkulanıyorum.
Hafifçe inildiyor. Gözlerini fal taşı gibi açıp ellerini boğazına götürüyor. Hayır, böylesine acı çekme gücünü kendinden almıyor o. Bu güç ona dışarıdan geliyor... Şu bulvardan. Kolundan tutup ışığa, insanların arasına, pespembe sokaklara götürmeli onu. Orada böyle acı çekilmez, yumuşayıverir, güven dolu halini bulur ve her zamanki acılarının düzeyine iner.
Uzaklaşıyorum ondan. Yine de şansı var. Oysa ben üç yıldan beri öyle durgun bir hayat yaşıyorum ki! Bu acıklı yalnızlıklar bomboş bir katışıksızlıktan başka şey vermez bana. Yola koyuluyorum."


jean-paul sartre, bulantı, can yayınları, istanbul, şubat 2010, s. 15/17/19/20/43/44

Det sjunde inseglet


Ingmar Bergman'ın İngilizce ismiyle The Seventh Seal, Türkçe çevirisiyle Yedinci Mühür isimli sinema tarihinin güzellerinden bir siyah beyaz filmi. Bu tarz -sinema tarihi ve sanatı için özel yeri olan- filmleri izlemeden önce bir endişe olur hep içimde, aslında dışarı pek vurmam bunu, bence tatlı bir endişedir o. Fakat o endişe filmi izlemeye başladıktan sonra yavaş yavaş büyük bir keyfe bıraktı yerini, daha iyi anladım; neden Bergman?

Herkesin söyleyebileceklerinin ötesinde söyleyebileceğim bir şey yok. 1957 yapımı bir film olsa bile sorgulamalarının evrenselliği şaşırtıcı, belki etkileyiciliğinin sonucu izlendiği sırada seyircisine sorgulamalar yaptırdığı için yaşadığımız zamana bu kadar yakın gelmiştir, belki de yıllar içinde değişen sadece insanoğlunun dış kabuğudur. Düşünmeli film üzerine, izlemeli zaman zaman tekrar. Uzun uzun bir şeyler karalayamıyorum şu ara filmler üzerine, algıladıklarım etkilendiklerim çok öznel oluyor haliyle ve burada bir filmin ya da yönetmeninin psikanalizini falan yapıp " ııııı bu imgeyle yönetmenin işaret ettiği ....." gibi cümleler kurabilecek akademik düzeyde değilim, hoş istiyor da değilim zira umrumda değil olmak. O nedenle filmden sonra aklıma gelirse bir şeyler onları karalıyorum bazen çok etkilenip karalayamayınca da böyle birkaç cümleyle geçiyorum. -yazanı da okumam demiyorum elbet ama abartmamak gerek- Sonuçta küçücük bir fotoğraf, bir sözcük, bir cümle, bir afiş, bir isim veya bir an bile insanı çok farklı diyarlara götürebilir. Ve her şey kelimelere dökülüp açıklanmak zorunda değildir, hissetmek çoğu zaman önce gelir: ;

Sizi bu sonsuzluk hakkındaki endişelerinizden arındırırdım ama artık çok geç. Fakat hissedin, en sonuna kadar, yaşıyor olmanın esrikliğini.

Elbette filmde daha güzel cümleler geçiyor, duyuyor ve altyazı sayesinde okuyorum. Ama benim aklıma buralarda bir yerde yaptığım alıntıdaki diyalog takıldı.

- Aramızda kalsın ama hayat oldukça "şey" değil mi?
- Evet öyle. Ama bunu düşünme.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses