tag:blogger.com,1999:blog-25041795942600694902024-02-07T07:01:29.046+03:00Sinemaskot"un suicide élégant est l'ultime œuvre d'art"capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.comBlogger607125tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-53027645415080632242020-09-06T02:10:00.005+03:002020-09-06T02:11:16.164+03:00Taşındım!<span style="font-family: verdana;">Son yazının üzerinden bir buçuk yıldan fazla zaman geçmiş. Ama esasen blogun son dönemindeki birçok yazı "hala devam ediyor" demek adına lalettayin yazılmış şeylerdi. Hepimize fazlasıyla tanıdık olduğu için açmaya gerek olmayan birçok sebebi var bunun elbette. Bir de lisede başlayıp yıllar içerisinde her şeyiyle iyice hantallaşan bir yapısı olunca toparlamakla uğraşmak istemeyip toptan bırakmıştım blogu. Hem de açıkçası kim blog okuyor ki artık? Hele de sosyal medya varlığınız yoksa kime, nerede duyuracaksınız herhangi bir yazıyı. </span><div><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div><span style="font-family: verdana;">Pandemiyle beraber eve kapanmak, tekrar düzenli olarak blog yazmaya başlamak için elverişli bir zamandı ama bir türlü eyleme geçecek motivasyonu bulamayınca aylarca gerçekleştirmedim bunu. Dün esrik bir halde Charlie Kaufman'ın yeni filmini izlerken uzun süredir olmadığı kadar heyecanlandım ve önce filmi seveceğini bildiğim bir arkadaşıma sardım "izle bunu, izle konuşalım" diye ısrarcı olarak, sonra da eskisini toparlamaya çalışmak yerine neden yeni bir blogla sıfırdan başlamıyorum diye düşündüm. Öyle bir de anlatıyorum ki sanki ciddi planlar yapıp özel bir gişirim falan yapıyorum. Neticede tam 14 yıldır yer imlerinde aynı yerde duran linke tıkladım, değişmiş arayüze önce şaşırıp sonra basit bir tıklamayla yeni bir blog sayfası açtım. Yani ha bilgisayarda yeni bir belge açıp yazmışım, ha "sıfırdan bloga başlamışım," aynı şeyler efor sarfetme açısından. Fakat o efor benim için ciddi motivasyon gerektirdi, o yüzden sanki özel bir şeymiş gibi anlatıyorum galiba. Her neyse, o kadar süre yazı olmayınca bu sayfaya gelen kalmamıştır ama en azından nerede devam ettiğimin adresini bırakayım aşağıya. </span></div><div><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div style="text-align: center;"><a href="https://havalardan.blogspot.com"><span style="font-family: verdana;">https://havalardan.blogspot.com</span></a></div><div><span style="font-family: verdana;"><br /></span></div><div><span style="font-family: verdana;">sevgi, saygı, ve o tarz bilumum duygularla:;,</span></div>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-44738633516595853892019-01-27T18:11:00.003+03:002019-01-27T18:11:54.234+03:00Widows<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3L0CmoqQvsZfjZAfrRHPbL9BwORlQQqsa_gdcCXHiFPsStWeZIx0itKbLo6xWrbuV2sfndyWQe18L4IjgHsrbPLFbClzdlGaKr-NzEoqhgpg4laSyfxhfVTvBQ13BavLXqiGc6HUrevqt/s1600/widows_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="947" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3L0CmoqQvsZfjZAfrRHPbL9BwORlQQqsa_gdcCXHiFPsStWeZIx0itKbLo6xWrbuV2sfndyWQe18L4IjgHsrbPLFbClzdlGaKr-NzEoqhgpg4laSyfxhfVTvBQ13BavLXqiGc6HUrevqt/s400/widows_xlg.jpg" width="252" /></a></div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Janr filminden çıkma bir olay örgüsü, festival çevrelerinden gelme bir yönetmen ve farklı tarz yapımlarla öne çıkan bir kadro olunca filmin nerede durduğu ve ne yapmak istediği daha renkli bir tartışma konusuna dönüşebiliyor. Mesela Widows'u bir soygun filmi olarak ele alınca, birkaç mekan ve sahne dışında elde kalıyor. Öte yandan soygunun kendi motifleriyle gelmediği, çünkü esas derdin geride kalan eşler ve onların kendilerini buldukları çürümüş ortam ve/veya karakterler olduğunu söylersek de biraz yüzeysel kalıyor film. Bu açıdan açılış sekansı, filmin geri kalanına oranla filmi en iyi şekilde özetliyor: kamerasına güvenen bir yönetmenin, dallanıp budaklanan sosyopolitik koşullar etrafında örülen kapsamlı bir hikayeyi biraz abartılı bir düzlemde anlatma derdi. </span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Siyaseti kişiselden toplumsala ve aynı ayna tam tersi düzlemde kurma bilinci, McQueen'in bu sahnelerde gösterdiği kamera hakimiyetiyle beraber düşünülünce Widows'un işlemesinde bir sorun olması mümkün değilmiş gibi geliyor, hele böyle bir kadro da varken. Fakat yalnızca finaliyle beraber değil, neredeyse her anında "3 saati aşan yönetmen kurgusu ne zaman gelecek acaba?" diye sordurtuyor olması, altı yeterince dolmayan imajlarla filmin kurulduğunu düşündürtüyor. Burada janraya bilinçli biçimde ters giden, onu bozmaya çalışan girişimleri görmek mümkün. Hali hazırda filmin tartıştığı toplumsal cinsiyet konusunda problemli bir yerde durduğu söylenebilecek bir janranın motifleriyle uyuşmuyor olabilir film, fakat onun yerine kurduğu görsellik anlatmaya çalıştığı hikayeyi kaldıramayınca sorun çıkıyor. Bir ölçüde bu da beklendik, zira film henüz başında seyirciden muazzam bir güven atlayışı yapmasını bekliyor: elindeki planı satmak isterken bilmediği dünyalara giriyor olduğu konusunda uyarılan ve gerçekten o kirlilik içerisinde yer almadığı her fırsatta gösterilen birisi o planı bizatihi uygulamaya koyuyor. Dolayısıyla hali hazırda janranın kenara bıraktığı karakterler olay örgüsünde lokomotif olurken farklı bir dil arayışı, ve hatta onların içine girdikleri yabancı dünyayı vurgulamak adına motifler üzerinden ama onların dışında kurulan yapı anlamlı gözüküyor. Ama ne kadar iç içe geçmiş ve birbirini etkileyen şeyler olsa dahi bu kadar kısa süre içerisinde siyasi çürümüşlük, ırk ve cinsiyet konularını bir soygun etrafında tartışmak kuru bir tat bırakıyor, çünkü alt ve ana hikaye örgüsü yeterince gelişmeden birbirine eklemleniyor. </span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Filmin siyaset sahnesini haklı biçimde sinizmle yoğuruyor olması ve böyle bir ortamda "yanlış-doğru" ikilemine sıkışmanın getirdiği sorunların farkında hareket etmesi, anlatabildiği sınırlı hikaye içerisinde önem kazanıyor. McQueen'in sınırlı soygun ve plan/hazırlık sekanslarında kamerasını kullanışı da anlatının geri kalanında motiflerden uzak duran tercihlerinin bilinçli olduğunu gösteriyor. Zira mesele izleyiciyi heyecanlandırarak bir kaçamak sineması örneği vermekten ziyade artık oturmuş sayılacak bir sinema odağı üzerinden daha ciddi bir tartışmaya girmek. Tartışmasının ve hikayelerinin derinliğinden bağımsız olarak bu amacın belli ölçüde gerçekleştiğini söylemek mümkün. Fakat kurgusunun da etkisiyle seyirciye sürekli olarak potansiyelini işaret ederken hikayesinin sadece temel hatlarıyla üzerinden geçiyor Widows. Bu haliyle hala çok ilgi çekici ve başarılı bir film olduğunu söylemek mümkün, ama derinden bir ses film boyu kulağınıza Brando'nun meşhur "I could have been a contender" (basitçe, "ben de birisi olabilirdim") repliğini fısıldayınca filmin yapamadığını konuşmak daha elzem gözüküyor. </span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-5239135220654266152019-01-23T17:25:00.001+03:002019-01-23T17:25:37.177+03:00Monsters and Men<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTzxm7pmn3lXeBHL1o9vfsc4z9pDHykBs0t7cVUKorF7M4N1PO4bVhEaeWRofnKx2-IRKlnOmBF4d-ZmWkAwEQCb4iHvONaGcxeKPknSCjPcBR_gukLlRWcVV2vpaFnhOMh7A1wrhL32f6/s1600/monsters_and_men_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1013" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgTzxm7pmn3lXeBHL1o9vfsc4z9pDHykBs0t7cVUKorF7M4N1PO4bVhEaeWRofnKx2-IRKlnOmBF4d-ZmWkAwEQCb4iHvONaGcxeKPknSCjPcBR_gukLlRWcVV2vpaFnhOMh7A1wrhL32f6/s400/monsters_and_men_xlg.jpg" width="270" /></a></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span></div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Rollerin bariz olduğunu söyleyerek başlıyor Monsters and Men. Siyasi cephelere bağlı olmaksızın gözlenebilir sosyopolitik problemler, apaçık gerçeklermiş gibi duruyor olsa da bunun esasen bir yanılsama, siyaseten bir önyargı olduğunu öne sürüp devam ediyor sonrasında. Bu sayede, özellikle de belli şeylerin belli kalıplarla söylenmesinin geçer akçe olduğu zamanların verdiği bunalmayla, henüz açılış sekansıyla izleyiciyi yakalıyor film. Zira ciddi ve çok boyutlu bir meseleyi, ahlaken ve belli ölçüde siyaseten doğru yerde durarak ama tek boyutlu görmeyerek anlatma derdini karşıya geçiriyor o sekansla. Seyirciyi sürekli olarak anlatıya davet edip ondan katkı bekliyor oluşu bu duruşunu besleyen ögelerden elbette. </span><div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Hem filmin anlatı simgesine dönüşen siyahi adamın polis tarafından vurulurken kameranın odağında olmayışı, hem de o olay anını yakalayan ve anlatının ilk ayağını oluşturan videonun seyirciye sunulmuyor olması, filmin izleyene dönüşünü gösterdiği kadar benzer olaylarda tartışma odağının ne kadar isabetsiz olduğunu da vurguluyor. Bu anlamda filmin biri polis olmak üzere üç karakter üzerinden kurduğu denge, "biraz oraya biraz buraya" yanılsaması değil; çok boyutlu bir meselenin birkaç paragraflık haber metninin ötesinde çevresindeki yaşamlar için ne anlama geldiğini ve etrafında dönen tartışmaların da ne kadar cephe savaşı olduğu göstermek üzerine. Buradaki önemli nokta, benzer sosyopolitik sorunların görsel anlatıya dönüşürken kaybettiği inceliği arayan bakış. Çünkü tıpkı gazetecilikte var olması gereken sunum sorumluluğu gibi, esasen çok büyük bir kokuşmuşluğa işaret eden meselelerin aynı kuru ve tek boyutlu anlayışla tekrar tekrar sunuluyor olması istenen etkiyi yaratmanın aksine bir duyarsızlaşma, meseleye karşı uyuşma yaratıyor çoğu zaman. Mesela "farkındalık" ismi altında devam eden gündemlerde her zaman için hastalıklı yapının kendisine hastalıklı reaksiyonlar göstermek nasıl tartışmayı karşılıklı bir sığlığa çekiyorsa, filmlerin de meseleleri izleyicisini bilerek ve yalnızca onun belli "duyar noktalarına" dokunarak anlatması sosyal eleştiriden ziyade "siyaset pazarlaması" diye nitelendirilebilecek bir şey. </span></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Bu açıdan, her ne kadar bir Do The Right Thing gibi şaheser olmasa da, Monsters and Men çok dengeli ve başarılı bir anlatı yapısı kuruyor. Fakat eksikliği, tek boyutlu olmasa dahi meselesine yaklaşımında terk edemediği kamu spotu mentalitesi. 2018'in benzer karşılaşmalara dair bir başka filmi Blindspotting mesela: mizahı, eğlencesi, sertliği ve yer yer ciddiyetiyle -olaylarını fazla patlatıyor olmasına rağmen- bir film ve bir karakterin hikayesi içerisinde bu sosyal meseleye dair kapsayabileceği kadarına eğilip onlarla yeni bir hikaye kurmaya çalışıyor. Monsters and Men ise geviş getirmiyor belki ama bildiğimiz hikayeyi farklı aktörlerle ağırbaşlı biçimde anlatıyor yalnızca. Aynı mevzularla uğraşan filmlerle beraber bakıldığında, hikayesini özel bir anlatı haline çevirme konusunda yetersiz görülebilecek olsa da bir adaletsizlik örneği etrafına doğrudan eklemlenen üç hikaye ve onların sıradanlığına, karakterlerin tüm bu süreçte yaşadığı ikilemlere odaklanarak problemin özüne yönelen anlatısı gayet başarılı Monsters and Men'in. Kısacası, böylesi kritik sosyopolitik mevzularda "neyi, nasıl anlatmalı?" sorusu için cevap olmasa da kaynak oluşturabilecek bir anlatı.</span></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">sevgi, saygı, ve o tarz bilumum duygularla:;, </span></div>
<div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">posterinin önerdiği kadar düz bir melodrama olmamasının izlerken yarattığı rahatlama...</span></div>
capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-51069331507542713142018-09-29T16:59:00.002+03:002018-09-29T17:00:44.539+03:00Mandy<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhL6A7dx_fgbYY1CKAj5R-w67XXOhSET_I6VRjSACJHN_zYHIdmAs71uhQDnht6RvUl8S9g0LeSvVLpyrjP2eM_Hn7z28XMWWu9SneIns15vSz4uYVZ-fy7f1XVHtepYdeDPLCuFc9xDGzI/s1600/mandy_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1050" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhL6A7dx_fgbYY1CKAj5R-w67XXOhSET_I6VRjSACJHN_zYHIdmAs71uhQDnht6RvUl8S9g0LeSvVLpyrjP2eM_Hn7z28XMWWu9SneIns15vSz4uYVZ-fy7f1XVHtepYdeDPLCuFc9xDGzI/s400/mandy_xlg.jpg" width="280" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">"Sinemanın mecra olarak büyüleyiciliğine dayanabiliyor" demek, bir film için sarf edilebilecek en özel övgülerden birisi, ve Mandy tüm kusurluluğuna rağmen bunu hak ediyor. Bu efsunlu hali, "nasıl"ı ön plana çıkarıp "ne" sorusunun cevabını önemsiz kılabiliyor veya görece basit ve sıradan hatlarla örülü bir alana sıkıştırabiliyor, fakat bir kez etkisi altına girilince o büyünün, gerisi pek de önemli olmuyor. Yine de, finale doğru, Nicolas Cage sayesinde akılda kalan ufak bir sekansla beraber iskelet anlatısına içkin ama benzerlerinde vurgusu nahoş kalan bir tematik keşfi de becerebiliyor Mandy, bu açıdan esasen katmanlı da.</span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQMMsvW0xQru3VqkI5L9iX9DqSoABOt9v-Xg6VX3dmVsMyoSPKTpJ_IedE0tkgS0D9otN5NqhyphenhyphenFsskekwPaecPqIhmERM91sil5Jd8a1yl7c22Fw5hXYoVNy3la0tC_41pT6eAInHT4skq/s1600/MV5BZTQ0ZTJiNzYtN2NlNS00YjliLWEwMGItMjU1MjRkMTBmZWM0XkEyXkFqcGdeQXVyNDU1MTU1NDQ%2540._V1_SX1777_CR0%252C0%252C1777%252C880_AL_.jpg" imageanchor="1" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="793" data-original-width="1600" height="197" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhQMMsvW0xQru3VqkI5L9iX9DqSoABOt9v-Xg6VX3dmVsMyoSPKTpJ_IedE0tkgS0D9otN5NqhyphenhyphenFsskekwPaecPqIhmERM91sil5Jd8a1yl7c22Fw5hXYoVNy3la0tC_41pT6eAInHT4skq/s400/MV5BZTQ0ZTJiNzYtN2NlNS00YjliLWEwMGItMjU1MjRkMTBmZWM0XkEyXkFqcGdeQXVyNDU1MTU1NDQ%2540._V1_SX1777_CR0%252C0%252C1777%252C880_AL_.jpg" width="400" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"></span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Güçlü atmosferi, olayları öyle bir çevreliyor ki tuhaflıklar silsilesi yapmacık bir bütüne dönüşmemeyi başarıyor. Mesela Mandy'den önce elektrikli testere dövüşüyle heyecanlanıp film-noir estetiğinin çok uzağında kalan bir sigara yakma sahnesinin sinema perdesinde bu derece karizmatik durabileceğini pek düşünemezdim. Zaten bu beklenmedik hal Mandy'yi rastgele bir kült film taklidinin ötesine taşımayı başarıyor. Zira "gömleğimi yırttın" gibi repliklerle saldırganlaşan bir karakterin eklendiği bildik bir hikayeye dönüşmeden önce bir dünya kurmayı başarıyor Panos Cosmatos. Mandy ve Red etrafında ince hatlarla kurulan dünya başarılı olduğu ölçüde intikam tarafı anlatmaya değerli hale geliyor. Janra ters giden temposu ve filmin geneline işleyen o değişken modu yansıtma becerisini gösteren kurgusuyla, yani görüntü yönetmeninden kurgusuna sağlam bileşenlerin bütünlüğü ve Jóhann Jóhannsson'ın bunları sarıp sarmalayan melodileriyle aradığını düşündürdüğü hissiyatı bulup kanalize etmede pek zorlanmıyor Mandy. Tam da bu açıdan, istismar filmlerine düşkün sinemacıların birkaç dikkat çekici sahne ve numaradan ibaret doldurma filmlerin yapmacıklığından ayrılıyor. İlk gösteriminden beri filmin, ismini aldığı karakteri canlandıran Andrea Riseborough'dan ziyade Nicolas Cage ile anılması yıldız sistemi alışkanlıkları dışında da anlamlı bu sebeple. Çünkü postere yazılan ismi zaman geçtikçe gurur okşayıcı olmayan bir film sınıfıyla anılan Cage, kariyerinin farklı evrelerinde ismine yapışan farklı etiketleri pürüzsüz gözüken PR marifetlerine düşmeden edinmiş gibiydi ve mevcut çınlamayı peşinden getirdiği Mandy için de o etiketi satmak adına öyle bir manevraya girişmedi. Bu açıdan filmin taşıdığı o "kült" hava da böyle bir dokunulmamışlık barındırıyor sanki. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Çılgınlığı ve yetisiyle özel bir film Mandy. Dikkat çekici ve sürükleyici hali basit bir numaraya dönüşmezken kullandığı numaraların da hakkını veriyor. </span></span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span></span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">başrollerin haricinde de kendisini gösteren ve etkili atmosferin kurulumunda önemli pay sahibi olan <i>casting </i>başarısını ayrıca not etmeli.</span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-51555653296116435482018-09-06T19:02:00.002+03:002018-09-06T19:04:41.912+03:00Arizona<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdF1wNyfwHeUz8lxkXr3kmPvaiyPZThgBFlXxb9lqQHZkte47aZhFq0gTIoryItt0B9d3mGy-yiKhqKvn0SFMLHAjshLoRi04pTm4k0GtgjuHZlkbLyZeFbXKdHjbCojawtINNhyphenhyphen4QHQeZ/s1600/arizona_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdF1wNyfwHeUz8lxkXr3kmPvaiyPZThgBFlXxb9lqQHZkte47aZhFq0gTIoryItt0B9d3mGy-yiKhqKvn0SFMLHAjshLoRi04pTm4k0GtgjuHZlkbLyZeFbXKdHjbCojawtINNhyphenhyphen4QHQeZ/s400/arizona_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">2008 krizine atıf yaparak başlayan Arizona, 2009'da, emlak sektörünün çöküşünden sonra, ismini aldığı eyaletin hemen hemen terk edilmiş bir banliyösünde geçiyor. Sektörün balon gibi şiştiği dönemde gerçeklikten uzak vaatlere *kanarak* aldığı evin kriz sonrası bir anda değerini kaybetmesiyle yüzleşemeyen ve kredi borcu sebebiyle o evi de kaybetmek üzere olan bir müşterinin, bir emlakçıyı kaçırmasını konu ediniyor film. Böyle bir anlatıyı kriz arka planına dayayarak işlemek bir istismar filmi için eğlenceli bir fikir ortaya çıkarabiliyor. Zira nihilistik şiddet eğilimleri de, odak kendilerinde olmasa dahi karakterlerin genel çizimleri de hem rastgele bir seyirliğin keyif verme ihtimalini artırıyor hem de krize dair dolaylı bir yorum olanağı sunuyor. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Tüm bunlar Arizona'nın eğlenceli bir seyirlik olmak için gerekli koşulları sağladığını düşündürebilir. Fakat kağıt üstünden pratiğe döküldüğünde usandıran şeylerden birisi, filmin janr motiflerini dümdüz, hiçbir yaratıcılık kıvılcımı olmadan kullanması. Adeta uyduruk bir komedi skecinin beklemedik biçimde popülerlik edinen yeni bir filmle dalga geçmeye çalışışı gibi, hem karakterlerin hem de hikayenin 80 küsür dakika boyunca aynı virajları tekrar tekrar alması izleyen bünyede bir uyuşukluk yaratıyor elbette. Dahası, anlatının temelini oluşturan kaçıran/kaçırılan dinamiğinin işaret ettiği her fırsata rağmen hiçbir noktada değişmeden, aynı numaralarla devam edişi filmin henüz ikinci evresinin başlarında tekdüze bir bütünlüğe kavuşmasına neden oluyor. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Formülüze edilmiş anlatıların ufak tefek değişikliklerle kulağı ters taraftan göstermesi ve bu sayede paye edinmesi son yıllarda eğlence odaklı filmlerde alışılan bir durum. Ancak Arizona bunu başaramıyor olsa da kriz temalarına -biraz gereksizce- dönüp duran anlatısıyla dünya siyasetindeki ataletin iyi bir göstergesi oluyor. Ortada sonucuna ve pazarlık sürecine dair hala bir şey olmayan Brexit ertesinde Tony Blair'ın merkeze dönüşü savunduğu bir yazıyla kutlanması, kurulu düzenin hegemonik algısının yıkılmaktan çok uzak olduğunu göstermişti. Arizona da işte o hegemonik algıyla krize dair *göz kırparak* yorum getiren bir film. Rosemarie DeWitt'in artık otopilotta oynadığı bir karakteri, krizden bağımsız olarak marazi eğilimler sergileyen erkeklerin arasına atıp final dönemecinde de emlak balonu sürecinde inşaat firmalarının kullandığı numaralardan birine başat rolü vermek, günümüz merkezi siyasetine tam denk düşüyor. Yasal düzenlemelerin etrafından dolanan yapıya eski modeli atıp bir başkasını ortaya çıkarmak, kimlik politikaları çevresindeki yüzeyselliğe de kriz etrafında dönen filmlerin aktörleri şeytanlaştırmasına da güzelce uyum sağlıyor. Kolpalaştırılmış, yani sadece etiket olarak kalmış feminizmle sunuyor Arizona: hani nerede sıradaki balon?</span><br />
<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-40746051814588943512018-08-05T16:19:00.000+03:002018-08-05T22:51:46.331+03:00First Reformed<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhUFnTs_PdDAw0tpJ7bhllOf_jd7SXxaw6E0rOHgApJdcVoOPNQpNSj7QBzyeOZ0UJf0Lf1lORASRzGEGj-JImN5SuIY1X59tn1AxEswTeEzevECZiEds0gr_-y1SRIquRmYsARFX97z0Tg/s1600/first_reformed_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1013" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhUFnTs_PdDAw0tpJ7bhllOf_jd7SXxaw6E0rOHgApJdcVoOPNQpNSj7QBzyeOZ0UJf0Lf1lORASRzGEGj-JImN5SuIY1X59tn1AxEswTeEzevECZiEds0gr_-y1SRIquRmYsARFX97z0Tg/s400/first_reformed_xlg.jpg" width="270" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Bariz bir eskimişlikle başlıyor First Reformed; jenerikten 4:3 çerçeve oranına kadar bu *eskimişliğe* dayanarak anlatıyı yükseltiyor film. Artık estetik numaralara dönüşen bu tarz şeyleri neredeyse hiç sadece gösteriş amaçlı kullanmıyor da: hem üstüne eğildiği tematik mevzulara hem karakterin hâletiruhiyesine dair yorumları ağzı açık bıraktırmak için kendisini zorlamayan bir görsellikle yapmayı başarıyor. Söz gelimi, çevresel atık yığınlarının önünde poz veren bir sıkışmış karakter görmüyoruz. Bu, filmin teknik özelliklerini olduğu kadar anlatısıyla kurduğu cümleleri de belirleyen ağırbaşlı tavırla ilişkili; artık bir meşrulaştırma aracına dönüşmüş inançlara dair, onlar üzerinden bir inananın krizini değil, bir inananı dahi bu derece etkisi altına almış yaygın bir krizi anlattığını her noktada hatırlatıyor bu sayede Schrader. Merkezi ve keskin kadrajlar içerisinde bir başka gerçeklik arayan karakter, belki çokça dillendirilen Taxi Driver karşılaştırmasını akla getiriyor -ki Schrader'ın kariyeri zaten bu temalar etrafında şekillendi- ve ister istemez filmin bugünü tarif edebilme noktasındaki girişimine benzer hissiyattakileri yakınlaştırıyor. Kadrajların bu sade keskinliğine rağmen, belli kategorilerle ezbere hareket eden, sıkıştığında bir başkasını "gerçeklikte yaşamamakla" suçlayan karakterler arasında anlatının karanlık durum hariç hiçbir şeye kesin olarak yaklaşmıyor olması da bu sebeple daha önem kazanıyor. Başaçıkma yöntemleri değişiyor belki ama günler o başaçıkılan şeylerle anlamlanıyor bu açıdan; melun bir bilinmezlik tepemizde dolaştıkça kendimizi ona göre şekillendiriyor ve, ya doğrudan bir kalıba giriyor ya da sürekli bir esneme halinde oluyoruz. Dini yeni keşfetmiş bir yeniyetmenin heyecanıyla hareket eden kibirli takipçiler bir yana, inançla kesişen derinlikli anlatıların felsefi açıdan elverişli olmasının sebebi budur belki de: bir kabullenmeyle beraber var olmayı becerebilen başkaldırma hali...</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">First Reformed, demlenmesi gereken ve tıpkı Schrader'ın anlatırkenki ağırbaşlılığıyla üzerinde durulması gereken bir film. Her şeyin gitgide kötü bir kurmacayı hatırlattığı şu günlerde Toller'ın motivasyon ve arayışlarına, net bir betimleyici sözcük bulmanın zorluğu gibi bir açıdan: hissiyat yoğun, mantık dahil ve günlük iyi-hissettirenlerin ötesinde ciddi bir umarsızlık söz konusu, ve hayır bunalım salgını işin politik temelini göstermek ötesinde bütünlüklü bir betimleyici gibi gözükmüyor. Çünkü birbiri üzerine örtülen üç ana hikaye işliyor First Reformed'ın anlatı iskeletinde. Hepsi birbirine bir yorum getiriyor ve nihayetinde tekinsiz bir yerde bırakıyor izleyiciyi: ya baş ettiğini sanıyorsan? </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">ethan hawke, tüm iyi performansları ve isabetli film seçimlerine rağmen sanki biraz az takdir ediliyor gibi?</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-60425796207930391912018-06-01T00:20:00.001+03:002018-06-01T13:23:07.836+03:00Unsane<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNUBkIfiF_ujose6xfUm4totOhWwAwt_hSKY5oVPIlhPUzVNuzClu-LqIUjJcRiwOPIXbq_yxMRG7QTtJbSUoNt07CrdeFHtwGqeMgNEuzYvEZfbLD0kVovpBvNsizEriH2IOmgqH7a3VX/s1600/unsane_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1013" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNUBkIfiF_ujose6xfUm4totOhWwAwt_hSKY5oVPIlhPUzVNuzClu-LqIUjJcRiwOPIXbq_yxMRG7QTtJbSUoNt07CrdeFHtwGqeMgNEuzYvEZfbLD0kVovpBvNsizEriH2IOmgqH7a3VX/s400/unsane_xlg.jpg" width="270" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Martha Mitchell etkisi, paranoyak olman gerçekten takip edilmediğin anlamına gelmiyor diye özetlenebilecek bir durum. Esasen hayli sinematik tınıya sahip oluşuna denk düşecek biçimde isim atfı da, Amerikan sinemasında hepsi birbirinden güzel paranoyak gerilimlerin ardı ardına geldiği bir dönemi başlatan Watergate skandalı üzerinden geliyor; Nixon yönetiminde Adalet Bakanı olan John Mitchell'ın eşinin Beyaz Saray'da yasa dışı faaliyetler döndüğünü iddia etmesiyle beraber akıl sağlığından şüphe edilmeye başlanıyor. Paranoya deyince işin içinde siyasi bir ayak olması şaşırtıcı değil yani, zira ilişkilerin düzenlenme şekline dair çoğunlukla sinemada bu durumun resmedilen hali. Unsane de tam bu çerçeveye uygun biçimde ilerliyor; basit bir stalker hikayesi olabilecekken yalnızca olay zincirine ve bir şeylerin gerçekleşiyor olmasına bağlı kalmayıp içkin temaları keşfediyor olması paranoya elementlerini daha ön plana çıkartıyor. Ancak senaristlerden çok burada payın Soderbergh'in şaşmayan zanaatkarlığında olduğunu belirtmeli zira bu hikayeyi böylesi ekonomik ve etkileyici biçimde anlatma sanatkarlığını gösteren kişi kendisi. Normalde basit bir numara gibi duran isimli yönetmenin telefonla film çekmesi mesela, o kadar yerinde bir estetik tercih ki karakterin durumunu yansıtma konusunda hikayesine fazlasıyla katkıda bulunuyor. Sürekli içinde bulunulan rahatsızlığı yansıtmayı başaran sinematografiyle yükseliyor senaryo çünkü bunun haricinde görmediğimiz çok bir yanı yok aslında. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Soderbergh ne yaparsa yapsın ilgi çekici bir açıdan bakarak sürükleyicilikle deneyselliği dengeleyen ve derinliği de olan işler çıkarmayı başarıyor hep. Hikaye anlatımındaki ekonomikliği zaten estetik kadrajları kadar hayranlık uyandırıcı ve Unsane'de de standart bir Soderbergh filminden beklenecek her şey var. En basiti, denk geldiği sosyal iklim sayesinde arkasına ciddi bir mevzuyu cıvıklaştıran fos bir pazarlama dalgasını alabilecekken filmin kendi başına var olmayı tercih etmesi bile filmin hak ettiği ilgiyi çekmemiş oluşunun iyi bir açıklayıcısı. Soderbergh, Soderbergh diye sayıklamaya geçmeden, sürükleyici, sağlam bir hikaye anlatımına sahip ve telefonla çekilen bir filmden beklenemeyecek kadar estetik olduğunu söyleyip bir bütün halinde hayranlık uyandırıcı olduğunu ekleyeyim. </span><br />
<br />
her ne kadar filmin tanıtımlarında konuyu baştan sona özetlemiş olsalar da bir soderbergh filmi olduğu için zaten izleyeceğimden "neymiş, ne değilmiş" diye herhangi bir şeye bakmadan başladım filme ve bunun etkiyi yükselttiği aşikar. ayrıca afiş çok iyi.<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-71572110224150211792018-04-10T01:13:00.002+03:002018-04-27T20:00:29.044+03:00You Were Never Really Here<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggd2-b-a2ZX9f-F58k6epUYYDUH6hxt2P6mwsqlF0WhVdYfWhgGs47JjmT_-GiGZXi7Q7OOyksuz_IPOhWPadgyUghzRETEBXDtCk-vSM8MBzYjYMAc3WJ5fwhyMxAAnIS2nD4xIEudmf-/s1600/you_were_never_really_here_ver5_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggd2-b-a2ZX9f-F58k6epUYYDUH6hxt2P6mwsqlF0WhVdYfWhgGs47JjmT_-GiGZXi7Q7OOyksuz_IPOhWPadgyUghzRETEBXDtCk-vSM8MBzYjYMAc3WJ5fwhyMxAAnIS2nD4xIEudmf-/s400/you_were_never_really_here_ver5_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Tavsiye ederken filmi tarif etmek için sınırlı kelime haznesiyle kullanılan klişe tabirler ne kadar makul duruyorsa, bir film üzerine konuşmaya başlandığında benzer biçimde yalnızca iki uçta sarf edilen cümleler de o kadar tuhaf geliyor. Yaşamın her katmanında söylenen bir şeyi temellendirme noktasında yaşanan sorunlar, kanaatleri kutsallaştırmak ve ölçüyü değil tutturamamak bunu dert bile edinmemek gibi şaşılası gerçekliklere çıkan yanları bir yana, bir film yalnızca "sevdim/sevmedim" düzleminde iki kelimeden birini söylettirmek için varsa eğer her anımıza sızmış algoritmalarla hedefini hep on ikiden vuran filmler çekmek şimdiden mümkün olmaz mıydı? Bir yaratıya bakıp yekten bir sıfatı üzerine oturtmak bu derece kolaysa o yaratının varlık sebebi rastgele düzülen bir dükkanın duvarlarında kalmış alakasız posterlere yakınsamıyor mu? Lynne Ramsay'in sinema dili tam da bu sorulara kaynak olacak biçimde işliyor. You Were Never Really Here'ın sergilediği zanaatkârlık ötesinde neyi barındırdığını büyük bir merak ile karşısına oturmama rağmen beni zorlamış olması sebebiyle biraz tepkisel biçimde dillendirecekken adeta zihinde beliren anlık fikirler veya bir anda benliği esir alan hisler gibi gözümün önünde birbirine bağlanıyor filmin sunduğu her şey. Birbirini çağıran sahneler ve fikirlerin bağıntılarına biraz yakından bakmak isteyince dağılıyor sonra hepsi. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiw4n3H6SFalFGY4340Xu24hhWuw__QcnbWi-91Rd2TDLdjqJBOxcJCKTncjKRP2LgL2YmXdSiH-b7CZv8FcV4sedwoW0nlGXxBi1nwsMozLKiB_meUUtnq83zhyphenhyphenNY64RMHhtTFMcwlQpH9/s1600/you_were_never_really_here_ver8_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiw4n3H6SFalFGY4340Xu24hhWuw__QcnbWi-91Rd2TDLdjqJBOxcJCKTncjKRP2LgL2YmXdSiH-b7CZv8FcV4sedwoW0nlGXxBi1nwsMozLKiB_meUUtnq83zhyphenhyphenNY64RMHhtTFMcwlQpH9/s400/you_were_never_really_here_ver8_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Lynne Ramsay, her türlü gerçekliği alımlı yansıtmaya kafayı takmış sinema estetiğinden uzak hareket ederek karakterlerin o deneyimleri içerisinde ne kadar debelendiğini yansıtmaya odaklanıyor ve debdebeyi gerekmedikçe aramıyor. Hali hazırda gayet sinematik mevzusu sebebiyle yer yer sahneler ve temalarla anımsattığı filmlerin aksine bir yorum getirip yalnızca filmdeki olaylar zincirine dair değil, izleyicinin tüm bu eylem ve hislerin faraziliğine dayanarak mest olma arayışına da kendince bir yorum getiriyor. Bir kiralık katilin konu edindiği filmde, o karakterin herkesi büyük bir özgüvenle öldürecek olması mı filmin çekiciliğini oluşturuyor, yoksa o katilin o noktaya gelişindeki aşamalar mı öylesi sahneleri söz gelimi bir çatışma haberinden daha anlamlı kılıyor? Bir temas ve bir aradalık arayışıyla yaşamın rahatlıkla görülen kırılganlığının aksine insanın son nefesi verişindeki vahşetin birbirine tezatlığı koruyor karakterin her şeye rağmen naifliğini bu hikayelerde. Taxi Driver, Le Samourai, Léon: The Professional veya bir başkası; birbirlerinden ne kadar farklı yönleri olsa da odaklandıkları karakterlerin yapısına bürünüşleriyle var oluyorlar. Fakat You Were Never Really Here onların aksine taklit edilesi bir gerçeklik kurgulamak için çaba göstermiyor ve bu sayede iç içe geçirdiği zamansallıkları birbirlerine dair yorum olarak kullanabiliyor: açıklamak yerine işaret ediyor. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Filmin yansıtırken düştüğü varoluş problemleri olduğu söylenebilir, ama jenerik akarken zihne hala kendi dünyasında bir tur attırmaya devam ediyor oluşu ve bunu parçalı imalarla becerme hali takdire şayan. Karakterin sayıklamalarından filmin ismine her şeyi haykırıyor esasen You Were Never Really Here; güzel bir gün orada duruyor, tekinsizce.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">joaquin phoenix'in hayranlık uyandırıcı serisinin en keyifli yanı performansı kadar başarılı filmlerle geliyor olması. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-67125172593166738262018-03-30T18:23:00.001+03:002018-03-30T18:25:13.962+03:00Kelebekler<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgT2KfkC8N9_7pl8YiBXko7sHZZEXPJbiLU8Rn7juvnsp7coJBF1g41HWUicAekNRryyOFdqJoxnGFfx7SQQFEYwTlWkqt8XkvVkq5S6rZ8274hMXfQgJGn2bOIIixzQ0oTigF7O12B-kL6/s1600/DX6218RWkAISLvF.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1124" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgT2KfkC8N9_7pl8YiBXko7sHZZEXPJbiLU8Rn7juvnsp7coJBF1g41HWUicAekNRryyOFdqJoxnGFfx7SQQFEYwTlWkqt8XkvVkq5S6rZ8274hMXfQgJGn2bOIIixzQ0oTigF7O12B-kL6/s400/DX6218RWkAISLvF.jpg" width="280" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"></span><br />
<div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span></span></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">
Merkel'e seslenişiyle tanıyoruz bir noktaya kadar sanki en *aklı başındaymış* gibi duran karakteri. Bir şekilde deneyimlenen gerçeklikle başa çıkmak, ona kapılmadan durabilmek için farkında olmadan geliştirilen kişisel mekanizmayı gösteriyor yani önce Kelebekler. Sonra diğer karakterleri olağan ortam ve uğraşları içerisinde sunup kabuk bağlamış yarayı, hikayenin ve karakterlerin sürekli etrafında döndüğü masalı ne olduğunu söylemeden izleyiciye atarak keyifli bir yolculuğa davette bulunuyor film. Her mekanı solutmayı başarışı bir yana, gülmecesini zorlamadan, hikayenin içerisinden doğal olarak çıkmasına izin vererek bir aile özelinde hislerle ilgili bu topraklarda pek çözülemeyen meselenin etrafında dans ediyor. </span><br />
<div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Hal hatır sormak çoğu zaman, çoğu yerde bir formaliteymiş gibi cevaplanıyor belki ama duygularla bu kadar fazla boğuşan bir memlekette hiçbir zaman sahiden önemsenmiyor. Bu yüzden belki de her an büyükçe reaksiyonlar verip patlamaya hazır oluş, ve bir diğerinin nedenini, nasılını bu yolla öğrenince gelen sessizlik... Bir görevi yerine getiriyormuşcasına değil de keyfine vararak herhangi bir şeye dalmanın zorluğu ailenin işler ve işlemezliklerinden mi miras, kesin söylenemese de Sarmaşık'tan sonra Kelebekler ile yerelin kuruluşuna dair daha fazla şey söylüyor Tolga Karaçelik. Belki Sarmaşık gibi sinematografik olarak bir hayranlık uyandırmıyor ama böylesi ağır bir hikayeyi bu kadar hafif anlatıp "kötü haber" diye addedilecek bir şeyi dahi güldürerek açık ediyor olması karakterlerin boğuştuğu o tanıdık gerçekliğe dair önemli bir yoruma dönüşüyor. Belki uzun süredir yakınsadığım, ilk elden tanıdığımı hissettiğim karakterleri perdede görmüyor olmanın etkisiyle bu kadar güzellemeye düşüyorumdur, fakat "kırsala-giderek-ödüllü-film-çekme" formülünü dahi ters çevirdiği ve böyle bir ortamda dahi yansıttığı gerçekliğe bakarak biraz olsun -uyuşturmadan- iyi hissettirmeye dönük biçimde ortaya çıktığı aşikar Kelebekler'in. Bu yüzden ister nadir görsel efektleri çok başarılı olmasın, ister basitçe bildiğimiz bir hikayeyi anlatıyor olsun; *ciddi* görünmek için kasılmayışıyla hafif bir filmmişçesine izlenip giden ve tam da bu sebeple bana kendisini çok sevdiren bir film oldu Kelebekler. Alaycılığa sarılmadan gülmeceyi kotaran anlatısıyla, renkli karakterleri ve onları hakkıyla canlandıran oyuncularıyla ve yüzeyde gayet basit dursa da yerelin önemli kuruluş noktaları üzerine kafa yoran senaryosuyla Sarmaşık'tan sonra harika bir film daha ortaya çıkarıyor Tolga Karaçelik. </span></div>
<div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span></div>
<div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">jonathan demme'in o eğlencelik gözüken muhteşem filmleri gibi bir tadı olduğunu söyleyen oldu mu?</span></div>
capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-40479571058043775382018-03-12T23:24:00.001+03:002018-03-13T12:00:03.174+03:00Annihilation<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEilEphAD8m-mvIdlvnGm9PUKkZXfi7Zggo29Ha9Rw8zRBJ7HHcz739dM2WgVy6NFM1J2etCFEAYwRXZc7xrmysP0_cCFLGMepfcHZnDWQv38ZZiXEAXCjFFDJ7_UN1FQbFuzoAhuLbFPyf0/s1600/annihilation_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="960" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEilEphAD8m-mvIdlvnGm9PUKkZXfi7Zggo29Ha9Rw8zRBJ7HHcz739dM2WgVy6NFM1J2etCFEAYwRXZc7xrmysP0_cCFLGMepfcHZnDWQv38ZZiXEAXCjFFDJ7_UN1FQbFuzoAhuLbFPyf0/s400/annihilation_xlg.jpg" width="255" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Gerçeklikle olan temasın kırılganlığı nereden ileri geliyor? Böyle yedi kelimelik basit bir sorunun neredeyse her kelimesi, sorunun kendisine yönelik, başka merak veya itirazlara yönlendirebiliyor. Çünkü sorgunun kendisi belli kabuller üzerine inşa ediliyor; şüphenin kontrol yetisi her iki koldan ilerleyerek bir yandan eylemi diğer yandan fikri çevreliyor. Üzerinde durduğu veya yanından geçtiği kavramlarla bunu andıran biçimde oynuyor Alex Garland. Kurduğu görsel dünya etkileyici ve bayağı nitelemelerini hak etme arasında gidip gelirken "bir de şu var" dercesine kurduğu anlatı, yaratılan atmosferin derinliğini göstererek bütünün algılanışını bir raya koymayı başarıyor. Zira yer yer eğreti duran görsel dil anlatının sunduklarıyla farklı anlamlar kazanıyor. Mesela filmin sonlarına doğru kamuflajıyla otoriter bir noktadan yönelttiği "yani uzaylı mı?" sorusuyla hikayenin bütününde olanlara dair de mizahi bir yorum getirmiyor mu film? Bu açıdan kendine dönüp kıvrılarak, yani yalnızca bir şeyler gösterme otoritesine sahip olmayı bırakıp seyirciye kendisini yansıtarak da bir katman çıkıyor Annihilation. İsminin de önerdiği gibi: toptan yıkım endişesi, karşılaşmayla gelen yeniyi, farklıyı veya onlarca değişik şekilde ifade edilebilecek o bir öte noktayı öteleyen güç oluyor.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Hala nadir olsa da video oyun estetiğini son zamanlarda artan biçimde filmlerde görmek çoğunlukla endişe verici geliyordu çünkü bu çoğunlukla anlatının eksikliğini kapatma aracı olarak kullanılan bir numara gibi duruyordu. Daha önce Enslaved'in yazarlığını üstlenmiş olması ötesinde mecraya aşina olan Garland'ın, The Last of Us'ı andıran sahneler kullanması ise hayran bırakıyor. Hali hazırda anlatıya uyan, hikayeyi destekleyen bir yapı içerisinde bu benzerliğin kurulmuş olması bir yana, oyunun tematik keşfi üzerinden de farklı uzamda filme yorum getirme olanağı sağlıyor; bir anlamda Annihilation'ın anlatısı daha da zenginleşiyor. Yani karşılaştığı şeyi benimseyen ve reddedenin son raddede filmde bir araya geliyor olması gibi tamamen sinematik bir deneyim sunarken başka bir mecradaki eserin yansımasını böylesine kullanırken bir nevi görsellikte pürüz gibi duran sapmalar da anlamlanıyor: etkileyici ve bayağı bir potada erirken ortaya bu hikaye çıkıyor. Dolayısıyla yalnızca ekranda beliren olaylar ve onlarla beraber yansıyan fikirsellik ve duygusallığın da ötesinde kapsamlıca örülmüş bir anlatısı var Annihilation'ın. İşte bu farklı girdilerle kurulan yapı gerçeklikle olan temasın kırılganlığını düşündürüyor; film sınırlı bir hikaye anlatıcılığı alanında kalmayarak içine kattığı ve kendisine dönüp yansıttıklarıyla temasın nicel değil nitel bir düzlemde kurulduğunu gösteriyor. Tıpkı kullandığı ışıkların bir kaleydoskobu -ve haliyle farklı bir algı kapısını- andırırcasına şekiller çizerek tamamlandığı gibi, zihinden geçen her şey birbirine eklenip tamamlanıyor. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Doğrusu bir süredir bir filmi izledikten sonra beğeni cümleleri kurup ardından düşündükçe bu kadar dağılmamıştım. Ne ifade ettiğiyle değil, nerelere ittiğiyle kafa karıştırıcı olan, hayran kalınası bir beceriyle kotarılmış muhteşem bir film Annihilation. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-58218753360147278682018-01-26T17:06:00.002+03:002018-01-27T00:33:06.068+03:00La loi du marché / The Measure of a Man<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp5EfE5F17sSRebWJWgxKMuajR6OiKFAq0HHSgj_ZaUSpfRB9v9KHgofeWYLD8pTtQJCzYh6SzcPf-xfpPfue1zup9jMnu0SLuHOGJazIWJyyAKYaBoMSzjW5H_U93McU5giBHuF3EkZuS/s1600/la-loi-du-marche-movie.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1200" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhp5EfE5F17sSRebWJWgxKMuajR6OiKFAq0HHSgj_ZaUSpfRB9v9KHgofeWYLD8pTtQJCzYh6SzcPf-xfpPfue1zup9jMnu0SLuHOGJazIWJyyAKYaBoMSzjW5H_U93McU5giBHuF3EkZuS/s400/la-loi-du-marche-movie.jpg" width="300" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">2008 krizine odaklanan Amerikan dramaları, çoğunlukla meselenin "nasıl"ını anlatmaya çalışarak "neden"i ya geri plana atıyor ya da bu "nasıl"ın içine yüzeysel biçimde entegre etmeye çalışıyor. Bunu bir suçlamadan ziyade ortak özelliklerini saptama adına söylüyorum, zira o filmlerin konumlanışı da yapımından pazarlama evresine bu krize eleştirel bir noktadan bakmak üzere kurulu. Fakat tenkitin niteliğinin ne kadar mühim olduğunu 2007'den beri memleketçe deneyimliyoruz, dolayısıyla pozisyon alma çabaları ve niyetleri bir kenara, Margin Call'dan The Company Men'e ve hatta The Big Short'a kadar uzanan filmlerin temel itibariyle yaptıkları yalnızca krizi normalleştirmek değil aynı zamanda onun etkilenenlerini dışarıda bırakmak. Mesela The Company Men'de Kevin Costner gibi bir isim ve sima aracılığıyla temsiliyetine daha "öne çıkıyormuş" izlenimi verilen mavi yakalılar, kendi sınıfsal durumları üzerinden değil finansal kapitalizme karşı "üreten kapitalizmi" koyabilme telaşıyla var olabiliyorlar ancak. Ve bu açıdan 1987'de Oliver Stone'un Wall Street ile yaptığını farklı bir açıdan ve çok daha düşük seviyede bir itirazla tekrarlamaktan başka bir şey yapabildiklerini söylemek zor oluyor.</span><br />
<i><span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span></i>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><i>La loi du marché</i> (ya da uluslararası ismiyle; The Measure of a Man) ise tüm bu filmlerin aksine bir mavi yakalıya odaklanıyor. Ana karakterinin film boyu sürecek derdini -ve durumun aslında ne kadar basit göründüğünü- açılış sekansıyla direkt ortaya koyuşu, filmin finale ulaşma sürecinde katmerli bir ehemmiyete erişiyor. Zira meselenin basit bir ekonomik sorundan ziyade siyasi olduğunu ve bunun da yaşamı algılayış ile temelden ilintili olduğunu ortaya koyuyor. Sallanan ama hareketten imtina eden kameranın bakışıyla tarif edilebilecek ve anlatısından metnine kadar sadelikle kurulan film, hiçbir cümlesini yüksek sesle veya manipülatif biçimde dile getirmiyor. Bu açıdan, sıklıkla reaksiyonerliğiyle eleştirilen bir sınıfın gayet sakin bir mensubu üzerinden meselesini etraflıca anlatırken seyircisinden tepkiyi bekleyişi, derdini ön plana çıkarmasını ve kendisinin basit bir "dava filmi" olarak algılanmanın ötesine geçmesini sağlıyor. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Eksantrik hareketleri sebebiyle söylediklerinin içeriğinden çok kendisine dikkat çeken bir modern düşünürün, "dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha mümkün" cümlesiyle özetlenebilecek kapitalist realist anlayışla hareket etmeyip onu gözler önüne sermeye çalışması bakımından gittikçe cendereye sıkışan günümüz insanını gayet iyi tarif ediyor film. Bürokrasiye karşı cümleleriyle beliren neoliberalizmin her süreci daha fazla bürokrasiye boğması, iş arama zamanlarında karşılaşılan aracı kurumlardan bunların üstlendiği "düzenleyici ve eğitici faaliyetlere", henüz ortada bir şey yokken müdahale iştahıyla hareket edip toplantılar düzenleyen eğitim kurumları ve finansal kuruluşlara kadar yansıyor anlatıya. Yani faaliyetin kendisinden çok onun temsilinin öne çıktığı bir zamanı anlatma adına "sorgulama odası" ile "uğurlama odası" arasına sıkışan çalışanları ve hepsinin her anına nüfuz eden şirketsel nezareti basitçe yansıtışıyla 2008 krizi sonrası süreci en iyi aktaran filmlerden birisine dönüşüyor <i>La loi du marché</i>. Ya da tek cümleyle; Vincent Lindon'ın mükemmel performansıyla beraber, etraflı bir tenkiti yalın biçimde sunan incelikli bir sinema deneyimi...</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-37434289599574494492018-01-09T13:34:00.003+03:002018-01-09T13:34:30.909+03:00Thelma<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHFgTzv2l8vE96WGOkWNokDLpfQbjb8RNZmD_sW6bu7mo0xKtpHp7WuTz6TAzv8S2yduXN6ooAdX_RjqeMeEYyl2woDAKoK9vrpv8IskIwLjN4deb_COsQvJpIrzq6rginjjiYJfPVzH27/s1600/thelma_ver2_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhHFgTzv2l8vE96WGOkWNokDLpfQbjb8RNZmD_sW6bu7mo0xKtpHp7WuTz6TAzv8S2yduXN6ooAdX_RjqeMeEYyl2woDAKoK9vrpv8IskIwLjN4deb_COsQvJpIrzq6rginjjiYJfPVzH27/s400/thelma_ver2_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Zamanla edilinilen zevkler tuhaf bir tat verir her zaman. Mesela ilk kez tadılan biranın tadı sevilmediyse, sonraki tadışların güzelleşmeye başlaması şüphelidir: acaba içeceği ilişkilendirdiği bağlamda mı sevmiştir karakter, çeşitleri arasındaki fark mı etkilemiştir, yoksa bu içeceğe dair bir tat algısı geliştirip onun inceliklerini fark edebilecek duruma mı gelmiştir sahiden? Burada çekici olan, kişinin kendisini tatmin eden şeyi ifade edebilecek hale gelme ihtimali sanıyorum ki. Zira sebebi ne olursa olsun tada dair yaşanan bu değişimin, o süreçteki yer değiştirmelerin izi sürülebildiği sürece kişi kendisine biraz daha yakınlaşacaktır: performe etmediği "öz" bir benlik varlığı gibi bir imayla değil, hali hazırda fırçanın gelişiyle ortaya koyduğu, yani yarattığı "benliği" girinti ve çıkıntılarıyla tanımak babında. Filmde Thelma'nın deneyimlediği sürecin doğaüstü olmayıp herkese yakın gelebilecek tarafı bunun üzerine kurulu, diğer yandan filmin kendisinin alımlanma hali de benim için bu sürece dahil.</span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Film izlemeye sıradan bir aktivite olarak başlayıp adeta dinsel bir ritüele çevirdiğim ve ardından günün doğal parçalarından biri olduğuna karar kıldığım süreçte, çok yakın bir zamanda, yeniden keşfettiğim yönetmenlerden birisi Brian De Palma idi. Eski işlerine döndükçe kendisine sıklıkla yöneltilen "derinlikten ziyade ambalaj" eleştirisinin gözardı ettiği şeyleri fark ettim ve bu sürede de sinemayı *fazla ciddiye alma telaşıyla* onun çekiciliğini kaçıran pozisyonumdan anlatıyı esasen kuran incelikleri takdir edebilme noktasına geldim. (Bu aslında *boş gözüken, bildik hikayelerle kurulmuş ama teknik bir üstünlük gösteren sürükleyici filmleri* seviyorum demenin bir diğer yolu.) Thelma, yalnızca De Palma'nın başyapıtlarından Carrie'yi anımsatmasıyla değil, genel olarak De Palma'yı işaret eden anlatı tarzıyla da bu kategoride değerlendirilebilecek bir iş. Şaşırtıcı olan, Joachim Trier gibi anlatıyı önce bir yazar olarak kuran, stilize incelikleri hikayenin arka planına atarak hisli filmler çeken bir yönetmenin böyle bir iş yapması. Kolaylıkla uyuşmayacağını sandığım, farklı türlü film yapma biçimleri arasında bu şekilde geçiş yapması, Trier'in hala şaşırtacak bir yönetmen olduğunun göstergesi.</span><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"> </span></span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Stilize işlere yöneltilen eleştirinin temel sebebi de sanıyorum bu; karaktere dair başlayan notlar bir anda, ister istemez, yönetmene kayıyor ve onu, onu çevreleyen durumu konuşmak filmin kendisine dair kelamlar kadar heyecan verici oluyor. Bu sebeple filmin etrafında yaratıcı üzerine olan bahsi fazla uzatmadan filme dönecek olursam, ilk söylenebilecek şey Thelma'nın salt hikaye değeriyle izlenecek bir film olmadığı. Nüanslara gösterilen özenle genel hissiyatın bir kenara atılmadığı finali hariç</span><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">, herhangi bir sinema izleyicisi bu hikayeyi defalarca izledi çünkü. </span><span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Farklı, yenilikçi bir hikaye arayışı bağlamında söylemiyorum bunu, akışın baştan aşağı tahmin edilebilirliği üzerine söylüyorum. Tam da bu noktada Thelma'nın çok iyi kotardığı izleyiciyi içine çekme ve karakterin duygusallığına onu ortak etme hali devreye giriyor. Zira filmin vurucu yanı, başından sonuna bilinen bir çizgide ilerleyen anlatının sonlandıktan sonra bir yumru olarak izleyiciyle kalabilmesi. Bunun arkasında yatan teknik becerinin ötesinde, bir de, güya *duyarlılık* altında filmlerin hoyratça kullandığı temaları nazikçe mesele edebilmesini vurgulamak gerekiyor. Çünkü öyle bir durum oluştu ki son yıllarda, filmlerin kendilerinden çok, onlarda kurulan cümlelerin içeriğinde var sayılan meseleler filmlerin değerlendirilmesinde önem kazanıyor, veya filmin kendisine bakılmadan bir karakterinin eylemselliğinin olay örgüsü içerisinde edindiği yer yerme veya övme sebebi oluyor. Bu açıdan Thelma'nın ne meselelerini sömürmesi ne de anlatıyı *duyarlıca alkışlanma* etrafında kurmuş olması ayrıca takdire değer.</span></span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Nihayetinde, kurduğu tekinsiz atmosferle, sevgiyle baktığı karakterlerle, ve bunları hem kamera arkası hem de önünde hayran kalınası bir beceriyle yapıyor olmasıyla Trier ve Vogt'un şaşırmayan bir iş birliği Thelma; günün herhangi bir anında durduk yerde insanın içine oturan o kötürümleştirici hissin sinemadaki denklerinden. </span></span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-18571917219483469482017-11-16T15:04:00.002+03:002017-11-16T15:19:27.550+03:00Landline<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiGGamCFSSQU1SZfByIxg5Uf_L7s8BA-kyvCv2nKHOs6blfUOeKJM_ZOpeixPZCfTBcwBuT8xwz9HTdfe9VO1hQEh6eGn-QW6YahMGx8CXlXLXCuA5SjJTox_cSWGilHVETkJbGvaebjAB6/s1600/landline_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1015" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiGGamCFSSQU1SZfByIxg5Uf_L7s8BA-kyvCv2nKHOs6blfUOeKJM_ZOpeixPZCfTBcwBuT8xwz9HTdfe9VO1hQEh6eGn-QW6YahMGx8CXlXLXCuA5SjJTox_cSWGilHVETkJbGvaebjAB6/s400/landline_xlg.jpg" width="270" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Sanki her şeyin bir merkezi varmış ve buradan şaşıldığı ya da oraya denk gelinmediği anda geri dönüşü yokmuş gibi hiçbir şeyin son zamanlarda. Elbette kişinin kendisini sunması yeni bir şey değil, hatta bunun pazarlama olarak anılabilecek seviyelere gelmesi de, ama zaman içerisinde odağın buna kaymasıyla değişen, o değiştikçe hepimizin hayatını ve samimiyeti derinden etkileyen bir şey var gibi son yıllarda. Her şey yuvarlanıyor olmasına rağmen tanımlar keskinleşiyor, her şey hala belirsiz olmasına ve yaşam stilleri üzerine kirli bir edebiyat yapılıyor olmasına rağmen tek bir biçem varmış gibi hareket ediliyor. Reelpolitik de böyle gelişiyor, insanların eğlenmek için ilgilenip hayatlarının bir parçası ettikleri şeyler de. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Geçmişe dönüp bakarken kalan imajlar kötü bile olsa oradan çıkılmış olmanın getirisiyle belki de, hatırlananlar hep candan gözüküyor. Bilinçli diyebileceğim bir anlamda deneyimleyememiş olsam da, '90'ların *bolluğundan* -biraz da milenyumun ilk yıllarına sarkan etkisiyle- geriye kalan imajlar günümüzün daraltıcı anlayışı yanında çok daha samimi, çok daha rahatlatıcı gözüküyor. Ama bu hissiyat geriye bakışın getirdiği bir yanılsamadan ziyade somut bir değişimin ifadesi gibi gözüküyor, en azından Landline'dan sonra bu cümleleri kurarken daha az çekince hissediyorum. '70'lere dönen filmlerin çoğunluğunda döneme dair ağız sulanmasıyla karışık abartmaya karşılık, '70'lerin filmleri başta olmak üzere diğer anlatılarında buna denk düşecek biçimde vücut bulmayan olgular belirirken, '90'lar konusunda böyle bir kontrastın pek görünmüyor oluşu belki bunda etkendir. Landline da tam bu sebeple coşkunluk getirdi tarafıma izlerken, çünkü dönüp baktığı zamanı yalnızca kıyafetler, araçlar ve çevresel cisimlerde bulmayıp onu kendi değerleriyle ve bunu yargılama gereği hissetmeden deneyimleme fırsatı veriyor; yani umursamama halinin "ne olacak ki" yüzsüzlüğüyle değil, "ne olursa olsun" kabullenmesiyle var olabildiğini ve bu farkı görüyor. Hataların geri dönülebilir oluşu özellikle söz konusu janrın bir motifi, fakat bunun ele alınış biçimi ve anlatı boyu ultra yüksek çözünürlüklü bir film tarzında netlik aranmayışı Landline'ı, en azından günümüz için, farklı bir noktaya koyuyor. Burada yanlış anlaşılma olmaması adına özellikle vurgulamam gereken kısım "günümüz için," çünkü Landline yeni veya beklenmedik bir şey yapmıyor; bilakis, bildiğimiz bir hikayeyi alıştığımız şekilde kendini daha değersiz gören bir mizah sosuyla anlatıyor, ama tüm anlatımı ince bir farklılıkla yapıyor: farklı bir zamanın hassasiyetiyle. Bu açıdan da demode, ama günümüz algılarına göre daha rahatlatıcı, daha esnek ve şahsen ayaklarının daha sağlam yere bastığını düşündüğüm, en azından salınma hareketinin bir yürüme biçimi olduğunu bilen bir film olarak beliriyor. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">PJ Harvey'i duyunca distorsiyonun, düzleştirilip *sorunsuzlaştırılmış* seslerle dolu bir zamana karşı ne kadar etkileyici çınladığı düşünülüyorsa alışılmış, sıradan anlatısıyla Landline sıcak bir film olacaktır muhtemelen. Oradan oraya "dıkşınlı maceralarda" odağa oturup tasarım için kullanılan değil, gün içerisinde ufak bir konfor olan walkmen ve karışık kasetler, sıradan ve samimiyi biraraya getiriyor, yani Churchill baş parmağıyla onaylayıp geçmenin yetersiz kalması iyi hissettiriyor. </span><br />
<br />
sevgi, saygı, ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-75699398667342864852017-10-29T19:44:00.002+03:002017-10-29T19:44:29.604+03:00Atomic Blonde<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_zhUdzfWEcowsNCmBOE7mITnQ94I_Du_NBaVdiiGEqKAvUGlluGmrexBGZjlY4MWJkUMJbZd3wk5R18kOMpjTHiVXqZsfWP_ZsVsI3Rf-rfXnyqcmn3oZ5460ISJPKDb-gwl7SR76IIkl/s1600/atomic_blonde_ver6_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="960" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_zhUdzfWEcowsNCmBOE7mITnQ94I_Du_NBaVdiiGEqKAvUGlluGmrexBGZjlY4MWJkUMJbZd3wk5R18kOMpjTHiVXqZsfWP_ZsVsI3Rf-rfXnyqcmn3oZ5460ISJPKDb-gwl7SR76IIkl/s400/atomic_blonde_ver6_xlg.jpg" width="255" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Seyirci olarak kalmakta ısrar edip işin yaratıcı yönüne uzaktan kafa yorunca varılan yerlerden biri, teknik yetileri olan seyirliklere ağız sulanarak bakmak olabiliyor. Atomic Blonde basit bir aksiyon filmi olarak çıkıyormuş gibi görünse de aslında oynadığı yer tam da burası. John Wick'in diğer yönetmeni olarak David Leitch'in, o filmle beraber tekrar ve daha popüler biçimde açılan bir damardan başkasına oynadığını düşünmek bana lüzumsuz geliyor açıkçası. Bu anlamda, bir başka egzersiz de sunuyor Leitch ve yeni filmi: ilk filmin yersizce övülmesine rağmen, devam filmi aynı hatalara düşmeyerek tonal ayarını iyi yapıp sağlam bir aksiyon filmi olarak gelmişti John Wick 2'de, bu durumda Leitch'in dublörlük geçmişinin de etkisiyle ortaya çıkan koreografiler ötesinde bir şey bulabilecek miydik Atomic Blonde'da? </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3yBhG1lyfQHeG9EPZ6G4sIHFJsWSyz8BztRcs09l_aO7cSxeNNuuqKqXiB0x46AUbj0Jh3oDmjRHxmrNLl4soTwYxbdGTfalMxe4av_7aLXMzfkWANQDH6owJu3wLpaK2AsFa4WHM5Hz0/s1600/11-atomic-blonde-stariway.w1200.h630.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="630" data-original-width="1200" height="210" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi3yBhG1lyfQHeG9EPZ6G4sIHFJsWSyz8BztRcs09l_aO7cSxeNNuuqKqXiB0x46AUbj0Jh3oDmjRHxmrNLl4soTwYxbdGTfalMxe4av_7aLXMzfkWANQDH6owJu3wLpaK2AsFa4WHM5Hz0/s400/11-atomic-blonde-stariway.w1200.h630.jpg" width="400" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Soğuk Savaşın son dönemini kendisine fon olarak alırken film stilize bir aksiyon filmiyle derinliği olan bir casusluk hikayesi olma arasında kalan bir pozisyon belirliyormuş gibi gözüküyor. Rahatsız edici biçimde kullanılan efektler bir kenara bırakılırsa, belli bir aşamadan sonra bu raya oturuyor-muş gibi de duruyor. Fakat anlatmaya çok hevesli gözükerek daldığı istihbarat evreni ve tematik olarak ister istemez dahil olduğu mevzuları kendisi anlama başarısı gösteremeyince ortaya çıkan şey hedeflenen pozisyonun yanından dahi geçmiyor. Özellikle anlatımdaki dengesiz tercihleri hikaye tarafından desteklenmediği için rengi tutturan görsel bir bütün olmanın ötesine geçemiyor. Yine de Leitch'in filme değer katmayı başardığı çok önemli bir nokta var: merdivenlerdeki 7-8 dakikalık dövüş sekansı. Yıllarca aksiyon filmlerini sevmemiş birisi olarak hep merak ettiğim şey bir dövüş sekansının tek plan olarak çekilmesi veya en azından o yanılsamanın sağlanması durumunda ne olacağıydı, zira kesmelerle belli darbelerin etkisi vurgulanmaya çalışılıyor olsa da, veya müzikle birlikte kurgulanan ritmik koreografi adeta bir dans sekansı gibi etkileyici olabiliyor olsa da tıpkı özel efektlerin sorunlu kullanımında olduğu gibi tatminsizlik yaratıyor. Çünkü kamera arkasındaki ekiple istenilen her şeyin yapabileceği gerçeği anlatının vurgulanan yönlerinden eksiltiyor çoğunlukla ve sırrı mekanik olmayan bir illüzyonda olacağı gibi inandırıcılık problemini doğuruyor. Oysa Leitch'in bu sekansta başardığı yalnızca tek plan yanılsamasıyla beraber dövüş sahnesinde süreklilik değil, darbelerin ve olan bitenin taraflar üzerindeki yıkıcı etkisi. Alınan her darbenin, diğerine kondurulan kadar sonucu olması ve bunun filme yansıyışı Atomic Blonde'ın hayran kalınacak bir yönü. Hatta filmi ortalama bir *thriller* olmaktan döndüren mide bulandırıcı epilogu da düşünülürse, merdivenlerdeki o sekansın Atomic Blonde'ın tek dayanağı olduğunu söylemek mümkün olur. Çünkü epilogu görmezden gelsek dahi filmin çok ciddi bir ton problemi var: kendisini fazlasıyla ciddiye alıyor. </span><br />
<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-85242507905072046542017-08-29T21:59:00.000+03:002017-08-30T03:22:17.655+03:00Logan Lucky<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgN0q2UGT5ETzAUgDDyHMS7LKYMRLC0ynmHlp-bKXdBj1WIfITzS6NgeFUHYIUweEp8XPs0ap7gpK-2zqXLFN-ffP6le-LaOKOsg5HxzSTN1vOr-qZPKb-zSrZ3qH-xmX_41dgH9gqTP4W7/s1600/logan_lucky_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgN0q2UGT5ETzAUgDDyHMS7LKYMRLC0ynmHlp-bKXdBj1WIfITzS6NgeFUHYIUweEp8XPs0ap7gpK-2zqXLFN-ffP6le-LaOKOsg5HxzSTN1vOr-qZPKb-zSrZ3qH-xmX_41dgH9gqTP4W7/s400/logan_lucky_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Logan Lucky, West Virginia eyaletinde geçtiğini o kadar fazla vurguluyor ki, konu edindiği karakterlere de bakınca, ister istemez aklın bir kenarından Trump'ın 2016 seçimlerinde bölgedeki oy oranının yüksekliği geçiyor. (%68) Elbette film öncelikle bir komedi/soygun filmi ve ironik bir yaklaşımı yok; dolayısıyla bunlar sadece hikayenin arka planında kalan yoklamalar. Ama filmin senaryosunun o seçimlerden daha önce yazıldığı, çekimlerin de öncesinde bittiği düşünülünce partizan tartışmaların arasından siyasi aktörleri bir kenara bırakarak çıkıp seçime ve sonuçlarına dair gün içerisinden beliren bir bakış yakaladığını söylemek doğru olacaktır. Her ne kadar filmin asıl odağı izleyicisini eğlendirmekse de bunda başarılı olduğu kadar -ve önceliklerinin mümkün kıldığı ölçüde- reelpolitiğe dair bir siyasi yönü olduğu da inkar edilemez. Ama tüm bunları ister istemez bir kenara bırakarak Soderbergh yeni filmle sinemalara geldi diyerek sevinç çığlıkları attığımı belirtmek istiyorum, çünkü zaten filmi izlerken ben de 2016 ABD Başkanlık Seçimlerini veya seçmen kitlesini düşünüyor falan değildim. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Soderbergh'in 2013'te <a href="https://www.youtube.com/watch?v=ZQrFSUwFwUM" target="_blank">San Francisco Uluslararası Film Festivali'nde yaptığı Sinemanın Hali (State of Cinema) konuşması</a> sonrasında konuşup küsmekle bir şey olmuyor, eyleme geçmek lazım deme noktasıydı aslında Logan Lucky. Filmle ilgili neredeyse her söyleşisinde de bahsettiği üzere kendisi gibi sektörde belli bir tanınırlık edinmiş yönetmenlerin yaratıcı kontrolü yapımcılar veya stüdyolarla paylaşmadan ve saçma seri filmlere alet olmadan film çekebilmeleri için bir finansman modeli denemesiydi bu film. Yeniden keşfettiği bir şey yok bu anlamda, aslında '70'lerde Yeni Hollywood dalgası sırasında da yapılmış olan, o günden beri de çeşitli biçimlerde uygulanan filmin yurtdışı, DVD, streaming gibi haklarını önceden satarak yapım ve yapım sonrası masraflarını karşılayıp ABD gösterimlerden gelecek gişe kazancını kar hanesine yazabilmek modelin temeli. Bu sayede herhangi bir aracı sinemacının işine dahil olmuyor ve filmin pazarlamasına kadar müdahil olabiliyor yönetmen. -Mesela Logan Lucky'nin fragmanını da kendisi kurgulamış Soderbergh.- Soderbergh ilk haftasında filmin 15 milyon dolar kazanmasının olumlu olacağını söylemişti, fakat ilk hafta onun neredeyse yarısı kadar, 8 milyon getirdi. Bu elbette kendi beklentilerinin altında kalsa da gelecek haftalardaki durum Logan Lucky'nin sektördeki yapım-dağıtım modelindeki etkisini değiştirebilir. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhf_dCmeQpMENBj1uJuMm3Stu_qvmUErvx9UuREgSJrXz5Nfwx1smrnWgRrz9Ew07AvTf9cKUxW6E2l2kELkjak5dFY9cdSmcnj6upIDbdPm21KJHdzd0zWUaPbL6a8qpLml3RA6TthGZx3/s1600/logan_lucky_ver3_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhf_dCmeQpMENBj1uJuMm3Stu_qvmUErvx9UuREgSJrXz5Nfwx1smrnWgRrz9Ew07AvTf9cKUxW6E2l2kELkjak5dFY9cdSmcnj6upIDbdPm21KJHdzd0zWUaPbL6a8qpLml3RA6TthGZx3/s400/logan_lucky_ver3_xlg.jpg" width="267" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Bir filme onu izleme deneyimi ötesinde bir şekilde bağlanınca, vizyona girmeden önce heyecanla sadece seyir halini değil filmin etrafında kendisine bağlı olan diğer tartışmaları da düşününce, filmin deneyimi sonrasında bıraktıkları sadece sınırlı süresi içerisinde sundukları olmuyor. Soderbergh filmlerinde bu çok daha fazla geçerli bir durum zira kendisinin film yapım biçimi çoğunlukla anlattığı hikayenin önüne geçebiliyor. Hatta buradan ileri gelen, hikayeyi belli bir mesafeden anlatma hali kendisinin çoğu zaman soğuk bir hikaye anlatıcısı olduğu yönünde eleştirilere sebep oldu geçmişte. O eleştirilere olumsuz bir değerlendirme olmadıklarını düşünerek katılıyorum, zira materyale belli bir mesafeyi koruyor oluşu bariz Soderbergh'in; fakat Logan Lucky bu kategoriye sokulabilecek bir filmi değil. Hatta karakterlerin aidiyetleri kadar yaşadıkları çevre ve sosyal durumlarına işaret eden iki sekans, -yarış öncesi ABD ulusal marşı montajıyla, Güzellik Yarışması sekansı- ilki ton olarak ironiye biraz fazla kaysa da filmin duygulanım halini Soderbergh'ten alışılmışın aksi bir yönüne kaydırıyor. Bu anlamda belki de bu sekansların filmin en sırıtan bölümleri olması da daha anlaşılabilir, fakat karakterlere bir çevresel derinlik kazandırdıkları kadar genel olarak filmin *hafif*liğine işaret edişleriyle de fazlalık denilebilecek durumlar değiller. Bu, bir süredir *ciddi filmler*e alerji geliştirip sinemanın -daha müşkülpesent bir tanımla da olsa- eğlencelik yönünün daha tercih edilir olduğunu düşünmem sebebiyle olabilir elbette. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Soderbergh'in *emekliliğini* açıklamadan önceki son filmlerine bakıldığında, belki beklentiler sebebiyle belki de anlayışın uyuşmamasıyla, aslında tür sineması içerisine düşen filmlerinin çok başarılı işler çıkaramadığı görülüyor gişede. Bence son 10 yılın en iyi komedilerinden birisi olan The Informant! gibi Logan Lucky de türsel başarısına rağmen kitlesel karşılığını belki alamayabilir, -hatta bence Haywire da aksiyon filmi olarak işleyen son dönemdeki ender filmlerden birisiydi- ancak yaşayan eğlenceli karakterlerle, keyifli bir soygun filmi yaratıyor Soderbergh. Logan Lucky'den bundan fazlasını beklememek gerek gibi bir tür filmini beğenmeyi meşrulaştırma arayışlarına girmeyeceğim, zira dağıtım modeliyle orta bütçeli yapımlar için bir değişimin başlangıcı olmasını beklemekten ziyade diliyorum. Eğlenmek, kafa dağıtmak ve aidiyetlere bakmak için iyi bir kaçış Logan Lucky; suçlu hissedecek bir şey yok. </span><br />
<br />
bir kez bile riley keough dememiştim, ayıp olmasın. katherine waterston'un da küçük bir rolü olması sebebiyle olabilir tabii ama abartmayalım artık. ayrıca bu tatum oyunculuk yapabiliyor. yani galiba. rebecca blunt'ın kimliği kadar bilinmezlerdeyim bu konuda.<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,<br />
<br />capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-22485650422321857742017-07-22T01:12:00.000+03:002017-07-22T12:00:17.434+03:00Dunkirk<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
</div>
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggtWxqphLPW1gG-_vPj74wnkWbh7GZFa4XEpDlqhol2kJodSgo1rxJ5pghig1W93K9jU2dnoZEin4iMurqk_G0F4m5B6OGzgzL4QPi3ywml09kp531ru4Gl1Ipr3J664n9kr5wco-zzyHf/s1600/dunkirk_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEggtWxqphLPW1gG-_vPj74wnkWbh7GZFa4XEpDlqhol2kJodSgo1rxJ5pghig1W93K9jU2dnoZEin4iMurqk_G0F4m5B6OGzgzL4QPi3ywml09kp531ru4Gl1Ipr3J664n9kr5wco-zzyHf/s400/dunkirk_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span><span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><i>Honest Trailers </i>serisi içerisinde Memento'nun <i>*</i>dürüst fragman*ında Nolan, "Michael Bay'in hayatında bir kitap okumuşlar için olanı" diye tanımlanıyor. Her ne kadar biraz fazla ağır olsa da, ilk duyduğum günden beri eğlenerek katıldığım bir değerlendirme bu. Zira Nolan'ın filmleri kadar, fazla heyecanlı hayran kitlesi de kendi konumunu belirleyen şeylerden birisi ki bu sebeple, yeni filmine dair herhangi birisi olarak herhangi bir not düşerken kendisine nereden baktığımı belirterek başlama gereği duyuyorum. Kendisinin neredeyse her filmi kendi başına bir popüler kültür olayına dönüşürken bugün salona girmeden önce hangi filmini "en çok" sevdiğimi, hangisini dönüp dönüp izleyebileceğimi düşündüm ve fark ettiğim Nolan'ın yönetmen olarak standart bir deneyim sunduğuydu. Yani elbette birini diğerine tercih edeceğim filmleri var ama genel itibariyle herhangi bir filmi aklıma geldiğinde durduk yerde gülümsemiyorum; çünkü hepsi ortalama üstü bir *kaçamak sineması* <i>-nasıl ama escapist sinema için?- </i>deneyimi sunan teknik açıdan kendini kanıtlamış bir yönetmenin ürünleri. Yani çoğunlukla sürükleyici ve genel olarak kofti bir entelektüellikle süslenmiş anlatılar sunuyor. Ama nihayetinde yeni filmi vizyona girdiği gün Night on Earth de -garip biçimde- vizyona girmiş olmasına rağmen, çok sevdiğim bir filmi sinemada izleme imkanını erteleyip önceliği kendisine veriyor muyum? Evet. E o zaman niye konuşuyorum? Çünkü birazdan çok klişe bir kalıp kullanabilirim Nolan'ın bu filmde yaptığı şeyi tanımlarken, ve bunun, sözcüğün cılkı çıkartılarak yanlış biçimde kullanımından ileri gelmediğini söyleyerek en azından içimi rahat ettirmeliyim. Bir de sonuçta Nolan'ın böylesi finansmanları sağlayıp bu prodüksiyonlarla gelebiliyor olmasının temel sebebi çektiği filmlerin "çok iyi" olması değil, kar etmesi/ettirmesi durumu. Yani kutsayan kitleyle sürüp giden bir gerçeklik olduğu kadar o kutsamanın nasıl geldiği gibi sorularla dönüp dolaşan, önü başı karışan bir tartışma bu ve Nolan'ın bugünün sinema dünyasında bu derece etkili oluşu konusunda yeni bir şey söylenemeyecek hale gelene kadar tekrarlanması gerekiyor bence bu tartışmanın. </span><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdIm2EK4zPDzWy_BpqOspM50mDQOIi9Czprz9iRSxcBfmA2LyHTOoI8ma8ukQ_JBu1RG7TiZFg8cosXH1-5p6rnpX8mzQryAwARyA3nAnKVzFlTaLyWhuBCVKfsj-t-LKb6Y3Ldjm3x2jj/s1600/dunkirk_ver2_xlg.jpg" imageanchor="1" style="font-family: "Times New Roman"; margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjdIm2EK4zPDzWy_BpqOspM50mDQOIi9Czprz9iRSxcBfmA2LyHTOoI8ma8ukQ_JBu1RG7TiZFg8cosXH1-5p6rnpX8mzQryAwARyA3nAnKVzFlTaLyWhuBCVKfsj-t-LKb6Y3Ldjm3x2jj/s400/dunkirk_ver2_xlg.jpg" width="267" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"></span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">New Yorker'ın Richard Brody'si, Nolan görsellerine o kadar güvenseydi alta Zimmer'ın o müziklerini ve koltuk zangırdatan bassları böyle dayar mıydı diye soruyor haklı biçimde. Film boyu benim de dikkatimi çeken şey; popüler sinemaya göre karakterlerin hayli sessiz kaldığı, ve izleyicinin anın doğrudan bir parçası yapılmaya çalışılmış bir film için haddinden fazla olarak görselden çok müzikle filmin parçası olduğumdu. Bu, elbette illa olumsuz bir özellik kabul edilmek durumunda değil, zira film hedeflediği şeyi başarıyor. Özel olmamakla beraber akıllı bir kurguyla farklı zaman dilimlerine aynı anda, sıra gözetmeden odaklanıyor Dunkirk. Seyirciyi koreografik sahnelerin içerisine mümkün olduğunca çekme başarısı basit bir "orada olma" deneyimi sunmanın ötesinde, zira bugüne kadar birçok savaş filminin cepheye vahşetle girerken hep ıskaladığı şeyi başarıyor film: savaşı hissettirmek. Düşmanı, "düşman" olarak bırakarak, Churchill'ı konuşturmayıp onun "ilham vericiliği" ve halkın "kahramanlık" algısıyla gerçekliğin çelişkisine odaklanarak, melodramaya çok yatkın mevzusunda duygulanımın cılkını çıkarmadan ve kamerasının kamera olduğunu hissettirmeden kotarıyor bunu. Kameranın kullanımındaki bu ince çizgiyi yakalamak <i>-yani ne bir Fincher filmindeki gibi hareketiyle varlığını konuşturan bir kamera karakteri ne de seyirciyi sanki orada bir karaktermiş gibi hissettirmek adına kamerayla özdeşleştirme hali- </i>ne kadar Nolan'ın ne kadar Hoyte Van Hoytema'nın etkisiyle bilemiyorum -tıpkı kurguda ve müzikte olduğu gibi- fakat hayli başarılı olduğu gerçek. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Filmografisinde genel biçimde çelişkilere odaklanma durumu olsa da Nolan'ın, daha önce filmleri sanki fark edilme telaşı varmış gibi fazla bağırıyor, lüzumsuzca gürültü çıkarıyordu. Mesela genellikle "karmaşık" olduğu iddia edilen senaryoları "zorlayıcı" olmaktan ziyade bu hissi veriyordu bana: *buradayım, beni görün* Oysa Dunkirk, "katharsis müziği" diye isimlendirebileceğimiz film müziğinin <i>-ya da score'un- </i>devreye girişinden itibaren biraz yalpalasa, en azından bu bölümlerle beni rahatsız etse de savaş deyince akla gelen umarsızlığın, gerçekle bağdaşmayan nutukların, insan ve grup olma halinin net biçimde yansıdığı boğucu bir film. "Anlatının politikası hoşuma gitmese diğer Nolan filmlerinin ötesinde över miydim" sorusu, Dunkirk'e bir film olarak bakış açımı değiştirebilirdi, ama bu politikayla beraber </span><span style="font-family: verdana, sans-serif;">gelen</span><span style="font-family: verdana, sans-serif;"> </span><span style="font-family: verdana, sans-serif;">yaratıcı tercihleriyle,</span><span style="font-family: verdana, sans-serif;"> </span><span style="font-family: verdana, sans-serif;">tekniği üzerinde yükseliyor Dunkirk. Tam da bu yüzden, Bilge Ebiri'nin söylediği gibi; Dunkirk, Nolan'ın yapmak için doğduğu film, yani *standart* gördüğüm filmografisi içerisinde ben kişisel favorimi buldum. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">önceki film denemesinde ne abartmışım riley keough övgüsünü yalnız, şimdi fark ettim. ama bir dunkirk posteri abartması <i>-"bugünü şekillendiren olay"- </i>kadar mı? mümkün değil!</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-33331375494475388192017-07-05T00:35:00.000+03:002017-07-05T02:07:11.058+03:00Lovesong<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjM5EgEHiChz3BmvJWLRunvkA1fWTctcWR-u-OptqPvq3ssZqm-s9yz_xzPIhfL4BUKNMUMa2mENrCRjSCpWO4Re-nYI07sG3Bv3miUWlrkOhkGVdCoZySmNhat0Dzl1bP_9zJz5P2jC_Id/s1600/lovesong.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="755" data-original-width="509" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjM5EgEHiChz3BmvJWLRunvkA1fWTctcWR-u-OptqPvq3ssZqm-s9yz_xzPIhfL4BUKNMUMa2mENrCRjSCpWO4Re-nYI07sG3Bv3miUWlrkOhkGVdCoZySmNhat0Dzl1bP_9zJz5P2jC_Id/s400/lovesong.jpg" width="268" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Çoğunlukla sabit olmayan ve alışılmış estetik algısını fazla kaşımayan kadrajlar kovalayan bir kamera ile görece uzun planlar; Lovesong'un anları yakalama becerisinin kamera arkasında nerede yattığını düşünürken akla ilk gelen yaratıcı tercihler bunlar. İronik biçimde, bazen formüllü gişe sinemasından daha formüllü diye sövdüğüm filmlerin önemli çoğunluğu için kullanılabilecek tanımlayıcılar da aslında onlar. Peki Keough ve Malone'u bir arada izleyecek olduğum için heyecanlandığım gerçeğini inkar etmeden doğrudan soracak olursam; Lovesong'un etkileyiciliği sadece orada mı yatıyor, yoksa bu tanımlayıcılara uyarken farklı yaptığı başka şeyler mi var? Belki basit ve muğlak kalabilecek bir çıkış yolu, fakat Lovesong'u günün içine asıl sokan, anlatıyı süslü zaman veya mekanlara -yani bildiklerimizin dışında nitelenecek bir dünyaya- götürmeyen temel sebep kameranın kullanılışından çok filmin bütününde hissedilen samimiyeti. Zira ne anlatım biçiminde ne de anlatının bizatihi kendisinde pek şaşırtıcı bir şey yapıyor So Yong Kim, ama kendi derdi içerisinde olan biten her şeyin farkında ve hem kendisini hem izleyicisini hırpalamıyor. Böylece adeta "pazarlanmayı" reddeden bir film çıkıyor ortaya; haliyle samimiyet mevzusu da buradan geliyor. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Bir ilişkiyi, -David Mamet'in deyişiyle- asıl ustalık olan mümkün olduğunca az şey söyleyerek ve anlatıyı apaçık etmeden yakalıyor Lovesong. Bu sayede kendi meselesine ortak etmeye çalışmadan da izleyiciyi dahil etmeyi başarıyor filme. Bir anlamda şikayet etmeden dertleşiyor -ki bilirsiniz, zordur bunu bulabilmek. Kameranın yakaladığı bakışlarla, bir anda rastgele araya giren esprilerin yabancılığında, istemsizce zorlama veya içten gözüken hareketlerde kuruyor Kim anlatısını; ve tam da akşam çökerken, sakin bir yerde, her şeye biraz benzeyen bir melodiye eşlik eden haddinden fazla anlamlı gelen sözlerin sessizliği bozmadığı o hissi yakalıyor. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Malone, bu sene oynadığı bir başka film olan Bottom of the World'de de Lovesong'dakine benzer biçimde "şimdiye kadar yaptığın en kötü şey ne?" sorusunu cevaplıyordu. Orada filmin oturmamış dünyasında dahi öylesi bir soru ve cevap sırıtırken burada nasıl anlatının fazlalık diye bir şeyi olmadığının göstergesi oluyor birbirini hatırlatan bu iki diyalogun kullanımı arasındaki fark. Bu da Lovesong için en önemli gösterge sanırım.</span><br />
<br />
keough ve malone'u bir arada izlemek ne kadar keyifliyse benim için, böyle bir filmde izlemek o keyfi daha da bir katlıyor. fakat söyleyeceğim asıl şey, sima olarak tanıdık gelmesine rağmen, american honey'de keough'yu kadrodaki profesyonel olmayan oyunculardan sanmıştım ciddi ciddi. bu sene iyi-ki-de-emekli-olamayan-soderbergh'in yeni işi logan lucky'yle beraber 2017'in en merak ettiğim işlerinden olan it comes at night haricinde öyle filmlerle de geliyor ki kendisi; trier ve levinson gibi ustalar haricinde, jeremy saulnier ve david robert mitchell gibi heyecan verici yönetmenlerin yeni işlerinde çalışacak olması o filmleri daha da bekler hale getiriyor beni. sanırım brit marling ve rooney mara'dan sonra şahsımın yeni bir takıntısı oldu.<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-57396124966533892232017-06-18T03:14:00.004+03:002017-06-19T21:56:20.749+03:00Tramps<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiw4vw3kXyCjcn9Qdh8fpnCV-j6z-ejLpNjfec1TAwhxCkXyA3w3JzeCbTq623YutkzJEnT418TYzH-D-6SnqhPGyJKkET099HXYKuJSwLX8V9l9PPBVh9Sby8sKSKuv9A7nDbweE7L3y8o/s1600/image_12348082.jpeg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1600" data-original-width="1143" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiw4vw3kXyCjcn9Qdh8fpnCV-j6z-ejLpNjfec1TAwhxCkXyA3w3JzeCbTq623YutkzJEnT418TYzH-D-6SnqhPGyJKkET099HXYKuJSwLX8V9l9PPBVh9Sby8sKSKuv9A7nDbweE7L3y8o/s400/image_12348082.jpeg" width="285" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">*Neden* ve *nasıl* soruları arasında bağlama göre değişen bir hiyerarşi olabilecek olsa da, ikincisinin yemek tariflerinde gramlı ölçülerden kaşıklı-bardaklılara yönelik akışkanlığı *neden*i hep daha ciddi bağlantılara muhtaç bırakıyormuş gibi gözüküyor yan yana koyunca. Oysa, sadece tahayyül edememe hali günlerin geçiciliğine karşı bir soğukluk doğurabiliyor. Yani isteksizlik, gamsızlıkla uyum içerisinde durabilecek bir şey değil. Danny ve Ellie'nin durumu da farklı değil bundan; adeta dört taraftan gelen tehditle bir anda hareket edemez halde yere yapışmış kedi gibi geçiriyorlar günlerini, bir manevra olanağı göremedikçe yönlendirmelerle vuku bulan her eyleyiş bir başka mecburiyeti getiriyor beraberinde. Tramps ise bunu tatlı bir incelikle anlatıyor; sadece montaj sekanslarıyla değil, her anında rutine, onun içinde her zaman fark edilemeyen hareketliliğe çeviriyor kamerayı ve bu sayede olay akışı içerisinde hiçbir niteliği olmayan bir hikayeyi böylesi bir masalsı gerçekçiliğe bulayabiliyor: masalı bulmak için o sıkışılan günün dinamiklerine, oradan çıkmayı hayal bile edemezken o hareketlilik içerisinde belirebilen köpüklere bakıyor. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Tramps, bu sebeplerle izledikten sonra günümü aydınlatan bir film oldu. Fakat yine tam bu sebeplerle aslında hayli sıradan bir film, her ne kadar güzelliği buradan geliyor olsa da -yani bir *güzel-leme*ye ihtiyaç duyuyormuş gibi duruyorsa da. Netflix'in dizilerden filmlere kayan prodüksiyon atağı konusunda verilen örneklerden birisiydi Tramps; sinemada izlendiğinde yarattığı etkiyle bu platform üzerinde daha fazla kişiye ulaşma imkanı olmasına rağmen yüzlerce jenerik, vasat içeriğin arasında bir ekran görüntüsüne dönüşmesi mevzusu yani... Bu anlamda, Netflix'in sinema filmleri açısından bir pazarlama problemine sahip olduğu söylenebilir. Zira, itici olduğu kadar önemli bir mesele bir filmin izleyicinin önüne geliş sürecinde o filmin "nasıl satılıyor" olduğu. Platformun, belli filmler haricinde, bu işe pek girişmeden haftalık yükleme yığınları arasında ortaya filmi bırakmasını yersiz bir algı yaratmaması açısından değerli buluyor olsam da Tramps gibi bir filmin bu durumda kaybolma olasılığı daha yüksek. Nitekim, Toronto'daki övgülerden sonra merak ettiğim filmler arasına giren Tramps'i bir anda önümde öylece bir romantik-drama gibi görünce uzunca bir süre izleyesim gelmemişti. İşte tam buralarda bir yerde, Tramps'in meselesi arkasında yatan güne dair gizli inceliklerle, filmin daha fazla kişiye ulaşmasını sağlarken filmin arada yitip gitmesine de sebep olan durumlar arasında bir bağlantı var ama, onu kurmaya mecalim olsa muhtemelen film bu kadar sevimli gelmezdi...</span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">şu filme bari bir poster tasarlasalarmış hayrına.</span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-46790545645194971042017-06-04T00:21:00.001+03:002017-06-04T00:21:42.102+03:00Raw<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiv5iXlhTSDKET4ImPDMQA6TDaOSawWaSVGlT4fW9E_f_07He88ByMixwDM82UlIoqsYOpIXF6iE24q2DhQpoqb6oPPr96CnYhW_fpiJ-udvHLPy-YNUJ1VhE2k-jf214mtdpU7xMH1efYN/s1600/raw_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1012" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiv5iXlhTSDKET4ImPDMQA6TDaOSawWaSVGlT4fW9E_f_07He88ByMixwDM82UlIoqsYOpIXF6iE24q2DhQpoqb6oPPr96CnYhW_fpiJ-udvHLPy-YNUJ1VhE2k-jf214mtdpU7xMH1efYN/s400/raw_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">Seyir öncesinde bir film hakkında mümkün olduğunca az şey bilme arzum Raw gibi durumlarda aleyhime işliyor; bir şeyler atıştırırken filmi izleyip hala kaşınıyor olmamda benim de payım var yani kuşkusuz. Ancak Raw da elinden geleni yapıyor rahatsız etmek için, orası bir gerçek. Burada, tıpkı Toronto'da filmi izlerken iki kişinin bayılarak hastaneye kaldırılmış olması mevzusundaki gibi, yanlış anlamaya meyilli bir durum söz konusu; Raw hiçbir noktada sebepsizce üzerinize o sertlikle geliyormuş gibi hissettirmiyor. Her agresif sahnesiyle estetik bir poz yakalamayı başaran Julia Ducournau, stilistik yaklaşımlarıyla öne çıkarken içerik üzerinde yükselmekte zorluk çeken Refn gibi yönetmenleri andırmıyor yani. Filmin bu anlamda konumlanışı da önemli, zira bir korku filmi değil Raw. Tür sinemasına meyleden yönleri kesinlikle olsa da katman katman işleyen bir hikayeye sahip ve gore elementler istismar edilerek girmiyor kadraja. Bu anlamda Ducournau'nun söyleşilerinde kurduğu cümleler her ne kadar çeşitli politik sıfatların zamire dönüştüğü stereotipleri anımsatıp kendisine güldürse de söze yansımayan haliyle tam da o yaklaşımların getirdiği inceliklerle yükseliyor Raw. </span><div>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span><div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicV-4SpP7fQklYQOTPBQnc9yjsuRQj3cO-HLrxQ4rMIGQOZcO9qYzqSE_y8cp-L3Ysm-QhIJ8a126Y_Gko5jD4v5uwCTY1pWAOSqEmSmk2o0zpdBKKHk6cqgAlHJeTp_1VI9YF8DrdRn4V/s1600/raw_ver3_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em; text-align: center;"><img border="0" data-original-height="1500" data-original-width="1050" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEicV-4SpP7fQklYQOTPBQnc9yjsuRQj3cO-HLrxQ4rMIGQOZcO9qYzqSE_y8cp-L3Ysm-QhIJ8a126Y_Gko5jD4v5uwCTY1pWAOSqEmSmk2o0zpdBKKHk6cqgAlHJeTp_1VI9YF8DrdRn4V/s400/raw_ver3_xlg.jpg" width="280" /></a></div>
<div>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span><div>
<span style="font-family: "Helvetica Neue", Arial, Helvetica, sans-serif;">Beden üzerine kurduğu ve sadece tür sineması içerisinde değil neredeyse izlenebilir her şey içerisinde var olan objeleştirici yaklaşımın tersinde kalan politikasından, çok kültürlülük içerisinde stereotipleri sarsmak için var olan karakterlerin etnik kimliklerini vurgulayarak amacıyla zıt düşen işler yapan anlatıların düştüğü tuzaklara düşmemeye kadar çok da mühim görünmeyebilecek nüanslar üzerinde kuruluyor Raw. Bunun önemi yalnızca politik bir perspektifte ortaya çıkmıyor, filmin katman katman anlatıyı kurabilmesini de bu sağlıyor. Çünkü her ne kadar feminist bir perspektif üzerinden okunmaya meylediyorsa da film Ducournau'nun sunuşu sebebiyle, anlatı sebepselliği içerisinde görece kapalı kalıyor. Bu noktada ailevi meseleler üzerinden okumaya daha yatkın gözüküyor Raw, çünkü *sapkınlık* olarak görünen bir mevzu etrafında anlatıyı kurarken her ne kadar bunu *insan doğası*nın bir parçası olarak ele alsa da ailevi bir merkezi kaybetmediği için sosyal bir yorumdan önce geliyor filmin aileye dair cümleleri. Kaldı ki hikayenin temel gelişme evresinin Justine'in gelişim hikayesi olması ve bunda ailenin doğrudan girdilerine işaret eden sahnelerle bu sürecin başlaması doğrudan telaffuz ediyor da bu durumu. Ancak daha gizli biçimde açığa çıkan şey; herhangi bir şey izlerken olabileceği gibi Raw'un karşısında da seyirci tırnak kenarlarını ısırınca bir anda akla gelenler veya filmden sonra herhangi bir uzuv işlevselliği dahilinde fark edilince bir anda enseden akan soğuk su gibi içe doğan kamaşma hali... Zira insanlığın canavarlığı içerisinde akıl almaz bir kırılganlık da var, tıpkı Justine'in hikayesinin her evresinde kendisini gösterdiği gibi. Çömez öğrencilerin uykularından edilerek götürüldükleri gece kulübünde karşılaşılandan benzer eylemlerin devam ettiği hafta içerisinde zorla yedirilen şeylere kadar kırılganlığın tetikleyiciliğiyle belli bir evreye geliyor Justine. Bu açıdan hassasiyetin seviyesine dair açık ettiği gerçeklik kadar, onunla gelen kırılganlığın canavarlaşma eğilimindeki türün doğasının temel bir parçası olduğunu söylemesi de Raw'un kaşındırarak da olsa konuşturacağı katmanlarından biri. </span></div>
<div>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span></div>
<div>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">kardeşlerin ilişkilerindeki *tepe* noktalarından biri olan sahnede "yesinler birbirlerini" deyip pis pis gülmeyecek insana saygım sonsuz gerçekten...</span></div>
<div>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span><div>
<br /></div>
</div>
</div>
</div>
capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-77574217392846029182017-05-01T23:00:00.001+03:002017-05-01T23:02:00.100+03:00The Conspiracy<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_UFd_m3lPiiNngjXjxDdlTl9GuzbCcdvLyLVLwFWb_-5Trlz93Av9ps1PB7Kd9HRbNqIk2wNo9P_cha6UvsZtjFUh2_tDUj0N-qFU1mmc1OwAILsZ2b7h7ds5BDqAQRf-aJWDmp5ZgM15/s1600/conspiracy_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi_UFd_m3lPiiNngjXjxDdlTl9GuzbCcdvLyLVLwFWb_-5Trlz93Av9ps1PB7Kd9HRbNqIk2wNo9P_cha6UvsZtjFUh2_tDUj0N-qFU1mmc1OwAILsZ2b7h7ds5BDqAQRf-aJWDmp5ZgM15/s400/conspiracy_xlg.jpg" width="276" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Komplo teorileri bakımından evlere şenlik bir coğrafyada yaşamanın getirilerinden birisi ortaya atılan şeylerde daha iyi dikkat kesilmek olurken götürüsü ise hali hazırda dayanağı olan ama ayağı yere tam basmayan fikirlere karşı fazla dalgayla yaklaşmak oluyor. Benzer bir durum internet sayesinde yeryüzünde genel olarak mevcut; bir kısmın dalga diğerinin ciddiyetle aynı tematik düzlemde benzer iddialarla uğraşıyor olması bir müddet sonra farklı olayları kapsayıcı telaşı olan rasyonel varsayımların aynı torbaya girmesine ve çöp olarak değerlendirilmesine neden oluyor. Mesela bir zamanların meşhur Zeitgest belgesellerinde herhangi bir iddianın o veya bu biçimde dillendirilmiş olması, şimdi söz konusu filmlerin -isabetli biçimde- bednam statüsü sebebiyle dalga geçilesi saçmalamalar olarak algılanıyor. Büyük resmi görmekten sergi gezemeyen zihinler bol olsa da coğrafyada, komplo teorileri üzerine akıl noktasını yitirmeyen anlatılar her zaman ilgi çekici oysa. Düşünsenize, dünyaya bakış konusunda biraz yüzeysel ama birçok çıkmazı ve problemi açıklama odaklı, özneyi aktifleştirdiği yerde aynı zamanda pasifleştiren ve tüm bunların üzerine ezoterik bir dil bütünü içerisinde ritüeller ve/veya semboller ortaya atarken tarihi de kapsama alanına almaya çalışan, temel noktası paradoksal bir kuşkuculuk olan bu düşünme biçimi nasıl ilgi çekici olmayabilir? </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">The Conspiracy, benzer bir noktadan ortaya çıkan bir *kofti belgesel*; bir komplo teorisyeni üzerine belgesel yapmaya yola çıkan iki film yapımcısının süreç içerisinde içine girdikleri girdabı anlatıyor. Bu anlatım rejimi içerisinde buluntu görüntüler kullanma gibi filmin dünyasına ciddi katkısı olan tercihlerde bulunuyor fakat genel itibariyle komplo teorileri konusunda gereğinden fazla dengeli olmaya çalışan bir yapısı var. Yani bir yandan komplocu düşünceye dair bir yargılamada bulunmak istemezken diğer yandan o düşünme tarzı içerisindeki yaygın inançların da fazla kıyısından geçiyor. Söz gelimi giriş bölümünde, yani film henüz planlı bir belgesel havasındayken, daha sonra karakterleri farklı noktaya götürecek komplo teorilerine daha fazla ve detaylı odaklanılabilirdi. Ya da anlatının ikinci evresindeki dinamiği yalnızca iki arkadaşın anlaşmazlıkları üzerinden görmek yerine ya bu anlaşmazlığın derinine inenebilir ya da ortaya çıkaran element olan komplo teorilerine yine daha yakından bakabilirdi. Bunları tercih etmemedeki motivasyonu anlayabiliyorum; bir yandan yönetmen Christopher MacBride'ın komplo teorileri arasındaki kendi keşfini anlatıyor film ve aynı zamanda komplocu zihnin temel parçalarından biri olan yüksekten varsayımların temelinde olgulardan çok motivasyonun yattığını söylüyor. Ancak böyle bir film yapım tarzında içeriğin eksik kalması ortaya kuru bir anlatı çıkartıyor. Çünkü izlediğimiz şey bir noktadan sonra gecenin geç saatlerinin verdiği yetki ve düşsel ayıklık sayesinde ortaya çıkan ilgi çekici ama uzadıkça baydıran bir fikre dönüşüyor. Bunun -hele ki böyle bir tema söz konusuyken- en oturaklı dengeleyicisi içeriği doldurmak, ama bu noktada çeşitli sebeplerle tercih edilmiyorsa anlatı tarzında farklı soslara ihtiyaç var gibi gözüküyor, zira bu haliyle The Conspiracy, potansiteline erişememenin ötesinde potansiyelinin yüksekliğinden dem vurup duruyor. Bu anlamda film, kendisinden sonra gelen Matt Johnson'ı ve onun ilk uzun metrajı The Dirties'i nasıl etkilemiştir, veya etkilemiş midir bilemiyorum ama benzer bir eğilim problemine iki farklı filmi üzerinden iyi bir örnek oluyor Johnson: ilk filmi The Dirties ne derece başarılıysa ve dayandığı film yapım fikrinin yalnızca bir teknoloji demosu kıvamında olmadığının, aksine bir amaca hizmet ettiğini eğlenceli biçimde gösteriyorsa, geçtiğimiz sene gelen Operation Avalanche'i aynı yapım fikrini yalnızca bir gösteriş noktasına çekip vitrine alıyor ve içeri(y-ğ)i boşaltıyor.</span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Komploculuk ile kötümser aşırı şüphecilik arasında ince bir çizgi olduğunu kabul edersek, The Conspiracy işte tam da o çizgide yürümeye çalışıyor. Bu açıdan başarılı olduğu söylenebilir, fakat bunu komplo teorilerinin ilgi çekici ama sık tekrarlanmayan cümle ve noktalarına dair biraz daha detaylı bir anlatıyla hala başarabilirdi, ve daha önemlisi böylece kuruluğuna çözüm bulurdu. Ancak bu, olduğu haliyle filmin, konuya dair eğlenceli bir anlatı olduğu gerçeğini değiştirmiyor; tıpkı kendi ortaya koyduğu potansiyeline takılmanın da önüne geçemediği gibi. </span><br />
<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-86948835761425751472017-04-25T21:43:00.002+03:002017-04-25T22:51:13.824+03:00The Lost City of Z<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhuoZWA8_Zl_8iaX7qgvuZTRsRoBRqdVDsDOftJGcTcqcCdB6c_kaVmz1-3FHhacAuXQ1tnx_YJxUhJ4N6dsGirrLHw__1azhmu2Aozt4MfuivCyV_EaRZOa-FGt3JLnUwdtVWQdAtoLf-D/s1600/lost_city_of_z_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhuoZWA8_Zl_8iaX7qgvuZTRsRoBRqdVDsDOftJGcTcqcCdB6c_kaVmz1-3FHhacAuXQ1tnx_YJxUhJ4N6dsGirrLHw__1azhmu2Aozt4MfuivCyV_EaRZOa-FGt3JLnUwdtVWQdAtoLf-D/s400/lost_city_of_z_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Macera deyince artık türün ikonu olan Indiana Jones'a gidiyor aklım, dolayısıyla Gray'e rağmen olumsuz bir önyargım vardı The Lost City of Z'e karşı; nasıl espiyonaj alt türünü aksiyona buladığı için sevememenin ötesinde James Bond serisine sinir oluyorsam, endüstriye etkisiyle beraber benzer keşif ögelerine dalan tüm türü yuttuğunu düşünüyorum Jones'un da. -Değil türün içerisinde, yakın çevresinde dahi bir tek Peter Weir'in The Mosquito Coast'u parıldıyor yani- </span><span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Tam bu yüzden Harrison Ford'un gamsız röportajlarını izlemeyi Jones filmlerini izlemeye tercih ediyor ve Gray'in böyle bir türe ve mekana girişine şaşırıyorum. Ancak kendisine gelen kitabı öylesine kendi eseri hale getiriyor ki Gray, türün öne çıkanları oluşturdukları kontrast sebebiyle akla geliyor olsa da, ortada yine tam bir Gray filmi var. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Öyle ki, iyi yaptığı her şeyi yine iyi yapıyor, kötüleri yine kötü. Süresinde bir filmin kaldırmayacağı düşünülecek kadar meseleyi taşımaya çalışıyor, tahmin edileceği gibi bir şeyler döküle saçıla hikaye toparlanmaya çalışılıyor. Bunun sonucunda elbette arkta anlamsız gelen atlamalar, karakterler arasında yer yer çiğ, yer yer gülünç diyaloglar ortaya çıkıyor. Gray'in melodramaya meyleden tarafıyla beraber bunlar birleşince o cezbedici fikirlerin gereksizce yoğrulduğu hissini veriyor Z. Fakat diğer yandan öyle sarmalıyıcı bir atmosfer kurma becerisi var ki kendisinin, o çekicilik bir biçimde etkisini kaybetmiyor ve ortaya pürüzlü ama hayli keyifli bir seyirlik çıkıyor. Ama haksızlık etmeyeyim, Gray'in diğer filmlerinin olmadığı gibi Z de sıradan bir seyirlik değil -belki We Own the Night'ı bir kenara ayırabilirim bu noktada. Hatta Gray'in artık kanıksadığım, anlatı içerisinde büyük atlamalar yapma huyu bir şekilde kendisini göstermese -yine tüm filmografisi gibi- ufak çaplı bir başyapıt da olabilirdi Z. Bu meselenin en güzel örneği Gray'in Peter Bradshaw'ın eleştirisine açıktan "okuduğum en aptalca eleştirilerden biri" deme sebebi olan The Immigrant'ın bir sahnesi olabilir: Gray'in -filmin geçtiği döneme dair yaptığı araştırmaların da etkisiyle- kendi kafasında gayet mantıklı olan ama ark içinde herhangi bir bağlantı kurulmadığından izleyici açısından bir türlü birbirini takip edemeyen olayların varlığı, Ellis Island'da göçmenler için düzenlenen eğlence sahnesi gibi. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">Orta bütçeli filmlerin yok olmaya yüz tuttuğu bir zamanda hala eskisi gibi yapılabildiğini gösteren filmlerden birisi The Lost City of Z. İyisiyle kötüsüyle tam bir James Gray filmi, ve Gray hala bir gün o "başyapıtı" çekeceği hissini yaşatan heyecan verici yönetmenlerden birisi. </span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">aranıyor: sienna miller'da başrolün-büyüleyici-eşi rolü ötesinde bir şeyler gören casting direktörü.</span><br />
<span style="font-family: "verdana" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-74291473511110177012017-04-22T00:05:00.003+03:002017-04-22T00:05:49.293+03:00Win It All<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgL72NwHn9V504TOETKtyZ6dmMNizfyoeL_o4cL9HqTzMC-qZfFX98WVl7TsMvcggkXHTa0s3lc7CBHQ_42-d0wxgJIH-IP6Z0HyAZIuStw4bFP48mZS3Da4AZNS-xSJP_u-_J8P4uRRIvU/s1600/win_it_all_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgL72NwHn9V504TOETKtyZ6dmMNizfyoeL_o4cL9HqTzMC-qZfFX98WVl7TsMvcggkXHTa0s3lc7CBHQ_42-d0wxgJIH-IP6Z0HyAZIuStw4bFP48mZS3Da4AZNS-xSJP_u-_J8P4uRRIvU/s400/win_it_all_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Doğrusu Joe Swanberg peşine takıldığım sinemacılardan birisi değil. Her seferinde tekil olarak bir filmi ilgimi çekip izlemeden önce filmin çehresine şöyle bir göz atarken tanıştığım birisi kendisi. Tabii birisiyle defalarca tanışmak olmayacağı için, bu karşılaşma hali birkaç kez tekrarlanınca düşkünlüğü değişmekle beraber peşine takılınılan isimlerden birisine dönüşüyor çoğunlukla odaktaki şahıs. All the Light in the Sky'ı çok sevdikten ve Drinking Buddies'i de eğlencelik bir seyirlik olarak *yeterli* gördükten sonra Swanberg ismiyle beraber heyecanlandıran film olmadı değil, fakat işte o film olan Digging for Fire öylesine boşa düşüyordu ki sadece kendisinden değil yapımında var olduğunu düşündüren tüm fikirler için dahi itici bir etki yaratıyordu. Yani tanıdık isim ve/veya simaların bir araya geldiğinde *eğlenmek* zorundaymış gibi hayli zorlayarak bir şeyler yapması mı günlük yaşama dair oluyor, yoksa o fikri, tüm sakilliğiyle filmi izlerken biz mi dışarıdan getiriyoruz?</span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Böylesi bir durumun gösterdiği Swanberg'in tonunun ciddi ince bir denge gerektirdiği ve bunun da senaryosuz durumlarda sağlanamaması nedeniyle fikrin oturaklı olması ya da yola çıkarken en azından ne yapılacağının samimi bir farkındalığı olması ihtiyacı. Win It All, bu anlamda kendisinin sevilesi tarafında kalan filmlerden birisi, ama bu bir övgü değil. Zaten Swanberg'in de filmleriyle bir övgü peşinde olduğundan şüpheliyim; yalnızca günden bir şeyler yakalamak istiyor ve filmlerinde bunun bariz oluşu insanı izlerken bazen yıldırabilen 80 küsür dakikalık süreleri farklı şeylere odaklanarak geçirtiyor. Mesela Win It All'ın açılış jeneriğiyle beraber hafif kumlu görselliğinin pek de bir fark getirmeyişi, '70'lerin estetiğinin kendini günün içinden geçen her şeye öyle kolayca vermediğinin bir göstergesi. Çünkü güne kamerayı çevirmekle yüzeysellik arasında bir ayrım yapmak gerekiyor sanki ve Win It All *kendini-iyi-hisset* filmi olduğunu ve bunu gayet basit biçimde hayli banal bir mevzuyla yaptığını fark etmeden bu ikisi arasındaki farkı muhtemelen göremeyecek bir iş. Öyle ki, sosyallik üzerine kurulu bir anlayış sunuyor olmasına rağmen filmin anlatısı, video oyun karakterlerinden hallice tiplemeleriyle henüz kendi içinde destek ayağını bulamıyor -ki daha bu *kaynaşalım-kaynaşalım-mutlu-olalım* anlayışı ve sorunları ayrı bir mevzu. </span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">Win It All, tam anlamıyla bir Swanberg filmi. Çok da özel bir iş ortaya koymadan ismini bu şekilde bir nitelemeye çevirebilmek bir başarı elbette, ama sormadan da edemiyorum: sebebi neydi ki böyle bir film yapmak için, eyleyecek daha iyi bir iş yok muydu geçen o zamanda? </span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">jake johnson'ın kendi performansına inandığı kadar inanmıyorum izlediğim bir film üzerine birkaç cümle not ederken vicdanen kendimi rahat hissedeceğim günlerin olacağına şu topraklarda. </span><br />
<span style="font-family: Verdana, sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-81424912585857746532017-03-20T01:08:00.001+03:002017-03-20T01:14:24.072+03:00Silence <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZD06Wj_4Ppp5IitXyb_1CVO5KfABmVmGgUZ8-BMxT46_2AFpLu9pPLbo0e8gdLIqvapKeuae0CcWJeAsYmWBKo0rbqt9tW5qYOkkeJkauvBUFBkEV1OMsyX_huwycIMRb3_2UZJHavSI6/s1600/silence_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZD06Wj_4Ppp5IitXyb_1CVO5KfABmVmGgUZ8-BMxT46_2AFpLu9pPLbo0e8gdLIqvapKeuae0CcWJeAsYmWBKo0rbqt9tW5qYOkkeJkauvBUFBkEV1OMsyX_huwycIMRb3_2UZJHavSI6/s400/silence_xlg.jpg" width="256" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Silence'a dair bir şeyler söylerken Scorsese'nin adı konulmamış inanç üçlemesinden bahsetmek adeta bir kural gibi tüm eleştiri ve yorumlarda. Yönetmeni ve mevzu üzeri/etrafındaki cümlelerini daha iyi şekilde görmek için elbet mantıklı bir yol bu, fakat her ne kadar Scorsese sinemaya duyduğum ilginin hem var olma hem evrilme noktalarındaki kilit isimlerden olmasıyla benim için tanrılardan biri olsa da, Kundun da The Last Temptation of Christ da yönetmenin üzerine atlamadığım ender filmlerinden. Kaldı ki tüm benzerlikler ve/veya atıflara rağmen Silence öyle bir bütünlüklü film ki sadece kendisine bakılarak yorumlanması gerekmekte diye düşünüyorum; elbette "Scorsese ve inanç" başlığı altına düşecek şeyler söylenmeyecekse. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Silence, bahsetmekten geri duramadığım yaratıcısı ötesinde ilgimi zerre çekmeyen bir filmdi izlemeden önce. Hatta sırf bu sebeple şu birkaç cümle içerisindeki belli sözcükleri ilk anlamları ötesinde kullandım. Ancak inanç üzerine izlediğim en iyi işlerden biri olmakla beraber, bunun da ötesinde, son zamanlarda beni bu derece yoran, kilitleyen ve bittikten sonra hala meşgul eden ender filmlerden birisi oldu. Ortaya attığı kurbanlık/fedakarlık ve benlik/kolektif odaklı görece basit sorular ötesinde inancın yaşam içerisindeki belirleyici rolüne dair aşina olunup fazla irdelenmeyen cümleler kuruyor Silence. Fakat ele aldığı inancın birey üzerindeki soyut belirleyiciliği öyle boyutlarda ki tam da bu sebeple kurumsal belirleyicilik ve hatta müdahaleye dair onaylamaz bir tutum da sergiliyor. Yalnız bu müdahaleciliği sadece birey ile inanç dünyası arasında var olabilecek parazitler üzerinden değil, bu kurumsal yapıların daha sonra kendi pekiştireceği sınırları emperyal tahayyüllerle aşmaya çalışmaya yönelik gözlemini de esirgemiyor film. Her ne kadar misyonerliğe dair (daha) eleştirel bir tavır olması gerektiğine yönelik olumsuz eleştiriler yöneltilse de filme, tıpkı The Wolf of the Wall Street'te olduğu gibi, yorumlama sorunları ve kişisel çıkmazlardan kaynaklandığı kanaatindeyim bunların. Zira "iki kişilik ordu" olarak yola çıkan rahiplerin bu yolculuklarında, motivasyonları sebebiyle olmaması gereken yerde bulunan insanların görmemesi gereken muamelelerle baş etmeye çalışışı ve bu süreçte arada tam anlamıyla telef olan yereli konu ediniyor yüzeysel manada hikaye. Belki tam da bu yüzden gereklilik kiplerini gözden geçirmek icap ediyor Silence sonrasında, çünkü bir şekilde rahip ve -meli/-malı'lar şekil değiştirerek simgeleri şaşırtıyor. </span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">Kutsalın sıradanlığı, sıradanın kutsallığı gibi söze döküldüğünde sanki estetize biçimde ifade etmek için dolandırılmış, uğraş içerikten biçime kaymış gibi gözükecek bir mesele hikayenin temelini kuruyor. Bu yüzden de zihin jimnastiği içerisinde yer alabilecek meseleleri ötesinde mümkün olduğunca söze dökülmesinden kaçınılması gereken bir film, hissedilmesi gereken bir deneyim Silence. Güçlü duygulanımlara sebep olan birçok filmin aksine salt soundtrack albümü dinlenirken benzer hisleri uyandıramaması, filmi en iyi ifade edecek şeylerden biri belki de: müziklerin tüm güzelliğine rağmen dahi tek başına bir şey ifade etmediği, dozajı öyle ayarlanmış bir bütün ki Silence, yalnızca bir film olarak deneyimlenince kendisini tamamen sunuyor izleyicinin ruhuna. Tam da bu sebeple mevzusunun kutsallığına, kutsalın dokunulmaz görüntüsüne rağmen sürekli irdelemeye muhtaç o dallarına ve hepsinin *tümlüğüne* dair de söyleyecekleri oluyor. Bu haliyle adeta temiz hava gibi bir film, önce tam anlaşılamayan ama insanın çektikçe içine daha fazla çekesi gelen... </span><br />
<br />
filme dair ironik olan türkiye'deki vizyon takviminin hangi sebeplerle sekteye uğradığı; ama biz silence'ın konu edindiği vahşilikte bile belki var olan masumiyetin bulunmadığı bir evrendeyiz, değil mi?<br />
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-41244836283169361762017-03-16T18:54:00.001+03:002017-03-16T18:54:18.317+03:00Neruda <div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiGU5EtMUNrdHcJFrZuqy0CsYe1_Ea9I7GIDCJK060PPqd7Mnro5kKmWJlvmJNeC8eE-Tzlzh5zz914q2kz3wIwJFHe-zkJPCF2YgokmMO68Pdl3iNefPWApFu9feCIxoPocCSM2NJIOqX7/s1600/neruda_ver3_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiGU5EtMUNrdHcJFrZuqy0CsYe1_Ea9I7GIDCJK060PPqd7Mnro5kKmWJlvmJNeC8eE-Tzlzh5zz914q2kz3wIwJFHe-zkJPCF2YgokmMO68Pdl3iNefPWApFu9feCIxoPocCSM2NJIOqX7/s400/neruda_ver3_xlg.jpg" width="268" /></a></div>
<br />
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">Larrain, günümüzde aktif olarak çalışan yönetmenler içerisinde hala -ve belki de en çok- heyecanlandıranlardan birisi. Bu yılki iki filmi öncesinde bunu dile getirmeye çekinirdim ama iki çok farklı figür üzerine hem türle hem birbirleriyle bu kadar farklı iki filmle gelmiş olması artık şüpheye yer bırakmıyor. Yalnızca hikayelere daha farklı açılardan yaklaşmıyor, aynı zamanda bunun perdeye yansıyışını da o hikaye bağlamına oturtacak bir teknik beceriyle gerçekleştirmeyi başarıyor. Bu sayede zaten yılın beğenilen filmleri arasında tepeye oynamasa bile ardından başka bir film izlemeyi bir süreliğine mümkün kılmayacak filmler yaratabiliyor. Çünkü gayet basit anlatılabilecek hikayeler, Larrain'in perspektifinde katmanlar kazanıyor ya da mevcut olan katmanlar belirginleşiyor, sağlamlaşıyor. </span><br />
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">Biyografik filmlerin alıştığımız o yapısıyla oynanışını ufak bir gülümseme olmadan izlemek neredeyse mümkün değil Neruda'da. Bir yandan uzak bir ülkeye dair çok tanıdık bir hikaye Pablo Neruda ikonu üzerinden anlatılırken, diğer yandan tarihin yazımında günlerin içine sıkışan ve belki günümüzdeki siyasi ve toplumsal gelişmelerde hafızanın bu yitişiyle alınan pozisyonların bir göstergesi olan, ve aynı zamanda entelektüellerin toplumsal mücadeledeki rollerine dair oturaklı cümleler kuran bir film Neruda. Hatta bu son özelliğiyle belki Godard ve Gorin'in Letter to Jane'in karşısına -veya yanına- dahi konulabilir. Zira hafifçe ve gayet ince bir dengede değiniyor bu çokça tartışmaya meze olan mevzuya. </span><br />
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">Neruda, ardında konuşulacak çok konu bırakan bir film olsa da artık öğrendiğim şey bir Larrain filminden sonra kendisinin yönetmenliği haricinde bir şey konuşmaya pek hevesli olmuyorum ben. O yüzden filmi izlemiş olmanın heyecanıyla koşturup bir iki cümle yazmam gerekiyordu. </span><br />
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: Helvetica Neue, Arial, Helvetica, sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;, </span><br />
<br />
<br />capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2504179594260069490.post-13738961877325072652017-02-09T01:08:00.001+03:002017-02-09T01:08:50.946+03:00Paterson<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCXMi8ZQ5q20-pvATadJ55MFgSeiVSABZ9wR6zMh-FLMyddL1AVLdVnUA5EA16L_EyE0Yon8_tseaAdZXsdV78Oj-Xp5VcwM6AV8QgIk_qPK49JqZ31ojbm22-xHwz9XoSBa3j-vn6Egln/s1600/paterson_xlg.jpg" imageanchor="1" style="margin-left: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="400" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCXMi8ZQ5q20-pvATadJ55MFgSeiVSABZ9wR6zMh-FLMyddL1AVLdVnUA5EA16L_EyE0Yon8_tseaAdZXsdV78Oj-Xp5VcwM6AV8QgIk_qPK49JqZ31ojbm22-xHwz9XoSBa3j-vn6Egln/s400/paterson_xlg.jpg" width="267" /></a></div>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;">"Gündelik rutin..." diyerek başlıyor cümleye Paterson, ve sonra duraksıyor. "Harmoni belki, rutin değil de..." diyerek devam ediyor, ama Laura var diye değil. Çünkü o harmoninin bir parçası oluyor tıpkı mekan ve insan Paterson gibi Laura da, yoksa günün köpükleri yavaşça yükselip inerken arada özel yok, bizatihi o köpükselliğin kendisi özel. Bunaltan harmoni değil, bunalan ete kemiğe bürünmüş özneyken nereden geliyor bu kadar ettirgen sözcükler, belli değil. O yüzden bir süre sonra sanki her rahatsızlık potansiyeli taşıyan diğerleri ve eylemeler ortaya çıkacak gibiyken şeylerin olağan gözüken akışında devam edişi farklı bir evrenden bahsediyormuş gibi geliyor. Paterson'un şiirleri gibi hani, keşfedilen diğer boyutlar arasında bir başkası adeta bu kısa süreliğine misafir olunan. Sonra hayır diyor beyaz saçlı adam, harmoni sorunsuzluk değil, bilakis pürüzlülük hali harmoninin kendisi. Yalnızca o bazen öykünerek bazen önemsizleştirerek etrafı gözleyen ve kişiye bağımlıymış gibi yaşayan o canlılarınki gibi devam ediyor bizimki de, yoksa her akşam Paterson'u bara götüren Marvin olur muydu? Beyaz saçlı adam hep böyle geliyor, sanki uzaklardan kısa süreliğine uğramış bir arkadaş, tesadüfen tanışılan bir insanla yıllardır bunu bekliyormuş mutluluğunu yaşatan anlık bir sohbet gibi. Ve tüm o kıvılcımlar gibi ateşe dönmüyor, dönmesi gerekmediğini görmek gerekiyor. Harmoni aralanan bir kapıdan hafifçe içeriye süzülüp sonra isini bırakıyor...</span><br />
<span style="font-family: "helvetica neue" , "arial" , "helvetica" , sans-serif;"><br /></span>
<span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif;">söz zorlanıyor, biliyorum. ama ardından hatırı sayılır bir süre duraklatan paterson için o söze döküldüğünde yitiyormuş gibi duran hissi anımsatacak bir şeyler bırakmak gerekiyor.</span><br />
<span style="font-family: "trebuchet ms" , sans-serif;">sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,</span>capodelnullahttp://www.blogger.com/profile/05417258310157899455noreply@blogger.com1