24 Mayıs 2014 Cumartesi

67. Cannes Film Festivali Ödülleri

Öncelikle ödül alan filmleri görmek için her zaman olduğu gibi kopyala-yapıştır yapmadan şöyle yönlendireyim.


Önceki filmlerini seyredip kendisini göz ucuyla takip ederken Bir Zamanlar Anadolu'da ile beni kendisine hayran bırakan Nuri Bilge Ceylan'ın ilk haberlerinden beri heyecanlandıran Kış Uykusu'yla Palme d'Or'u sonunda alması ayrıca mutluluk verici. Tabii ödülü Haziran Direnişinden beri kaybedilen canlara adaması da ayrıca bahsedilmesi gereken başka bir şey. Fakat Ceylan'ın filmlerini izlemek bir yana sinemayla pek alakası olmayan insanların aşırı heyecanlı sevinçlerini anlamlandıramadığımı da belirtmeliyim, "milli gurur" tamlamasını kullanmak için yer arayanlara zaten değinmeye lüzum yok. Bir Zamanlar Anadolu'da Jüri Özel Ödülü aldığında da her yerde kutlama mesajları falan dolanıyordu fakat filmi izleyen seyirci sayısı 160.000'lerde kalmıştı, başarı sahiplenme hastalığından kurtulmalı artık insanlar; vitrinlerden inerlerse belki yaşamaya da başlarlar hem. Neyse, Ceylan'ın ödülünden çok akbabaları konuşmuş oldum yine sinirle.


Jürinin basın toplantısında gelen birçok soruya bu seneki jüri başkanı Jane Campion, başta filmin süresini gördüğünde korkmuş ve tuvalet molası vermek zorunda kalacağını düşünmüş olsa da filmi izlerken kendisini o ritme kaptırdığını ve birkaç saat daha devam edecek olsa hala izlemek isteyeceğini söyledi, bunu da not düşmek istedim.


Ayrıca Timothy Spall'un güzel insan Mike Leigh'in yeni filmi Mr. Turner'daki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü almasına da başka bir sevindim. Leigh'in yeni filmi, Leviathan, o, bu derken bu sene de yine çok güzel filmler izleyeceğiz anlaşılan.

O değil de Tarantino şık olmaya çalışmasaymış iyiymiş.

23 Mayıs 2014 Cuma

Dazed and Confused

Her neslin belli popülariteye erişmiş kendine özgü bir filmi olduğu gerçeğini inkar etmemekle beraber, Richard Linklater'ın '93 yapımı gençlik filmi Dazed and Confused bu kısıtlı hitabı aşan bir film. Elbette türün diğer birçok filmi veya klasiğinin severleri benzer bir değerlendirmeyi o filmler için de yapabilir, ne var ki filme olan sevgi harici pek sağlam temellere dayanmaz. Çünkü gençlik filmi diye sınırlandırılan tür, sürekli kendi içerisinde neslin trendlerine göre çeşitlenen bir tekrarla var oluyor; Dazed and Confused ise o filmlerin aksiyon içerikli mühim katharsis evrelerini içermekten farklı olarak olaysız ve rutine odaklanan bir film. Bu açıdan içinde yaşadığımız curcuna gibi gözüken duruma Linklater'ın bir bakışı olarak da okunabiliyor.

Amerikan TV komedilerinin, yeterli izleyici çekebilme arzusuyla ve bu doğrultudaki politik doğruculukla veya bazen toplum mühendisliğiyle, toplumu oluşturan çeşili kesimlerden tipleşmiş temsiller olan karakterlerle kurulmasından farklı olarak, kendiliğinden doğal bir gerçeklik yansıtışı var Dazed and Confused'un. Yani karakter yelpazesi oldukça geniş olmakla beraber bir stereotipleştirme veya yapaylık yok hikayede, bu sebeple de ayrı bir takdiri hakediyor.

Son dönemde sağlam bir geri dönüş, ve hatta dönüşün ötesi, harika bir çıkış yapan Matthew McConaughey'in ilk filmi olduğu gibi aynı zamanda kendisini akıllara "all right, all right, all right" repliğiyle sokan film de Dazed and Confused. Çıkış dönemindeki işleri kadar soyadının teleffuzuna da hayran olduğum McConaughey'in söylediğine göre çekimlerde karavanında otururken The Doors çalıyormuş ve Jim Morrison'ın şarkı sırasında "all right, all righ, all right, all right" dediğini duymuş. Bunun üzerine Morrison'ın kalıplaşmış özelliklerini düşünerek onu kendi karakteriyle karşılaştırmış bir anda ve yanlış bir matematik hesabıyla işte o "all right, all right, all right" çıkmış. Kendisinin son çıkışı olmasa bu ufak anısını ne kadar önemserdim ben, orası da ayrı bir konu artık. Fakat McConaughey haricinde Amerikan bağımsız sinemasının önemli oyuncularından Parker Posey'nin ilk rollerinden birini izleyip sonra Ben Affleck'in gençken kasıntı olmayıp hatta oyunculuğu belki kıvırabileceğini bile düşündürttüğüne şaşırabilirsiniz. Hoş aşırı tepkinin aksine kendisinin Batman rolüne cuk oturabileceğini düşünüyorum, Bale'den sonraki geçiş biraz sert olmuş olsa dahi. Yeterince uzatmışken, bunların ötesinde; '90'larda ve sonrasında parlayıp sönmüş birçok ismi de ayrıca izlemek zamanında kendilerini izlemiş seyircilere garip şeyler hissettirebilir.

Dazed and Confused, neredeyse her filmi gibi çıkış döneminde gayet kötü posterlere sahip olsa da, neredeyse her filmi gibi yaşama dair o zarif bakış açısının rahatlıkla hissedileceği bir başka filmi Linklater'ın. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Slacker

Richard Linklater'ın ilk filmlerinden '91 tarihli başyapıtı Slacker, yönetmenin 10 yıl sonra yazıp yönetip daha büyük bir eleştirel başarı elde edeceği Waking Life gibi ortada tam bir kurgu hikayesi olmadan çeşitli karakterlerin diyalogları üzerinden ilerleyen bir film. Fakat Waking Life'a oranla daha çok 20'li yaşlarda insanların etrafında dönen Slacker, ekseriyetle günlük telaş, endişe, hezeyan ve baskıcı yapı karşısındaki umursayan-aylaklığa odaklanıyor. Yolda yürürken her gördüğü insana kafasında bir hikaye yazan sıkılmış çocuk gibi filmin bir karakterden diğerine atlaması garip bir bütünlük yarattığı gibi gündelik sıkışmalar temalı bir hikaye antolojisi havası da katıyor kendisine. Slacker'ın yalnızca bir diyaloglar karmaşası olmama sebebi de burada yatıyor, çünkü rastgele insanların rastgele konuşmalarıyla bir rutine ve herkesin onu kendince anlayışına dair hikaye örgüsüz bir anlatı oluyor film. Bu anlatıyı oluşturan en önemli bileşenlerden biri de Texas'lı Linklater'ın mekânı kullanışı. Mekânın insan yaşamındaki önemi zaten barizken "mekan kullanımı çok iyi" gibi bir ifade değil bu, daha ötesi; mekân, o kadar fazla karakteri içerisine alan ve en başta konvansiyonel biçimde filmde bulunmadığını söylediğim hikaye örgüsü oluyor Slacker'da. Waking Life'ta gösterişçi duran diyaloglarda eksik olan da böylece daha iyi anlaşılıyor, çünkü yaşamın mekansal bir ifadesi olabildiği için Slacker'ı rahatlıkla Linklater'ın başyapıtı diye niteleyebiliyorum. Ve tabii her zaman kelimeye ihtiyaç duyulmadığının göstergesi olan, sabaha karşı bir otobüsle yeni bir şehre varma hissini resmeden o güzel açılışının da bu değerlendirmemdeki etkisini inkar edemem, sonuçta ilk izlenimin de devamına bağlı olarak değişen bir belirleyiciliği var.

Amerikan bağımsız sinemasının henüz '90'lardaki büyük patlamasını yapmadığı bir dönemde yazıp yönetip yapımcılığını üstlendiği Slacker bir nevi ilk filmi oluyor Richard Linklater'ın. Arada boş atsa dahi nevi şahsına münhasır Linklater'ın çıkışının aslında ne kadar güçlü olduğunun göstergesi yani film; öylesine var olmayan diyaloglarla yaşama dair aylak bir umursamazlığın sinemasının başlangıcı aynı zamanda bir noktada.

Üzerinden neredeyse yaşım kadar zaman geçmiş bir filmi daha sonradan izlemenin güzelliklerinden biri de film sırasında adeta gözüme girince sokulunca bir anda, not düşmek istedim: bir sahnede karakterlerin arkasında bir kamyonda yazıyor: "Ron Paul for President" 1988'de Libertaryen Parti'den başkanlığa aday olup George H.W. Bush ve Demokrat adayın arkasından üçüncü gelen Paul 2008 ve 2012'de Cumhuriyetçilerin başkanlık için aday adaylarındandı ve '88'den bu zamana neredeyse düzenli olarak, ve tabii zamana bağlı olarak ya online ya elden imza toplamalarla başkanlığa aday olması için kampanyalar düzenleniyordu. Şimdi kendisi 2016'da aday olmayacağını söylüyor ama bu sefer de oğlu Rand Paul Cumhuriyetçiler için umut vaadeden adaylardan birisi; klişe lise münazarası konusu vardır ya "sanat toplum için mi, sanat için mi" diye, asıl klişe soru "politika kimin için?" olmalıymış.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

18 Mayıs 2014 Pazar

Waking Life

Richard Linklater'ın rotoskop tekniğini kullandığı ilk filmi Waking Life, yaşam ve evren üzerine çeşitli diyalogların birleşiminden oluşuyor. Diyaloglar ve filmin cümleleri ayrı ayrı incelendiği zaman filmin kendisinden daha özel bir bütünlük ortaya çıkıyor olsa dahi bu filme yansımıyor. Belki video formunda veya yalnızca senarist Linklater'ın konuştuğu bir metin ya da söyleşi formunda çok daha etkileyici olacak zihin kurcalayıcı söylemler belli bir hikaye takibi olmayan film içerisinde kayboluyor. Hemen dün 2006 yapımı A Scanner Darkly'yi izledikten sonra rotoskop tekniğinin kullanımıyla ortaya çıkan görselliğe hayran kalmış olsam da kendisinden beş yıl daha yaşlı bu yapımda görseller için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Yine de ortada olmayan bütünlüğü bu görselliğin kaldırdığını söylemek mümkün fakat hikaye arkı olmayan filmi övülür kılacak bir görsellikten de bahsetmek mümkün değil.

Waking Life, hikaye anlatıcılığına ilgi duyduğum Linklater'ın yaşam üzerine dersi gibi işleyen, fakat nihayetinde ilgi çekici bir konunun sıradan bir üniversite dersine konu oluşuna dönüştüğü bir film. Video formatında veya yalnızca metin olarak çok daha etkileyici olacağını düşündüğüm cümleler belli bir hikaye içerisine yerleştirilemeyince film süresince havada kaldığı için bunaltıcı bir hal alıyor Waking Life, fakat zihin açıcı diyaloglar dinlenmek istendiği zaman düşünülmeden başvurulacak filmlerden birisi olduğu da gerçek. Demek diyaloga dayanan filmler yalnızca diyaloga dayanmamalıymış ve Cormac McCarthy gibi bir ustanın zihninden çıkma Sunset Limited bu yüzden ekstra bir etkileyiciliğe sahipmiş. Yani Linklater'ın bir "diyalog üçlemesi" de varken böylesine diyalog fragmanlarının bir film olarak işlemeyişini sırf diyalogların içeriği sebebiyle övmek bence yönetmene haksızlık olur.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

17 Mayıs 2014 Cumartesi

A Scanner Darkly

Pek uzak olmayan ve bağımlılıklar dönemi diyerek şimdiki zamana yakınlaştırılıp özetlenebilecek bir zamanda Substance D bağımlılığıyla mücadele halindeki bir gizli görev dedektifinin hikayesine odaklanıyor A Scanner Darkly. Philip K. Dick'in yerinde vurgularının yalnızca hikayeyle beraber film formuna transfer olmayıp olayların yeni yaşam ortamında kendilerine daha rahat yerler hazırlaması rotoskop tekniğiyle ayrı bir çekiciliğe kavuşan filmin öne çıkan bir diğer katmanı oluyor. Haber kanallarının favori tabirlerinden olan nannanla mücadele kalıbını kullanmış olmam da zaten Dick'in bu vurgularından ileri geliyor. En çiğ formuna indirgersek "kimi açılardan iyi kabul edilen bir şey için ne kadar -her açıdan- kötü bir şey yapabilirler?" sorusu filmin esas odağı gibi dursa da temel noktası elbette sadece iktidar sahiplerinin yöntemlerinin kusurludan ziyade kusurun kendisi olduğunu göstermek değil. Fakat filmin cümlelerini tek tek ayırmaya çalışmak da açıkçası şu noktada pek anlamlı değil. 

Richard Linklater'ın hikaye anlatıcılığı mı yoksa rotoskop tekniği mi filmi daha etkileyici kılıyor karar veremesem de pek severi olmadığım Robert Downey Jr.'ın performans ve karakterinin filmin güldürü odaklı eğlence kaynağı olup filme ekstra bir değer kattığı açık. Kimi boğmuş kimi alışılmış ama hep aranır olan vurguları bir seyirlik için gayet yerli yerine oturan ve sadece bu sebeple bile ayrı bir takdiri hakeden bir film A Scanner Darkly. Ekran karşısına oturup yalnızca izleyiciyi taşıyacak ve sonra aldığı yere aynı olmayan ruh haliyle bırakacak seyirliklerden biri olmasının içeriğinden bir şey götürmesi gerekmiyor yani, gerçi izlediğim sınırlı filmiyle dahi Linklater'ın genel tarzını böyle tanımlama cüretinde bulunabilirim.

sevgi saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
winona ryder rotoskop tekniğiyle de hala güzel görünüyormuş, bugün ben bunu öğrendim. evet, tüm hikayeden çıkardığım en değerli şey bu oldu. 

14 Mayıs 2014 Çarşamba

Prisoners

Suç odaklı veya suç çevresinde dönen hikayeler İngilizce'de doğrudan suç üzerinden tanımlanıyor olsa da Türkçe'de "polisiye" diye adlandırılıyor çoğunlukla. Arkasında yatan sebep "suç varsa cıs olmalı" tarzı anlayışla beliren, basit suçu anlamaktan ziyade "egemen"e yakın bir perspektifte durmayı tercih eden pozisyon olabilir pekala. İşte çocukken benim kitap okumaya başlamamı sağlayıp dünya tarihinde tartışmasız en ilham verici kurgu karakterlerden birisi olan Sherlock Holmes ve etkilediklerinin haricinde o "polisiye" raflarında karşılaşılan kitapların büyük bölümü benzer bir karakter çalışması ve ilgi çekiciliği ikinci aşamada kalan bir hikaye üzerinden bir "macera" yaratmayı amaçlar. Benzer bir şeyi mesela Dexter'da görebiliriz, o kadar basit numaralarla o kadar basit bir hikayeyi gerilime kitleyen bir kitaptır ki Dexter, TV dizisi uyarlamasının nasıl bu kadar başarılı olduğu gayet/daha-iyi anlaşılabilir. Bu biçimde sınıflandırabileceğim suç hikayeleri benim için bir yandan doğaları gereği ilgi çekiciyken, diğer yandan da keyif alınan ufak sürelerin genele yayılamıyor olması veya mevcut anlatı süreci içerisinde belli şeylerin önemlerini yitirerek belirsizleşiyor olması sebebiyle de fazlasıyla "köşeye bırakılmalık"tır. Prisoners da, plotundan da anlaşılacağı üzere, beni ikilemde bırakan filmlerden birisi, ilk başta bunu söyleyerek potansiyel çelişkilerimi kurtarabilirim belki.

Kaybolan-kaçırılan-öldürülen-bir-şekilde-aranan veya kısaca ortadan kaybolmasıyla hikayeyi başlatan küçük çocuklar temelli herhangi bir şeyi genelde itici bulsam da, "en iyisi için dua et, en kötüsü içi hazırlan" mottolu iki karakterle değer kazanan bir hikaye-film Prisoners. Ben böyle küçük-çocuklar-ve-korunmaları temasını ne kadar boğucu bulduğumu söylerken geçtiğimiz yaz The Last of Us'ın da endişe ettiğim hikayesi beni haksız çıkarmıştı, ama bunlara rağmen bu sivri söylemimin arkasındayım, çünkü anlatacaklarını ortaya koymak için belki iyi bir zemin olsa da durumun doğal-kendiliğinden bir acıtasyonu ve iticiliği var bence. Fakat bir diğer örneği olarak verdiğim The Last of Us'ta da olduğu gibi Prisoners da bunu karakterlerine yoğunlaşmasıyla aşmayı başarabilmiş bir yapım. Filmin yer yer western filmlerini hatırlatan yapısını şerif rolüne koyabileceğimiz bir dedektif ve gittikçe otoriteye güveni kalmayan bir babanın kayıp kızları arıyor olmasının ötesindeki sorgularda da görebiliriz. İnancın ve insanların geçebileceği sınırların sorguları ilk anda bahsedebileceklerimken buradan hareketle görebileceğimiz, bir noktadan sonra amaç mı yoksa huzursuz etse dahi bir amacın olması motivesi mi belirsizleşen, o tanıdık insan yönlemesinin baba Keller üzerinden anlatımı gayet başarılı. Buna ek olarak her karakterin her eylemi için bir sebebi var Prisoners'da ve bunlar sakince, izleyiciyi boğmadan ortaya dökülüyor. İşte bu yüzden Keller'ın eylemlerinde gösterdiği gücün kaynağı daha fazla önem kazanıyor ve Villeneuve'nün takdir edilesi yaklaşımıyla izleyicinin yanına kalan sorulardan birisi oluyor film sonrasında.

Incendies ile ortalığı kavurmasına rağmen bir türlü izleyemediğim ve hep izleme listelerimin bir köşesine adını yazıp durduğum Denis Villeneuve'yü ilk defa izlerken, kendisinin bu detaycı filmi de kendisiyle arayı çabucak kapatma hevesi oluşturdu bende. Çünkü böylesine bir hikaye rahatlıkla jenerik bir anlatıya dönüştürülebilecekken Villeneuve, seyirciye, bir suç-gerilim filmine çok yakışan bir final veriyor. Hali hazırda 2010'ların en oturaklı suç-gerilim dramalarından biri olarak niteleyebileceğimiz Prisoners bir yandan da '90'ların sonları milenyumun başında David Fincher'ı nasıl sevmiş olduğumu hatırlatıyor bana; ama yanlış anlaşılma olmasın Villeneuve'yü Fincher'la karşılaştırmıyorum, yalnızca Prisoners türünün de etkisiyle bana Fincher'ın Se7en'ınını hatırlatıyor.

Filme paralel giden hava koşullarıyla desteklenip etkileyiciliğini arttıran hikayeyi karakterleriyle taşıyan Prisoners, neyi neden yanlış yaptığını bilip yine de kendine yedirememenin, kabullenememenin tek davalık oturaklı filmi.

13 Mayıs 2014 Salı

Labor Day

Bir cezaevi kaçağının depresyondaki Adele ve oğlu Henry'ye bir açıdan sığınış, bir açıdan onları esir alış hikayesini konu ediniyor Labor Day. Sevginin kişisel olmaktan çok şartsal ve durumsal yönlerinin ağırlığa sahip olduğunu kabul edemeyen insanlık için Haneke-vâri başlayan ve bir anda izleyiciyi kitleyen senaryo yavaş yavaş çözülüp her şeyi açıklığa kavuşturmaya çalışırken kitlenmişlik hissinin olumsuz yansımasını da yaşatıyor seyircisine film. Jason Reitman'ın şimdiye kadar edindiği imaj açısından baktığımda final sekansına kadar kendisinin filmini görürken final sekansıyla bir basit televizyon filmi görüyorum bu sebeple. O ana kadar yerinde çatırdamalarla kurulmuş gerilim, kendince bir ray tutturmuş hikaye yeri geldiğinde serbest bırakılmalıyken zorlama bir kontrol ihtiyacı hissedilmiş ve bu da gayet oturaklı çizilmiş karakterlerin yaşamlarının anlatılmaya değer bölümünün etkisinin yeterli görülmediğini söyleme şekli olmuş hem senarist hem yönetmen Reitman'ın. Elbette hikayenin orijinali olan kitabı okumadığımı notun iyiliği adına belirtip söz konusu filmdeki bu problem olduğunda kitapta n'olduğunu farklı bir sonuca gitme amacı taşımadığım sürece pek önemsemediğimi eklemeliyim.

Filmin en başarılı olduğu şey oyuncu seçimleri ve Reitman'ın detay çekimlerle ufaktan aktarmaya çalıştığı karakter iç dünyaları. Buradan hareketle karakterlerin hem uyarlanmış hikayeyi hem de filmi ayakta tutan şeyler olduğunu söylemek mümkün. Filmin ayağını yerden kesense bir anda "epik" bir anlatıya dönüşme çabası diye niteleyebileceğimiz final sekansı. Fakat dürüst olmak gerekirse o sekanssız da filmin yoksunluğunu belli ettiği kapsayıcı-etkileyemezliğine değinmeli. Performanslara da etki eden yerinde oyuncu seçimleri, Reitman'ın kamera arkasındaki gözü ve bir noktaya kadar hikayenin tatmin ediciliğinden bahsederken yalnızca birkaç dakikalık finalle kenara itilmiyor yani film, öncesinde üzerine kurulduğu temellerde bir sallantı söz konusu. Bunuysa kolay yoldan gidersek ruhsuzluk diye kestirip atabilecekken gerçekçi bir değerlendirmeyle de hikaye anlatıcılığındaki acelecilik ile bağlama ve açıklama saplantısı diye niteleyebiliriz.

Labor Day, devam ettikçe her an düşecekmiş gibi sallanan ve üzerine kurulduğu bu tekinsizliğe rağmen o sallantıyla bir yere asılıp kalmak varken devam ettikçe yok olmak, kaybolmak, hiç görünmemek için savaşan bir film. Fakat postere de taşınmış sahnesiyle kendisini en doğru şekilde ortaya koyduğu da ayrı bir gerçek.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
kate winslet'in orta yaşlı dağıtmış anne rolüyle sırıtmadığı zamanlara girdik, eski filmlerde zamanın yıldızlarını izlemek gibi değilmiş yani bazı şeyler.

6 Mayıs 2014 Salı

Joe

Larry Brown'ın romanından Gary Hawkins'in uyarladığı David Gordon Green filmi, eski bir mahkumun 15 yaşındaki Gary'ye bir nevi rol model olmasını konu ediniyor kendisine. Joe da dahil olmak üzere, geçtiğimiz üç yılda üç özel yönetmenin üç muazzam filminde çok iyi performanslar sergileyen 1996 doğumlu Tye Sheridan sebebiyle ister istemez akla genç aktörün önceki iki filmi The Tree of Life ve Mud'ın bir harmanı olduğu geliyor Joe'nun. Tersten okunmuş bir Mud hikayesi ve The Tree of Life dokusu elbette Sheridan'dan sonra bu düşüncenin en önemli sebepleri. Fakat tabii ki bu yalnızca filme dair oluşan algıyı daha iyi ifade etmek adına kullanılabilecek bir örnekleme, çünkü Joe kendisini iki filmden de daha farklı konumlandırıyor. Prince Avalanche ile benim için 2013'ün en güzel sürprizlerinden birini yapan David Gordon Green, yaşama dair konumlanışını değiştirmezken yine benzer bir yaklaşımla anlatıyor hikayesini. Yani sıradan veya kayıp yaşamlar diye karakterleri nitelendirecekken tedirgin ediyor insanı Green, çünkü kendisinin filmlerinde yaşamın iyelik eki atılmış oluyor ve karakterler tıpkı o an filmi seyredenler gibi bir başlarına sadece duyu organlarını kullanıyorlar. Dozundaki şiirsel anlatım hikayeyi derinleştirir gibi yaparken belki bir an kandırılmışlık duygusu kaplıyor insanı ama sonrasında film devam ettikçe büyük kabul geleceği için çok da önemli olmuyor bu. Zaten gayet alışılmış bir hikayeyi tedirgin edici bir masal gibi anlatıyor olmak, kandırılma duygusu gerçeğe dayansa bile seyiriciyi memnun edebilecek zemini oluşturuyor.


Joe, an itibariyle izlenme zamanına tam oturan, mayısın-hava-kararsızlığı tedirginliğinde bir huzursuz film; Green'in şiirsel işçiliği ve Tye Sheridan'ın umut verici bir başka performansıyla akla-dangadank-gelmese-dahi-tam-da-unutulamayan-filmler sınıfına girmeyi başarıyor.    

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Snowpiercer

Şimdiki zamanın muhtemel gözüken felaket senaryolarından biriyle var olan bir distopya Snowpiercer; küresel ısınma deneylerinin filme ismini veren trene binmeyi başarmış şanslı azınlık dışındaki dünya üzerindeki tüm yaşamı yok etmesi sonucu evrenin döngüsü içerisindeki yeni bir buzul döneminde geçiyor hikayesi. Kuyruk ve ön-taraf diye ayrılmış trendeki sınıf sistemi, ezen-ezilen ilişkisi sonucu doğal olarak ortaya çıkan başkaldırılar, isyanlardan geriye kalanlar ve tüm ahlak algısıyla beraber geniş bir yelpazede düşününce film aslında bir çevrecilik ekseninden sıyrılıyor, hatta film süresine tam oturmuş bir isyanla baktığımızda, en azından film formunda, hikayenin çevre derdinden çok insan ve sistem derdi olduğu anlaşılıyor. Özellikle Joon-ho Bong'un stilizasyonu isyan-isyancılar ve büyük koruma ağıyla çevrilmiş ayrıcalıklılar çevresinde yoğunlaştığı için bu değerlendirme daha kolay yapılır hale geliyor. 

Geç bir bilim-kurgu-sever olarak son dönemin küçük prodüksiyonlu ve kağıt üzerine yedirilmiş boyasız-bağımsız bilim-kurguları bana daha çekici geliyor, fakat Snowpiercer gibi büyük prodüksiyonlar da içerdikleri alt metinle ayrı bir anlam kazanıyor benim için. Çünkü şimdiki zamanın sivriltilmiş bir yansıması olarak gelecek zaman kurgusuna taşınan bu sınıflar arası ilişkinin doğrudan anlatımı yerine Snowpiercer'da olduğu gibi dolaylı ve yeterli boyalı bir anlatım çok daha ilgi çekici olmaya meyilli. Tabii filmden sonra herkes bir bira açıp hiçbir şey olmamış gibi rahatlıyor, orası ayrı bir mevzu. Fakat filmde bir örneğini gördüğümüz ve bulunduğumuz ülke sınırları içerisinde çokça içine sıkıştığımız tarzda bir şekillendirme eğitimi dışında kalan herhangi bir şey olması yine de söz konusu fikirlerin etkileşimi açısından bir derece etkili oluyor diye düşünüyorum.

Snowpiercer, boşluk kapatmak için yapılan duvarların arasında izlenen filmler içerisinde gölge oluşturabilmek için oldukça çabalayan bir film, ama daha önemli olan bu çabanın sırıtmıyor olması ve filmin yalnızca bu çabanın arkasına sığınmaması. Çünkü her şeyin üzerinde heyecanlı bir seyirlik var. Tilda Swinton'ın henüz aksine şahit olmadığım hayran kalınası performansıyla karikatürleşen bir kukla-politikacı ve nihayetinde herhangi bir isimle ifade edilen insan ilişkilerinin yalnızca teferruat olmasıyla başkaldırıyı hem tersten hem düzden okuyabildiği için, bir Wes Anderson hayranı olarak henüz The Grand Budapest Hotel'i izleyememe sebep olan yoğunluğun bitiminde kendi düzenime Snowpiercer ile döndüğüm için ayrıca mutlu olduğumu ekleyeyim.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;, 

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses