27 Nisan 2013 Cumartesi

The Limey


Eski bir mahkum olan Wilson'ın Los Angeles'a kızının ölümünden sorumlu olduğunu düşündüğü adamı bulmaya gelişi ekseninde ilerliyor The Limey. Plotu yazarken bile sıkılmış olmam hikayenin ne kadar basit olduğunun bir göstergesi sanıyorum ki, fakat önemli olan o hikayenin işlenişi. Hikayenin oturtulduğu çerçevede sıradışı bir şey yok ve hikaye de klasik olarak gayet belirgin giriş-gelişme-sonuç evrelerine sahip fakat film kurgusuyla öne çıkıyor. Bu noktada tabi bence film yönetmen Steven Soderbergh'in olduğu kadar kurgucu Sarah Flack'in de oluyor. Çeşitli çekimlerin tekrarlanması ve karakterlerin sunumu alışılmamış şeyler değil ama hikayenin garip sürükleyiciliğinde kesinlikle en çok paya sahipler. Belli bir piyasa anlayışıyla her yıl birbirinin makyajlanmışı olarak çıkan, hatta bazen o makyaja bile gerek duymadan apar topar gösterime giren filmler kategorisine düşmeyen her suç filmine özel bir merakım olduğu malum, The Limey'i de bu kategoride görmekte sakınca yok fakat bu, filmin derinlikten yoksun yapısını kurtarmıyor. Ama bu yüzeyden ilerleyişini başarılı biçimde örten kurgusu aracılığıyla hikayesini kendi yolundan keşfi ve son zamanlarda tempoları tavan yapan filmlerin aksine '70'lerin filmlerini andırışı bakımından kısa süreli bir seyirlik olabilir The Limey.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

19 Nisan 2013 Cuma

The Player

The Player'dan bahsederken ilk söyleyeceğimiz cümle "merhaba Hollywood, nasılsın?" olabilir sanırım. Hatta işi daha da ileri götürüp -ucundan Mazhar Alanson'a atıfta bulunarak- "merhaba Harvey, sizinkiler nasıl?" da diyebiliriz. En azından ben böyle yapıp sonra sebepsizce gülüyorum.

The Player, reddettiği bir yazar tarafından tehdit edilen stüdyo yapımcısı üzerinden doğrudan ama incelikli olabilen bir Hollywood eleştirisi sunan bir Robert Altman filmi. Altman'ın benim Nashville'de hayran kaldığım fazla karakteri hikaye içerisinde kontrol edebilme becerisi daha Tim Robbins odaklı bir film olsa da The Player'da da gözlemleniyor. Fakat The Player'da asıl hayran kaldığım şey Michael Tolkin'in kendi kitabından uyarlayarak yazdığı senaryo ve Altman'ın bunu ele alışındaki yoğunluk. Çoğunlukla bu "içerden eleştiri" filmleri ister istemez fazlasıyla karton durur çünkü genellikle hep bir şeylerin etrafından dolaşılmak durumunda kalınır. The Player ise izleyiciyi direkt olarak hikayenin içerisine bırakmayı başarabilen provası bir, çekilmesi yarım günü alan 8 dakikalık açılış sekansından sonra hikayesine yön verip onu çeşitli yan elementlerle etkili biçimde derinleştiriyor ve filmin bütünlüğünü sağlayan şahsen zekice bulduğum final bölümüyle de son noktayı koyuyor.

Mevcut ve bilinen Hollywood eleştirisinden öte Altman'ın filminde benim en çok hoşuma giden şeyse, sıradan veya şaşaalı olması farketmeden çerçevenin arkasında kalan yaşamın ve bahtiyar tabloyu oluşturan renkli değil kirli paletlerin hikayenin merkezinde olması. Çünkü biliyorsunuz, Bahtiyar yalnızca kod adı. Ve benim uzaktan gelen yorumumun aksine filmin kendisinin de söylediği gibi: "Filmler, şimdi her zamankinden daha fazla!"

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

13 Nisan 2013 Cumartesi

The Prisoner of Second Avenue

Günler "iyi" sıfatına abone olmuş niteleme ve dileklerle geçiyor. Herkes, her şeyin iyi olanının peşinde fakat gözden kaçan sorun şu ki sıfatın içi dolu değil, tanımlar ortada yok. Kendimizin farkına varmaya başladığımız ilk andan itibaren her şeyin en iyisini istiyoruz oysa, en iyisini istememiz gerektiği öğretiliyor zira herkes günlük konuşmaların samimiyetsizliğinde en iyisini hakediyor. Yalnızca bazen farkediliyor; en iyilerin sadece ismi nitelediği, eylemi veya sonu değil.

Mel, olan bitene tepki gösterdikçe yoruluyor ama etki edemiyor. Derdi pürüzlerle değil, şikayet ediyor olmasının sebebi çok daha temel bir problem, yoksa o da farkında günlerin köpüğünün çevreyi ıslatarak bazen sadece patlayacağının. Afişteki cümleyle film, ilk anda, sanki izleyiciye kendi sorunlarının önemsiz olduğunu anlatmaya çalışıyormuş gibi sunulsa da aslında yine hem afişte arka plandaki Manhattan manzarasıyla hem de Mel'in eşi Edna'yla durumun hiç de öyle olmadığı ve filmin derdini anlatırken de sıkça kullandığı ironik ve nükteli dili belirginleşiyor. 

Jack Lemmon'ı izlemenin keyfi, takanının çok olmadığı şeylerle sıradanlaşmış hikaye numaralarıyla uğraşmayan bir filmi izlemenin keyfiyle birleşince ve Lemmon'a da Anne Bancroft eşlik edince ortaya övgüsü abartılmaya meyilli The Prisoner of Second Avenue çıkıyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

11 Nisan 2013 Perşembe

Im Lauf der Zeit

Olamamak kağıt üzerinde çok sırıtıyor zamanla, boşluğun figürü yapılamıyor. Aynı yerde duran iki insandan biri ağaçla diğeri suyla bu yüzden yüzleşmeye çabalıyor işte, kimisiyse yeryüzüyle, her şey sonrasını kimin daha çok düşündüğüyle alakalı muhtemelen. Bruno sinema salonunda, müntehir eşinin arkasından adamın söylediğini tekrarlayıp cevap veriyor en beklenmedik zamanda, her şey başlarken başka tarafı sadece ziyaret etmeye gitmiş olduğunu bilsek de yine de beklenmeyen bir anda, tıpkı sokakta yürür gibi, herhangi bir yerde de yolda olabilir çünkü insan: "Yaşam, mevcut olan neyse o. Peki hangisi?"

Olmaz, sonlarda değil başlarda sırıtıyor her ayrı zamanla, hayalin ağza gelişi akla gitmiyor. Artık ne kadar çarpışıyor insanlar bir anda Zamanın Akışında?

Wim Wenders, hem olamamayı hem olmazı hep anlatıyor, güzel anlatıyor. Yirminci yüzyıldan beri sanki yaşam, kağıtta değil bazı ekranlarda daha güzel duruyor.

filmin en güzel afişi de fransız versiyonuymuş.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,    

9 Nisan 2013 Salı

American Splendor


Harvey Pekar, sıradanın numarasını yapmayan birisi. O yüzden Letterman'a çıktığında alay konusu oluyor zaten, veya bu sebeple bugün ben adını duyduğumda aklımda oluşan imaj hayran kalınası oluyor. Cleveland'da yaşayan ve sürekli yürüyen bir dosya memuru, aynı zamanda da bir koleksiyoner Pekar, biraz suratsız ama insanların söylediği gibi kötümser değil, sadece palyaçoluğun yalnızca bir iş olduğunun bilincinde. Aşırı heyecanlanıyor ve sesini yükseltmekten kaçınmıyor, hatta bu yüzden sesiyle ilgili bir problemi de var, yani yapay değil gerçek bir görkemli yaşam aslında onunkisi. Denge sözcüğünün hep yanlış yorumlanması kadar açık bir şey bu, çünkü sorunsuzluk değildir devam etmenin şartı. Her neyse, Pekar'dan sapmamalıyım; kendisi de benim düşündüklerimle paralel olacak ki, çizme becerisi gelişmiş olmasa da o yazıyor yaşadıklarını ve ilk önce Robert Crumb sonra da başkaları çiziyor onun bugün tanınıyor olmasına neden olan çizgi romanları. Sonra o çizgi romandan uyarlama bir tiyatro oyunu oynanıyor, sonra da işte 2003 yapımı filmine kadar geliyor olay.

Filmlerde mükemmellik arayan birisi değilim ben, bahsettiğim denge de biraz bununla alakalı. American Splendor'da da filmden çok Harvey Pekar'dan bahsetme sebebim bu, zaten bence filmin varlık sebebi de bu. Ama konunun öte yanını da eksik bırakmamak gerekirse, öncelikle filmin belgesel ve drama harmanını çok iyi tutturduğunu söylemek gerek. Böyle durumlarda çoğunlukla rahatsız etmemesi, anlatıyı bölmemesi yeterli olur ama American Splendor bu konuda rahatsızlık vermemenin ötesinde keyif veren bir iş çıkarmış. Bunun dışında Paul Giamatti her zamanki gibi hayran olunası, zaten kendisinin en küçük rolünü bile izlemek keyif veriyor. Toby Radloff'un filmdeki tiplemesi biraz rahatsız edici, her ne kadar Judah Friedlander konuşma biçimini gayet başarılı şekilde kopyalayabilmiş olsa da yine de Toby'nin kendisini gördükçe Friedlander'ın tiplemesi rahatsız edici bir karikatürizasyon olarak kalıyor. Son olarak da Hope Davis sanki rol için gereğinden fazla çekici, elbette aslına sıkı bir bağlılık beklemiyor olsam ve böylesi rahatsız edici olmasa da izlerken gözüme batan bir şey oldu bu.

Uzun süredir kafamdan kazınmayan bir cümleyi normalde olduğundan daha fazla döndürmeye başladı American Splendor, zaten o yüzden ne zamandır izlediğim hiçbir filme dair not tutmazken günler önce izlediğim bir filme böylesine geri dönüş yapma gereği duydum: "anlayacak bir şey yok, ne hissediyorsun?"

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses