31 Ocak 2017 Salı

Jackie


"Kennedy suikastı sonrası eşi Jacqueline Kennedy'nin yaşadıklarına odaklanan Jackie" deyince başı sonu belli bir kitleye hitap eden standart bir formül filmmiş gibi çınlıyor Jackie. Bu yüzden, mümkün olduğunca Pablo Larraín'in ismini iliştirmek gerekiyor filmden her bahsedişte zira Larrain gayet sıradan olabilecek bir senaryoyu çok yukarı taşıyor. Üç farklı dilimle Jackie'yi tarihsel değeri olan bir fotoğrafın ötesinde bir insan olarak sunuyor film. First lady'nin Beyaz Saray'ın yenilenmesi sonrası verdiği, *sahnelenme*nin net biçimde görüldüğü bir TV röportajı, sonradan Kennedy dönemini tanımlayacak işe imza atmış bir gazeteciyle *siyaseti sahnelemenin* önü ve arkasının belirgince görüldüğü söyleşisi ve artık doğrudan sahnenin arkasına geçerek rahiple olan sohbetiyle beraber bağırmadan sunuyor siyaseti izleyiciye Jackie. Fakat öyle bir tempo tutturuyor ki Larrain; sadece Amerikan siyaset sahnesinin ötesine geçmekle kalmıyor ve Jackie Kennedy'nin olduğu kadar eşini kaybeden bir insanın kederinin de ötesine gidiyor film. Yani dünyadaki etki gücü arttıkça illüzyon ve tahayyülünden kaçamadığımız Amerikan ihtişamı içerisinde bir insan dokunuşunu ortaya çıkarıyor Larrain: suyun yüzeyine kamerayı bırakmış da o sallantıyla bir kederi izletiyormuş gibi izleyiciyi de bu ikilikler içerisinde bir o yana bir bu yana götürüyor. 

Gösterişçi oyunculuklara hiç ısınamıyor olsam da ya Portman'a zaafımdan ya da bu spesifik performansın gösterdiği kadar bağırmıyor olmasından ötürü onu da ayrıca belirtesim var. Çünkü Larrain'in yarattığı o dokuyu tek bir sahneyle bile bozabilecekken film boyu karakterin sahne önündeki siyasetle sahne arkasındaki belirleyicilik arasında gidiş gelişini samimi biçimde yansıtıyor. 

İki yıl sürüp zamanında gündem olmuş bir Beyaz Saray restorasyonu, TV'nin gücünü ilk keşfeden politikacılardan olan bir başkanın suikastı ve ardında kalan kederin gerçekten daha fazla üzerine düşülen sahne performansı... Hem siyasete hem de bireyin sunumunun günümüz gerçekliğine dair söyleyecekleri var Jackie'nin.  

ve o mica levi müzikleri,
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

25 Ocak 2017 Çarşamba

Christine


Rutin sadece günlük yaşamın sürüncemesi değil sanki; her bireyin yaşamındaki o ilk ve mütemadi sorunla yüzleştiği her an çekildiği bir kabuk, tıpkı dondurma yiyip şarkı söylemek gibi. 1974'te, canlı yayında intihar eden muhabir Christine Chubbuck'ın yaşadıklarını kısaca anlatan Christine de bunu öneriyor sona ererken; bir yerden tutunmalı, mümkünse. Ama kişisellik ile toplumsallık arasında fazla ince bir çizgi varken bunun üzerinde yürümeye pek niyetli değil Christine, yani Chubbuck'ın çevresince de o zamanlar dahi fark edilmiş olan belli sorunsallaştırılmışları ufaktan vurgularken bir insanın yaşamının gidişatını belki kitlenin engellenemeyen akışına tepkiyle belki de kişisel baş edemeyişle ele alışına dair net bir final cümlesi söylemek istemiyor, ve tam da bu sayede bu etkileyiciliğe sahip oluyor. 


Söz konusu buhran olduğunda, tanıdık zemine ayak basanlar daha çekingen yaklaşır ve belki kabullenişin tezahürü olan gülümseme veya başka bir mimikle kendine dönerken o zemini tanımlayabildiğini zannedenler daha fazla konuşuyor. Bu sebeple filme olumlu şeyler söylerken dahi "ama neden böyle bir şey yaptığını anlatabilecekse de keşfetmeye kalkmıyor" diye yorumlar yazılıyor Christine için. Oysa filmin bir şeyi açıklamaya kalkmıyor olması tam da övülesi yanını oluşturuyor, zira ne kadar sosyal bir temeli ve hatta muhtemel tetikleyicileri olsa da nihayetinde bir karara götüren kişisel bir çıkmaz sürecini anlatıyor. Dolayısıyla söyleyebilecekleri, tüm bunlara tanık olmuş insanların ağzından dahi olsa yanıltıcı sıfatından ötede bir şey ifade edemeyecektir. Ama diğer yandan, Chubbuck'ın son eylemi öncesindeki sunuşunda *profesyonel* çıkmaza, ya da belki daha doğru ifadeyle açmaza, dair sarf ettiği cümleyi toplumsal açıdan keşfetmeye kalkmıyor Christine, ve bu sanırım esas problemlerinden birisi. Bir bağ bulması, bir şeyleri nedenlendirmesi değil beklediğim; tıpkı final sekansında Nixon ve Ford'a dair haberler arkada akar ve Chubbuck yakınından geçtiği insanların yaşamından önce bir "gösteriye" dönüştüğü ulusun hafızasından hemence kaymaya başladığı gibi ufak ve daha etkili dokunuşlar. Çünkü geçen senenin Sundance'ine bir kurmaca bir belgesel film getiren bu hikayenin "renkli ve canlı yayında" gerçekleşmesinin sanki kişisel olduğu kadar sosyal bazı bileşenlerini de göz önüne almak gerekiyor.  

Cohen'in dediği gibi değil mi sonuçta? "Herkes biliyor," ama herkes eyleyemiyor. Nihayetinde Christine, Chubbuck'ın bu eyleyişini "onurlandırarak" anlatıyor. 


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

20 Ocak 2017 Cuma

Moonlight


Aylar sonra "bir film neden sevilir?" sorusuyla başlamak sanki biraz absürt kaçabilir, ama birbirimize yöneltene kadar böyle bir sıfatı çoğunu zaten gün içerisinde tecrübe ediyoruz değil mi ne zamandır? Filmden bağlamının dışında ama ona atıfla bahsetmeye başlayınca kendi dünyamızda, Moonlight'ın kendi yerelliği belirgin oluyor olmasına fakat diğer yandan bireyin ne kadar *ayrık* olsa da -veya tam da bu yüzden- o çevresel kitlece üzerinde belirleyici etkinin göründüğü, yani o *aynılığın* bir bakıma ufak bir parçası olunduğu -ve daha da ileri gidersek artık bir *ürün*e dönüştüğü de bireyin- sanki hafiften kendini gösteriyor. Çünkü ayrıksılıklar, söz konusu "bütünlük" içerisindeki konumu belirlerken *aynı*ların tutumu da bu ayrıksılıkların kişisel önem durumunu belirlemiş oluyor. Bu dengeyi hikaye içerisinde başarılı kuruyor Moonlight: bir kimlikle dışarıda kalarak büyüme hikayesinde, her büyümenin esasında olan ve muhtemelen bitmemesi de gereken ontolojik buhranın arka planında bir toplumsal portre var oluyor. Ne kadar açık olursa olsun, yerelinden olmayana çok da davetkar değil bu toplumsallık, zira anlamlandırmak deneyimlenen gerçekliğe oranla ancak anlatılan ve duyulanla olabiliyor. Fakat muhtemel ortaklıklar bireyin kendince hissettiği *aynı olmama* durumu üzerinden bakınca daha fazla bulunabiliyor, ve elbette kimlikle beraber gelen ama aslında bu sorgu için kimliğe de ihtiyaç olmayan bir maskülenite bahsi var. Bunlar bir filmden ya da tekil bir eserden cevap bulması beklenilmeyecek sorular ve bahisler elbette, ancak bir karaktere odaklanıp daha o karakteri gerçekten keşfetmekte zorlanan bir film bu tartışmalara yönelik bir şey diyemez. Demesi de gerekmez, fakat bir film odağına aldığı tartışma(lar) sebebiyle övülesi olabiliyorsa bu durumda hikayenin sinematik anlamda etkileyiciliği veya ötesinde bir şeyler sunuyor olması gerekiyor. Çünkü Moonlight, değerli bir iş yapıyor olsa da zamana oynayan ve meselenin ötesinde kalıcılığı tartışmaya açık bir film. 

Baştaki soruya dönersek, ödül sezonunda üzerine kampanya yapılan ve çokça övülen bir film olmasaydı sanki Moonlight'a şu andakinden çok daha olumlu bakabilirdim, zira çok şey söylemeden meselesini aktarabilen etkileyici bir görsel anlatımı var. Ama bu etkileyicilik yüzeyde kalan, biraz dinlendirince karakterin nasıl postere güzelce yansımış üç aşamayı canlandıran üç aktörün yüzlerinden ötesi olmadığı fark edilen bir etkileyicilik. Bu yüzden de Moonlight ile ilişkili olduğu kadar esasen uzun süredir övülen birçok film için sorulması gereken bir şey beliriyor: filmlerin kendileri mi yoksa ele aldıkları meselelerin kendileri mi övgüye değer oluyorlar? 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses