26 Kasım 2013 Salı

Du levande

You, the Living!

Bir tutturdum günlük yaşam diye bahsedip duruyorum da nasıl olsun başka, bildiğim tüm her şey buysa? Hem monotonluğu da bunaltıcılığı da yabana atmamak gerek, an geliyor öyle güzel oturuyorlar ki yerlerine. İşte Roy Andersson yeterince absürd olan o günlük yaşamımızın dozunu arttıyor çeşitli vinyetlerle Du levande'de. Sakin ve arka-plansız yaşamlar ilerliyor, çünkü ekseriyetle her şeyin arka plan diye nitelendirilmesi gerekiyor zaten.

Du levande, izledikten sonra bir süre sürekli kafayı kurcalayabilecek, ister istemez izleyenin yaşamına yansıması olacak olan o filmlerle, her şeyi ham haliyle fotoğraflarken geriye söylenecek veya eklenecek aslında çok da bir şey bırakmayan o filmler arasında gidip gelen ufak bir şaheser. Absürdlüğün böylesine zarif anlatılardaki yerinden hep hoşlanmış birisi olarak farklı bir şey söylemem çok da mümkün değildi Andersson'un filmi için; çünkü ne kadar gösterişliye gidilse de hep, yaşam aslında uzun zamandır yıkanması gerekip de tam yıkandığı gün yağmur yağan bir araba gibi. Benzetmenin klişeliği de dahil olmak üzere; ama böyle daha güzel değil mi? 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

25 Kasım 2013 Pazartesi

19. Gezici Film Festivali

//28.11.13-güncelleme
bilet kalmamış lan! kendimi bildim bileli neredeyse benimle yaşıt olan gezici'ye gidip film izlerim de gişeye gittiğimde ilk defa şu yanıtı aldım ya, bugüne kadar bilet bulamadıkları için dalga geçtiğim insanlardan özür diliyorum. hoş ben her zamanki gibi bir-iki gün önce bilet almaya çalıştım yine ama malesef bitmiş biletler. e o zaman şu soruyu sormak geliyor içimden: ulan madem bu kadar insan festivallerde filmden filme koşuyor, benim şu havasını sevdiğim şehirde karşılaştığım tipler niye hep dangoz? bu sene zaten program ahım şahım değildi diye kendimi avutuyorum, en azından dünya sineması bölümündeki birçok filmi daha önce izleme imkanı buldum, bir tek yerli sinemaydı derdim; bilet bulanlara selamlar.

Daha önce 31 ekim'de festivalin ilk basın bülteni yayımlandığında heyecanla yazmıştım bloga. Geçtiğimiz hafta da Festival Gazetesi ve program yayımlandı. Buradan resmi siteye alayım, oradan festivale dair her şey bulunur zaten, kopyala-yapıştıra lüzum yok.


Bu senenin dünya sineması seçkisi geçen seneye göre daha güzel olsa da Gezici'de benim daha önce alıştığım gibi normal zamanda zor ulaşılacak fazla film yok. Tabi bu bir şeyi değiştirmiyor, yine festival süresince Ankara'nın en sinema gibi sineması Kızılay Büyülü Fener'de olacağım ben. Mümkün olduğunca bırakın işi gücü gelin siz de; filmden, okuduğunuz ve dinlediğinizden daha önemli şey mi var?

13 Kasım 2013 Çarşamba

Lenny

Lenny, 1960'ların ünlü komedyeni Lenny Bruce'un biyografik filmi. Sözcüklere uygulanan baskıyla toplumun da baskı altına alınabildiğini düşünen ve daha önemlisi kendisi bunun üzerine giderken bu mevcudiyetin karşısında duramayan, bilakis sebebi olan toplumun da ikiyüzlü olduğunu gösteren bir komedyen. Bu yüzden "toplumun ahlak kurallarına aykırı olan" şeyler söylemekle suçlanıp onlarca kez sahnede tutuklanıyor ve yargılanıyor. Söyledikleri bugün herhangi bir Amerikan dizisinde rahatlıkla bahsini duyabileceğiniz şeyler, ama elbette kıyası Amerika içerisinde yaparsak böyle, yoksa buralar hala çok farklı değil. Fakat Lenny'nin en çarpıcı yani samimiyeti. Yani kastım, karşı karşıya olduğu bu davalardan sadece beraat etmek değil asıl derdi; istediği, anayasanın birinci ek maddesine -yani Birleşik Devletler'de konuşma ve düşünme özgürlüğünü koruyan ek madde- dayanarak beraat etmek. Çünkü kendisinin amacı gösterisini bel altına vurup insanlara ucuz eğlence sağlamak değil, o insanlara bunlara gülerken içinde bulundukları ikiyüzlülüğü göstermek. Bu açıdan daha da önemli, çünkü George Carlin veya Bill Hicks gibi komedyenler gösterilerinde aslında ciddi diye nitelendirilen konulara dair gayet önemli şeyler söylerken buna gülerek tepki veriyor olmamız garip değil, tersine çok doğal bir tepki. Çünkü çoğunlukla yeraltına süpürülen bir düşünce biçimini günlük yaşamımızın gerçekliğinde bulmanın sevinç ifadesi oluyor o, ve zaten hicvin doğasında da yok mu o yergiyi yerinde bulanların buna gülümseyerek katılmaya çalışışı; zira ancak sözler var biz sıradanlara. İşte Lenny bu açıdan daha önemli bir şey yapıyor bence, belki de o popülariteye ulaşana kadar karşılaştığı tepkileri unutamadığı için, seyircisini özel bir konuma koymuyor gösterisinde. Duruşmasının kayıtlarını onlara gösterisi boyunca okuyarak dertlerinin yalnızca bir soytarı bulmak olduğunu da gösteriyor. Yalnız bu zamanlarda yaşamanın bir getirisi olarak belki ama, konu hep aynı noktaya geliyor: her şey hep sonradan bir yerlere oturuyor.

Tiyatro oyunundan uyarlama olan Lenny, Bob Fosse'un bildik yerleşmiş tarzıyla film olarak daha çarpıcı bir yapıya bürünüyor. Lenny Bruce'un hikayesi zaten çok güçlü olduğu için filmin belgeselimsi yapısı sanki sahneyi ona bırakmak açısından yapılmış bir tercih gibi. Zaten bakınca da Fosse'un tozlu olsa da özenli tarzına rağmen hikaye ve Dustin Hoffman taşıyor filmi. Belki her şeyi onlara böyle bırakması da Fosse'un kendi başarısı olabilir, çünkü Lenny Bruce'un etkileyici hikayesi dışında film ziyadesiyle sıradan ve kaybolabilir durumda. Fakat Lenny her şeye rağmen, film olarak, anlaşılamayan bir adamın sancısı olmayı başarıyor. Belki sözcüklerle basit görünüyor fakat derdini anlatamıyor olmak sözlükten gelme birkaç sembolü birleştirerek anlatılacak şey değil, film belki de bu yüzden yer ediyor. Tüm bu sebeplerle, hikayesiyle kıyısından köşesinden bağ kuramayacak bir insanın kolay kolay yakınsayamayacağı bir film Lenny, ve zayıf noktası da bu bence. Fakat hiçbir şey ilgi çekmezse, gelmiş geçmiş en iyi aktörlerden birini izlemenin tadı var filmde, bu yüzden Lenny Bruce'un hikayesi haricinde bir de Dustin Hoffman taşıyor işte filmi.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

12 Kasım 2013 Salı

The Lone Ranger

Hazır son izlediğim filmleri genel olarak çok sevmişken senenin hayal kırıklığı olarak görülen The Lone Ranger'ı izleyerek kumar oynamanın tam zamanı diye düşünmüştüm. Filmi öyle bir pozisyona soktular ki eleştirmenler ve kuyrukları olan sinema-izleyicileri, Tarantino yılın en iyi filmleri listesinde The Lone Ranger'a da yer verince listenin haber değeri arttı resmen, hatta Tarantino'nun sinemadan anlamadığına kanıt olarak görenler bile var, ne demekse artık. Bense Tarantino'yu görüyor, ve arttırıyorum; daha farklı yeni bir kurguyla milenyumun en iyi Hollywood filmleri listesine girebilir The Lone Ranger, ama bu haliyle de gayet eğlenceli bir film. Elbette filmi yermekten öteye gidip insanlar artık filme saldırdığı için ben de daha ileriye gidip abartıyorum, ama asıl merak ettiğim; Reservoir Dogs ve Pulp Fiction'dan sonra yokuş aşağı giden Tarantino'nun yokuştaki henüz son ve en dip noktası olan Django Unchained gibi bir filmi yere göğe sığdıramayan insanlar nasıl oluyor da The Lone Ranger'ı böyle yerin dibine sokuyorlar? Bir de Gore Verbinski ve Johnny Depp'i bir arada görünce hele bir de Depp makyajlı ve özel bir karakteri oynuyor olunca Pirates of the Caribbean benzetmeleri üzerinden ağır yergiler var ki, ona hiç girmiyorum artık.

Her ne kadar eleştirmenler sanki sektörde kitle üzerinde etkisiz elemanmış gibi gözükse de gerçekte insanların fikirlerini nasıl etkilediklerinin kanıtıdır bence The Lone Ranger. Elbette benim de henüz çekim aşamasındayken beklentim çok daha yüksekti filmden, fakat yapım sürecinde yaşadığı tüm sıkıntılardan sonra izlediğim hali hiç de hayal kırıklığına uğratmadı beni. Verbinski'nin dediği gibi, haber olarak izleyiciye yansısa da yansımasa da birçok stüdyo filmi yapım aşamasında önemli sıkıntılar yaşıyor, çekimler bir süre duruyor falan ama The Lone Ranger'ın ne kadar süredir gündemde olduğunu ve gayet açıktan yaşadığı sıkıntıları göz önüne alınca en son halinin bu kadar keyifli olması bile takdir edilesi bir şey bence.

Ciddiyeti içerisinde yer yer absürde kaçan gülmecesini gayet iyi dengede tutan, yıllardır alıştığımız beylik koyboy hikayelerinin yanından geçse de onlarla bir olmayan neredeyse 80 yaşındaki bir hikayeyi canlandıran önemli bir seyirlik The Lone Ranger. Muhtemelen bundan yıllar sonra birçok insan tekrar dönüp filme nasıl haksızlık ettiklerini anlayacak ve o zaman da olduğundan bile çok abartılacak The Lone Ranger. Tonto ve insanlarınu hiç anlayamıyor yani beyaz adam, hep geriye dönmesi gerekiyor; hep sonradan. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

10 Kasım 2013 Pazar

Ain't Them Bodies Saints

Amerikan kırsalında zamansızlıkla anlatılan bir suç hikayesi Ain't Them Bodies Saints. 1970'lerde geçiyor belki bu neo-western, ama aynı zamanda bildiğimiz westernlerin 1890'larında, aynı zamanda günümüzde geçiyor. Yani belirgin bir zamanda yaşasa da kahramanları öyle bir anlatıyor ki olanları, bizden dışarıda bir zamandan bahsediyor gibi. Parçalı anlattığı hikayesiyle eksiltili anlatımı bir suç öyküsü etrafında çevirmesi yaptığı her şeyi daha da değerlendiriyor. Çünkü suçun etrafında olanlar her zaman için çekici kılar bence o hikayeleri, yani arka planda bizim görmediklerimiz-göremediklerimizdir ana olayı değerli kılan. İşte Ain't Them Bodies Saints de o arka plana gidip anlatıyı değerli kılan eksiltili alanı tamamlıyor hikayesiyle. Bu sebeple belki karanlığı ve tekinsizliğiyle andırdığı Nick Cave'in suç/cinayet balladlarından ayrılıyor ama yakaladığı şiirsel atmosfer ve hikayesiyle Townes Van Zandt'in Waitin' Around to Die şarkısını hatırlatıyor bana, yani suç karşılığını öder mi bilmiyorum ama kendi içerisinde hep zengin olduğu bir gerçek.

Bir süredir beklediğim filmler mi bu sene şansıma hep beni mutlu etti, yoksa ben mi bu aralar alternatif bir gerçekliğe daha fazla ihtiyaç duyuyorum bilmiyorum, fakat son zamanlarda izlediğim ve etkileyiciliği sebebiyle tüm rastladığım olumsuzluklarını gözardı edebildiğim filmlerden birisi oldu Ain't Them Bodies Saints de. Ama yönetmen David Lowery'nin tarzıyla Terrence Malick'in erken ve son dönemlerinin bir harmanını andırdığı filminin aynı anda, filme doğrudan dahil olmadıkları halde, hem Cave'i hem de Van Zandt'i akla getirebiliyor olmasını düşünün; pastoral bir suç filminin değerini görebilmek için fazla bile değil mi? Daha önemlisi filmle alakasız bu kadar isim havada uçuşurken film kesinlikle bir çorba değil, yani kendi başına durabilecek kadar özgün. Hatta o balladlarda dinleyip okuyup izledikçe hep benim için daha ilgi çekici olmuş suç hikayelerinin, insanın tüm kendini kandırmaları ortaya çıktığı zaman bile hala içinde yaşamın özünü barındırabiliyor olduğunu anlatabilecek kadar da sıradan ama etkileyici.

poster mi? evet bence de; ışık, renkler ve tipografi.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

7 Kasım 2013 Perşembe

Frances Ha

Frances'i birkaç cümleyle anlatmaya kalksam içimde hep bir rahatsızlık olacak, eksiklik veya yanlışlıktan ziyade çok kof gelecek. İşte bu yüzden Frances Ha ismiyle bir film ortaya çıktı belki de. Kötü olan, Greta Gerwig'i bundan sonra başka bir rolde rahatlıkla izleyemeyeceğime eminim, çünkü uzun zamandır böylesine hayran kaldığım bir karakter filmi izlememiştim. Hızlı ritmi ve keskin kurgusuyla zaman zaman karışarak bile karakterinin iç dünyasını yansıtan bir film Frances Ha. Benzer şekilde filmin siyah-beyaz çekilmesi, saf sinema deneyimi yaşatması ve Baumbach'ın ifadesiyle anlık bir tarih, bulunduğumuz anın nostaljisini yaratması bir yana ritmiyle olan etkileşimiyle yolları yine Frances'e, yani şimdiye kadar hep arkada duran bir karaktere çıkarıyor. Uzun zamandır hikayenin kendisi haricinde teknik detaylarla anlatıya bu kadar etki eden bir film de izlememiştim sanırım, yoksa bir film karakterine aşık olabilmem genelde film üzerine gevezeliğimi ortaya çıkarmaktan öte direkt susturur beni. Mesela uzun bir süre Baumbach ve Gerwig'in söyleşilerinden uzak duracağım, zira bu doksan dakikada izlediğim her şeyin çok uzakta bir yerde bir sette yapay geçen zamanın düzenlenmiş hali olduğunu düşünmek istemiyorum.

Hata gibi gözüken şeyleri seven ve aslında bir çocukluk anısıyla arkadaş olan bir karakter değil yalnızca filmi böylesine büyüleyici yapabilen, anlatımındaki zariflik. Ya da her zaman için çeşitli itici/alışılmış isimlerle adlandırılmış belli tavır ve anların karakterize olduğu zamanları uygunsuz vedalaşmalarla anlatabiliyor olması. Bu sayede içinde bulunulan zamana duyulan özlemi anlatırken kendi kendine büyüyebiliyor film de. Yani ben kişisel sebeplerle tamamen Frances ve onun bakışına, tuttuğu yere odaklanıyorum ama bunu sağlayan zaten onun etrafında oluşmuş olan diğer ögeler, dolayısıyla karakterden bahsetmek; onun hayal kırıklığıyla sarhoş olup aradığı şeyi anlatışından bahsetmek filme ismini vermiş olmasının da göstergesi olacağı şekilde filmden bahsetmek oluyor. Zaten Frances Ha üzerine kuracağım her cümle de kendinin farkında bile olmadan Frances'e hayranlık cümlelerine dönecek, aksi elimde değil.  

Zamanımızın filmi mi, onu bilemiyorum, ama eminim ki benim zamanımın filmi Frances Ha.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

6 Kasım 2013 Çarşamba

The Puffy Chair

Mumblecore diye isimlendirilen çok düşük bütçeli Amerikan bağımsızlarından birisi The Puffy Chair. Film Josh'un mor bir pofuduk koltuğu babasına doğumgünü hediyesi olarak almak için sevgilisi ve erkek kardeşiyle beraber çıktığı yolculuğu anlatıyor. Ama filmin başrolünde Josh ile Emily arasındaki ilişki ve filme ismini vererek film içindeki görünmez baskınlığını açığa vurmuş olan pofuduk mor koltuk var. Hayır, konu onların etrafında dönmüyor, onlar bayağı başroldeler. Konu ana karakterler etrafında dönüyor, ya da ana karakterler kendi etrafında dönüyor da olabilir. Yani insan ilişkilerinin doğasına dair bir hikaye anlatmak isterken bir ilişkiyi başrole oturtmak elbette başta umut vaadediyor fakat günlük yaşamımızın gayet yakınından geçen kesitlerden 90 dakikalık bir kolaj yapmak, bu fikri parlak bir filme çevirmeye yeterli olmuyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Kasım 2013 Salı

Cronenberg'den Sevgilerle: İtinayla Put Kırılır



David Cronenberg kendi çalışmaları üzerine olan serginin açılışında Toronto Star ile yaptığı söyleşide sinemanın putlarından Stanley Kubrick hakkında tepki çeken şeyler söylemiş. Kubrick'in teknik olarak ustalığına, filmi çekerkenki titizliğine diyecek elbette bir şey yok. Yani Ridley Scott'ın efsanevi filmi Blade Runner'ın final sekansı konusunda sıkıntı yaşadığında, "nasıl olsa Kubrick'te ekstra çekimler vardır" diye ona giderek The Shining'in açılış sekansından artan sahneleri alıp kullanmasını sağlayacak kadar titizce çok çekim yapan bir yönetmen Kubrick. Fakat kendisinin abartılıp bir puta çevrildiği de gerçek, en azından Cronenberg'in hiç de saldırgan olmayan kendi fikirlerini söylemesi üzerine gelen tepkilere, hatta kendisinin cümleleri haber olarak verilirken kullanılan ifadelere bile bakılırsa rahatlıkla görülecek bir şey bu. Yani Kubrick'in önemli bir yönetmen olduğunu reddeden yok, ama Kubrick'i herkes sevmek zorunda değil, ve filmleri de üzerine söz söylenemez dokunulmaz eserler değil. Zaten hayranı olduğum Cronenberg'e "Kubrick yaaa"-sinemaseverlerini kaşıması ve söyledikleri sebebiyle bir kez daha sevgilerimi iletiyorum.   

  • "Kubrick'in olduğu ve olabileceğinden çok daha samimi ve kişisel bir film yaratıcısı olduğumu düşünüyorum ve işte bu yüzden The Shining'in harika bir film olduğunu düşünmüyorum. Bence türü (korku türünü) anlamamış ve ne yapıyor olduğunun farkında olduğundan da şüpheliyim. Kitapta bazı çarpıcı imajlar vardı ve bunu farketmişti, ama onları gerçekten hissedebildiğini zannetmiyorum.Garip biçimde, her ne kadar kendisi yüksek seviye bir sinematik sanatçı gibi görülerek yüceltilse de, bence o daha çok ticari kafalı birisiydi ve göze çarpıp rahatça finanse ettirebileceği işlerin peşindeydi. Bence buna fazlasıyla takıntılıydı, bir noktaya kadar ben öyle değilim. Bergman veya Fellini de değildi."  

Söyleşinin orijinaline göz atmak isteyenleri şöyle alayım.

3 Kasım 2013 Pazar

The East

The East'ten çok, yönetmen Zal Batmanglij ile beraber senaryoyu yazıp aynı zamanda başrolde de oynayan Brit Marling'ten bahsedesesim geliyor benim. Bir çeşit kısa bir Brit Marling biyografisi olacak aslında ama The East'in kendi yaşamının bir nevi farklı yorumu olarak perdeye yansımış olması sebebiyle hayran olunası Marling'e dair birkaç cümle kurmak gerekiyor sanki.

Another Earth'ü izlediğimde film çok hoşuma gitmiş ve Marling'in o zamanlarki erkek arkadaşı ve filmin yönetmeni Mike Cahill ile beraber senaryoyu da yazmış olduğunu öğrendiğimde kendisi doğrudan izleme listeme girmişti. Sonrasında Community'de Britta karakterinin (bir başka güzellik Gillian Jacobs) tam anlamıyla bir dengesizliğe oturtulduğu en güzel bölümlerden birinde Britta'nın arkadaşı olarak gördüğümde iyice heyecanlanmıştım Marling'in yeni filmleri için. Another Earth ile aynı dönemde diğer ev arkadaşı Zal Batmanglij ile yazdıkları ve çektikleri Sound of My Voice'u uzun süre izleme fırsatı bulamadığım için ancak daha sonra izlemiş ve artık emin olmuştum: gerçekten kendi istediği gibi filmler karşısına çıkmadığı sürece yine yazmaya ve filmi arkadaşlarıyla çekmeye devam edecekti. Nitekim Redford gibi bir efsanenin dikkatini çekip The Company You Keep'de ve son yılların önemli konularına dokunan en izlenesi dramalarından olsa dahi çok gözardı edildiğini düşündüğüm Arbitrage'de oynadıktan sonra Zal Batmanglij ile bir diğer ortak filmi The East ile geldi. Kendisi ekonomi mezunu olduktan sonra Goldman Sachs'ın iş teklifini redderek, hepimiz gibi kendisine de empoze edilen mutluluk ve başarının tanımlarını bir nevi yeniden sorgulamaya koyulmuş diyebiliriz Marling için, bir yıllık Küba tatilinden sonra Los Angeles'a dönmüş ve sinemayla uğraşmak isterken hep dandik korku filmi teklifleri alınca da iki arkadaşıyla benim şimdi bu cümleleri kurmama neden olan kendi filmlerini yaratmaya koyulmuşlar. İşte 2009 civarlarında Batmanglij ile bir süre deneyimledikleri freeganism'in etkilerinden geliyor The East de. Fakat sanki o süreçte içlerinde bulundukları gruplar ve onların üzerlerinde bıraktıkları etkiler kadar, Marling'in birçok insanın yaşama sebebi olan bir işi redderip kendi yaşamını kendi kurmasının bir yansıması da oluyor The East. Filmden bahsederken Batmanglij ile beraber yazdığı hikayeden çok kendisini ön plana çıkartıp filmi bu şekilde görüyor olmam belki yaptıkları işe haksızlık gibi görülebilir, ama The East'i 5 dakika daha erken bitirmeyip stüdyo filmlerinde filmin içeriğine olan müdahaleleri andıran o son bölümde içine girdikleri saflığa saysınlar artık. Zaten Ellen Page'in oynadığı bir filmde ona dair hiçbir şey söylemeden kendilerinden bahsediyorsam gerçekten bir sebebi vardır.



Marling'in bundan önceki filmlerinde de en çok dikkatimi çeken ve hoşuma giden şey, ne kadar gün içerisinde sürekli önümüzde durmayan, yani ana akımdan uzak gerçekliği kendilerine konu edinseler dahi filmde günlük yaşamı, karakterlerin yaşamı algılayışlarını hep bir şekilde film içerisinde keşfetmeye çalışışları. Bence hikayelerini etkileyici kılan en önemli şey de bu. Çünkü günlük rutin içerisinde izlenen bir filmin o günlük rutinden hep bir kaçış veya o rutini doğrulayış olarak karşımızda yer almasındansa o gelgitli rutin içerisindeki rahatsızlığı yansıtması kendisini daha da farklı bir gerçeklik zeminine oturtuyor. The East'in de eko-anarşist The East grubu ve oradaki gizli görevinde kendini sorgulamaya başlayan bir ajanın bildiğimiz hikayesinden farklı bir şey yapabiliyor olmasının nedeni işte bu. Zira tekrar ve tekrar düşünülmesi gereken şeyler geldikleri gibi kabul edilmek ve bir kenara bırakılmak için yoklar.

Bir de not olsun; 1 yıl 2,5 ay önce Los Angeles'da köprüden atlayarak çekip giden sevgili Tony Scott'ın prodüktörlük yaptığı son filmlerden de biriydi The East.

sevgi, saygı o tarz bilumum duygularla:;,

2 Kasım 2013 Cumartesi

Sen Aydınlatırsın Geceyi

(Son birkaç gündür oldukça sık duyuldu Başka Sinema projesi. Bırakalım vizyona girme imkanı bulamayan filmleri ya da sinemaseverlerin belli filmlere ulaşmada yaşadığı sıkıntıları, hiçbir problem olmadığı zaman dahi ilgi çekici olacak önemli bir proje kendisi, orası kesin. 1 kasım itibariyle de gösterimler başladı, umarım öngördüklerinden çok daha başarılı olur bu proje ve uzun süre devam eder.)

Silikleşebilen, hatta maçta bile çizginin dışında, yan hakem olan birisi Cemal. Sıkıntılı demek doğru değil, sonuçta kim değil ki? Ama farkı herhalde, Cemal uğraşıyor. Kaşıyor kendisini sürekli. Nereden baktığına göre değişir belki ama, kayıp olan aslında Yasemin. O sayede dokunmasına gerek kalmıyor nesneleri hareket ettirmek için. Ya da asıl sıkışmış olan Defne. O sayede zamanı dondurabiliyor. Herkesin var kendince bir özel gücü ama farkında mısınız; kadınlar hep kayboluyor? Çünkü erkeklerin dünyası malesef, ama bazı erkek karakterlerin romantizmiyle güzellerken daha da belirginleşiyor soru; sahi kadınlar nerede o yaşamlarda?


Onur Ünlü artık imzası haline gelmiş şekilde fantastik dozlu bir hikaye anlatıyor. Bir Anadolu kasabasında, veya aslında bizim dünyamızda sıkışıp kalmış ama memnun, ama şaşkın, ama bıkkın karakterlerle kuruyor öyküsünü. Aslında çok basit her şey; O olursa tamam, dozuna geliyor bir süre sonra hikaye, ama aslında çok da karmaşık her şey. Çünkü evet, "biz şimdi varız ama ya yoksak?" Peki biz ölümlüler ne kadar karıştıracağız bu olan biteni? Bilmiyorum; söylediklerim filmi izlemeyene ne kadar anlam ifade ediyor, hatta perde kararır da filmin ismi son kez perdeye yansır yansımaz salondan koşarak kaçan izleyenlere? Fakat biliyorum, bazen başkasına anlam ifade etmesi çok da gerekmiyor. Sen Aydınlatırsın Geceyi de öylesine güzel stilize edilmiş bir film. Renkleriyle, ses kullanımıyla, hikayesiyle, görüntü yönetmenliğiyle, şuyuyla bunuyla. Yani baştan sona, ben şimdi sadece uzun mu uzun bir günün ardından aklıma ilk gelenleri sayıyorum. Çünkü Orhan Gencebay kadar hesaplı olmayalım diye.   


Bir türlü o son noktaya ulaşamamış, hatta bazen hiçbir yere ulaşacak takati kalmamış birkaç filmden sonra sadece kendisinin değil, yerli sinemanın da unutulmayacak filmlerinden birini yaratmış Onur Ünlü. İlk anından sonuna kadar hayranlıkla izlediğim Sen Aydınlatırsın Geceyi, doğru düzgün kayıp bile olamayan insanların hikayesi; çünkü ya oradasındır ya da oradasındır; önemli olan orasını nasıl tanımladığın, veya orasının en başta olup olmadığıdır. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses