22 Temmuz 2017 Cumartesi

Dunkirk


Honest Trailers serisi içerisinde Memento'nun *dürüst fragman*ında Nolan, "Michael Bay'in hayatında bir kitap okumuşlar için olanı" diye tanımlanıyor. Her ne kadar biraz fazla ağır olsa da, ilk duyduğum günden beri eğlenerek katıldığım bir değerlendirme bu. Zira Nolan'ın filmleri kadar, fazla heyecanlı hayran kitlesi de kendi konumunu belirleyen şeylerden birisi ki bu sebeple, yeni filmine dair herhangi birisi olarak herhangi bir not düşerken kendisine nereden baktığımı belirterek başlama gereği duyuyorum. Kendisinin neredeyse her filmi kendi başına bir popüler kültür olayına dönüşürken bugün salona girmeden önce hangi filmini "en çok" sevdiğimi, hangisini dönüp dönüp izleyebileceğimi düşündüm ve fark ettiğim Nolan'ın yönetmen olarak standart bir deneyim sunduğuydu. Yani elbette birini diğerine tercih edeceğim filmleri var ama genel itibariyle herhangi bir filmi aklıma geldiğinde durduk yerde gülümsemiyorum; çünkü hepsi ortalama üstü bir *kaçamak sineması* -nasıl ama escapist sinema için?- deneyimi sunan teknik açıdan kendini kanıtlamış bir yönetmenin ürünleri. Yani çoğunlukla sürükleyici ve genel olarak kofti bir entelektüellikle süslenmiş anlatılar sunuyor. Ama nihayetinde yeni filmi vizyona girdiği gün Night on Earth de -garip biçimde- vizyona girmiş olmasına rağmen, çok sevdiğim bir filmi sinemada izleme imkanını erteleyip önceliği kendisine veriyor muyum? Evet. E o zaman niye konuşuyorum? Çünkü birazdan çok klişe bir kalıp kullanabilirim Nolan'ın bu filmde yaptığı şeyi tanımlarken, ve bunun, sözcüğün cılkı çıkartılarak yanlış biçimde kullanımından ileri gelmediğini söyleyerek en azından içimi rahat ettirmeliyim. Bir de sonuçta Nolan'ın böylesi finansmanları sağlayıp bu prodüksiyonlarla gelebiliyor olmasının temel sebebi çektiği filmlerin "çok iyi" olması değil, kar etmesi/ettirmesi durumu. Yani kutsayan kitleyle sürüp giden bir gerçeklik olduğu kadar o kutsamanın nasıl geldiği gibi sorularla dönüp dolaşan, önü başı karışan bir tartışma bu ve Nolan'ın bugünün sinema dünyasında bu derece etkili oluşu konusunda yeni bir şey söylenemeyecek hale gelene kadar tekrarlanması gerekiyor bence bu tartışmanın. 

New Yorker'ın Richard Brody'si, Nolan görsellerine o kadar güvenseydi alta Zimmer'ın o müziklerini ve koltuk zangırdatan bassları böyle dayar mıydı diye soruyor haklı biçimde. Film boyu benim de dikkatimi çeken şey; popüler sinemaya göre karakterlerin hayli sessiz kaldığı, ve izleyicinin anın doğrudan bir parçası yapılmaya çalışılmış bir film için haddinden fazla olarak görselden çok müzikle filmin parçası olduğumdu. Bu, elbette illa olumsuz bir özellik kabul edilmek durumunda değil, zira film hedeflediği şeyi başarıyor. Özel olmamakla beraber akıllı bir kurguyla farklı zaman dilimlerine aynı anda, sıra gözetmeden odaklanıyor Dunkirk. Seyirciyi koreografik sahnelerin içerisine mümkün olduğunca çekme başarısı basit bir "orada olma" deneyimi sunmanın ötesinde, zira bugüne kadar birçok savaş filminin cepheye vahşetle girerken hep ıskaladığı şeyi başarıyor film: savaşı hissettirmek. Düşmanı, "düşman" olarak bırakarak, Churchill'ı konuşturmayıp onun "ilham vericiliği" ve halkın "kahramanlık" algısıyla gerçekliğin çelişkisine odaklanarak, melodramaya çok yatkın mevzusunda duygulanımın cılkını çıkarmadan ve kamerasının kamera olduğunu hissettirmeden kotarıyor bunu. Kameranın kullanımındaki bu ince çizgiyi yakalamak -yani ne bir Fincher filmindeki gibi hareketiyle varlığını konuşturan bir kamera karakteri ne de seyirciyi sanki orada bir karaktermiş gibi hissettirmek adına kamerayla özdeşleştirme hali- ne kadar Nolan'ın ne kadar Hoyte Van Hoytema'nın etkisiyle bilemiyorum -tıpkı kurguda ve müzikte olduğu gibi- fakat hayli başarılı olduğu gerçek. 

Filmografisinde genel biçimde çelişkilere odaklanma durumu olsa da Nolan'ın, daha önce filmleri sanki fark edilme telaşı varmış gibi fazla bağırıyor, lüzumsuzca gürültü çıkarıyordu. Mesela genellikle "karmaşık" olduğu iddia edilen senaryoları "zorlayıcı" olmaktan ziyade bu hissi veriyordu bana: *buradayım, beni görün* Oysa Dunkirk, "katharsis müziği" diye isimlendirebileceğimiz film müziğinin -ya da score'un- devreye girişinden itibaren biraz yalpalasa, en azından bu bölümlerle beni rahatsız etse de savaş deyince akla gelen umarsızlığın, gerçekle bağdaşmayan nutukların, insan ve grup olma halinin net biçimde yansıdığı boğucu bir film. "Anlatının politikası hoşuma gitmese diğer Nolan filmlerinin ötesinde över miydim" sorusu, Dunkirk'e bir film olarak bakış açımı değiştirebilirdi, ama bu politikayla beraber gelen yaratıcı tercihleriyle, tekniği üzerinde yükseliyor Dunkirk. Tam da bu yüzden, Bilge Ebiri'nin söylediği gibi; Dunkirk, Nolan'ın yapmak için doğduğu film, yani *standart* gördüğüm filmografisi içerisinde ben kişisel favorimi buldum.  

önceki film denemesinde ne abartmışım riley keough övgüsünü yalnız, şimdi fark ettim. ama bir dunkirk posteri abartması -"bugünü şekillendiren olay"- kadar mı? mümkün değil!
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Lovesong


Çoğunlukla sabit olmayan ve alışılmış estetik algısını fazla kaşımayan kadrajlar kovalayan bir kamera ile görece uzun planlar; Lovesong'un anları yakalama becerisinin kamera arkasında nerede yattığını düşünürken akla ilk gelen yaratıcı tercihler bunlar. İronik biçimde, bazen formüllü gişe sinemasından daha formüllü diye sövdüğüm filmlerin önemli çoğunluğu için kullanılabilecek tanımlayıcılar da aslında onlar. Peki Keough ve Malone'u bir arada izleyecek olduğum için heyecanlandığım gerçeğini inkar etmeden doğrudan soracak olursam; Lovesong'un etkileyiciliği sadece orada mı yatıyor, yoksa bu tanımlayıcılara uyarken farklı yaptığı başka şeyler mi var? Belki basit ve muğlak kalabilecek bir çıkış yolu, fakat Lovesong'u günün içine asıl sokan, anlatıyı süslü zaman veya mekanlara -yani bildiklerimizin dışında nitelenecek bir dünyaya- götürmeyen temel sebep kameranın kullanılışından çok filmin bütününde hissedilen samimiyeti. Zira ne anlatım biçiminde ne de anlatının bizatihi kendisinde pek şaşırtıcı bir şey yapıyor So Yong Kim, ama kendi derdi içerisinde olan biten her şeyin farkında ve hem kendisini hem izleyicisini hırpalamıyor. Böylece adeta "pazarlanmayı" reddeden bir film çıkıyor ortaya; haliyle samimiyet mevzusu da buradan geliyor. 

Bir ilişkiyi, -David Mamet'in deyişiyle- asıl ustalık olan mümkün olduğunca az şey söyleyerek ve anlatıyı apaçık etmeden yakalıyor Lovesong. Bu sayede kendi meselesine ortak etmeye çalışmadan da izleyiciyi dahil etmeyi başarıyor filme. Bir anlamda şikayet etmeden dertleşiyor -ki bilirsiniz, zordur bunu bulabilmek. Kameranın yakaladığı bakışlarla, bir anda rastgele araya giren esprilerin yabancılığında, istemsizce zorlama veya içten gözüken hareketlerde kuruyor Kim anlatısını; ve tam da akşam çökerken, sakin bir yerde, her şeye biraz benzeyen bir melodiye eşlik eden haddinden fazla anlamlı gelen sözlerin sessizliği bozmadığı o hissi yakalıyor. 

Malone, bu sene oynadığı bir başka film olan Bottom of the World'de de Lovesong'dakine benzer biçimde "şimdiye kadar yaptığın en kötü şey ne?" sorusunu cevaplıyordu. Orada filmin oturmamış dünyasında dahi öylesi bir soru ve cevap sırıtırken burada nasıl anlatının fazlalık diye bir şeyi olmadığının göstergesi oluyor birbirini hatırlatan bu iki diyalogun kullanımı arasındaki fark. Bu da Lovesong için en önemli gösterge sanırım.

keough ve malone'u bir arada izlemek ne kadar keyifliyse benim için, böyle bir filmde izlemek o keyfi daha da bir katlıyor. fakat söyleyeceğim asıl şey, sima olarak tanıdık gelmesine rağmen, american honey'de keough'yu kadrodaki profesyonel olmayan oyunculardan sanmıştım ciddi ciddi. bu sene iyi-ki-de-emekli-olamayan-soderbergh'in yeni işi logan lucky'yle beraber 2017'in en merak ettiğim işlerinden olan it comes at night haricinde öyle filmlerle de geliyor ki kendisi; trier ve levinson gibi ustalar haricinde, jeremy saulnier ve david robert mitchell gibi heyecan verici yönetmenlerin yeni işlerinde çalışacak olması o filmleri daha da bekler hale getiriyor beni. sanırım brit marling ve rooney mara'dan sonra şahsımın yeni bir takıntısı oldu.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses