Gözden düşmüş bir aktörün var diye bildiği dünya uğruna çırpınışları, senaryoya eşlik eden veya onunla tamamlanan bir araç olarak değil başlı başına bir gerçeklik olarak ele alınmış sinemanın formuna kavuşuyor Birdman'in süresince. Emmanuel Lubezki'nin kameranın uçtuğuna inandıracak gözü, yeteneği; Antonio Sanchez'in modu belirleyen davul soloları ve Stephen Mirrione ile Douglas Crise'ın aldatmadan da estetik çıtayı yukarıya çekebilmiş kurgu odası becerisiyle başladığı andan finale kadar bir kez bile dramatik bir dalgalanma içerisine girmeyerek Alejandro González Iñárritu'nun başyapıtına dönüşüyor Birdman.
Arriaga ile kesişen hikayeler furyasında işin cılkını çıkaran isimlerden birine dönüşen Iñárritu'yu anlık reaksiyonlarla Biutiful sonrasında dahi sevmiş, ama ne zaman filmlerine tekrar yolculuk yapmaya kalksam zamanın etkisiyle sakinleşmiş kafa sayesinde kendisini geride, eskimiş sinema zevkimde bırakmış ve artık kendisine beklenti yüklememeye karar vermiştim. Hatta ilk anda üzerine zorlama övgüler bıraktığım Biutiful benim için Iñárritu'yu sevmeme sebebi olarak gösterilecek bir sembol haline bile dönüşmüştü, bu sebeple Birdman'e ilk andan beri engel olamadığım bir heyecanın yanısıra tereddütle yaklaşmış oluşum anlaşılabilir. Fakat öylesine olgun bir kamera arkası var ki Birdman'in, perdeye yansıyan hikaye istediği kadar dalgalansın, onu dengelemeyi ve taşımayı kolektif biçimde başarıyor.
Geriden kalanın fazlasıyla öznel olduğu ortada, dolayısıyla ona atfen beliren her hissin ya da fikrin farklı habitatlarda yaşayabilmesi mümkün belki Riggan örneğinde de görüldüğü üzere, ama bunu somutlaştırabilmenin gerektirdiği çaba var olmayanın mistifikasyonunu ekseriyetle daha göze hoş kılıyor. Alacalaşan renklerin gün içerisinde kendine yer bulamıyor oluşunu aklından ayırmaz gibi kaybolmak için doğal bir gayretle zamanını sarf eden Riggan'ın geçmişiyle değil, ağzını sildiği o tek bir parça tuvalet kağıdı üzerindeki sembolik var oluş ile asıl derdi; ve Birdman bu yüzden her kamerayı uçuruşunda o kadar yere bastığını güçlüce hissettirmeye başlıyor. Tedirginliğin doğal bir hal olduğunu kabullenerek umursamazlığı çıkış olarak görmek, tarihin içerisinde belirdikçe görmezden gelinen çelişkilerdenmişcesine yapışıyor hem Riggan'ın hem de onun üzerinden izleyicinin yakasına. Buradaki problem şu ki, tüm manik depresif tavrına rağmen o koltuk ucunda oturmayı rutin akışı içerisinde aksettirmeyi başaramıyor Birdman ve sırf bu sebeple lezizliğini bir kenara bıraktırıp masaya tuz istettiriyor. Ama bu ufak, veya ufakmış gibi görülebilecek problem arkasındaki tüm estetik beceri üzerinde yine yükseliyor, çünkü her hayati anda elin kolun nerede olduğunu unutturarak rutin içerisinde belki de tedirginliğin hissedilmeden var oluşunun, günleri kontrol etme kabiliyetinin tamamen kifayetsiz olduğunun göz ardı edilmesinden kaynaklandığını düşündürüyor hatası ile.
Birdman, sinema üzerine, insanın yaratısı üzerine, filmi kendisine sadece format edinmeyip kendisini gerektiğince önemseyen, tek bir planmış gibi görünmeyi arzulayan kurgusuyla manik depresifliğini çekinmeden günlük kargaşaya yoran bir masal; ötesinde ne söylenirse Riggan uçarken müziği kesmekten öteye gitmeyecektir, sürdükçe ona eşlik etmeli işte tam da bu yüzden.
michael keaton'ı ve emma stone'u izlemenin denk keyifler sunacağını nereden bilebilirdik ki?
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
0 tepki:
Yorum Gönder