12 Ocak 2014 Pazar
Enough Said
Bazı ufak anlar, pürüzler ya da koca toslamalar oluyor belki ama bir şekilde yalnız kalınıyor. Tercih etmekle ifade edilemeyecek, kendiliğinden öyle gelişen şeyler var sanki insan yaşamında; hani hoş bir kalıp değil belki ama ne kadar çirkin/uygunsuz/dayanılamaz gibi niteliklere sahip olabilse de bazı şeylerin öyle olması gerekiyor. Her bireye kendisi sebebiyle biricik gelse de aslında böyle alelade süreçlerle çeşitli sorular birey için kendiliğinden cevaplanıyor sanırım. Belki bu sebeple yaşamını devam ettirme dürtüsünü sürekli beslemek zorunda kalmayan insanlar daha fazla bunun içine düşüyor ve bu sıradanlık içerisindeki günü göz ardı ediyor. Çünkü sürekli bir sorun olması gerekiyor gibi, her sorun ya da kafaya-takılacak-herhangi-bir-şey ile beraber gerçeklik diye kendi üzerimize koyduğumuz şeye daha fazla yaklaşıyoruz, yani belki de devam ettiren çözülme değil ama mütemadiyen aksayarak örülen bir irinti birikintisidir; ta ki olağan akışta yenilenlerle geriye bir şey kalmayana dek. Oysa kurulanlara dahil olmakla ısrarla harici kalmak çok da farklı değil, zira herkesin kendi gerçekliğine ihtiyacı var ve saatler her şehirde aynı değil. Galiba bu sebeple bir yakınımmış gibi hissederek daha önce tanıdığım birkaç insan için olmadığı/mümkün-olmadığı kadar içime oturdu Gandolfini'nin gidişi, çünkü odamda kendimi herhangi bir diziye verdiğim yazları sabaha kadar süren maratonlarla tanıştım ben James Gandolfini'yle, ve bir arada olmamanın, onun ötesinde dokunabildiğimiz bir gerçekliğe sahip olmamanın verdiği hislerle öyle ya da böyle sohbet ettim. İşte o yüzden, bu sefer çok farklı bir karakterle kendisini son uzun metrajlarından birinde izlerken tuhaf oldum. Toni Collette ve Catherine Keener gibi çok yetenekli oyuncuların katkısıyla olsa da filmi abartısız performansıyla özel bir yere taşıyan Julia Louis-Dreyfus'un Gandolfini'yi doya doya bir kez daha, önceden olmadığı bir haliyle izlemek isteyen benim için şovu çalması gibi hem filmden bahsedip hem Gandolfini'yi arada bir kez daha anmak isterken olayı kendime döndürmek istemem ama, şimdiye kadar anladığım kadarıyla benim de gerçekliğim bu sanırım; hem insanın Greenwich'i var mı ki?
Filmin ismi bir süre kafamda takılmıştı izlemeden önce, çünkü istemsizce bir beklentiye sürüklüyordu beni hikayeye dair. Ama şimdi, izledikten sonra farkettim; hem yanılmışım hem de çok yakışmış filme ismi. İnsan kendi kendine bir anda yavaş çekime geçmiş de rahatsızlık veren o bazı anlar mümkün olamayacağı kadar problemlere dönüşmüş, sonra bir şekilde insanların telaffuz edemediği kelimeler gibi son bulmuş hissi var filmin ve "Başka Söze Gerek Yok" diye şaşırtıcı biçimde isabetli çevrilen ismi "Enough Said", hikayesine çok güzel eşlik ediyor. Kılçıksız çekimler senaryonun akışını kolaylaştırıyor, oyunculuk performanslarını öne çıkartıyor ve filme yeterli sıradanlık hissini veriyor ki bu hikaye için ayrı bir önem taşıyor bu. Eva'nın rutinine dair fikir veren açılış sekansı Albert'in o yaşamdaki anlamını da yerinde bir oktavla vurguluyor; yani yalnızlık ve bıkkınlık, üzerine çift yönlü olarak çok söylenen demirbaş yaşam parçaları belki ama bir noktada kendinden başka bir ritmin endişe ve heyecanına hastalıklı bir ihtiyaç duyuluyor.
Enough Said, iddiasızlığı sayesinde tekil dahi olsa sohbet açabilme potansiyeline sahip, abartıya kaçmayan ve böylece taze gözükebilen; tıpkı soğuğu hissedip üşürken bir anda giyilen hırka ya da uyumak için girilen yatak gibi; kısa ama etkili bir anın hissine sahip bir film. Haftaiçi-ertesi-güne-isteksiz-ama-katlanılabilir-başlatır-haftasonunu-tatlılaştırırgiller'den.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
Etiketler:
Filmlere Yamuk Bakış
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 tepki:
Yorum Gönder