Gerçek olaylardan uyarlama filmler furyasının bir diğer üyesi Foxcatcher, o gerçek hikayesinden ziyade filmografisi gerçek karakterler üzerine kurulmuş Bennett Miller sebebiyle ilgi çekiciydi benim için. Zira en nazik ifadeyle eksantrik bir multimilyoner ile altın madalya için çalışan bir güreşçinin hikayesi fizikalitenin ötesine gidebilecek derinlikli bir spor filmi sunacakmış gibi çınlamıyor şahsıma, fakat Miller ismi dahil olunca yalnızca ve yalnızca Moneyball sebebiyle merakım ve beklentim farklı bir boyuta taşınıyor. Beyzbola hep merak duymuş ama hiçbir zaman gerçek anlamıyla kurallarını, dolayısıyla da sporun inceliklerini öğrenememiş birisi olarak beyzbol üzerine bir filmin en sevdiğim spor temalı filmlerden birisi olmasını yeterli bir sebep olarak görüyorum yani Foxcatcher'a dair beklentilerimi kurmak için.
Miller'ın tarzına ters düşmeyen bir tempo ve kasvetle ilerliyor Foxcatcher'ın hikayesi. Şımarık zengin çocuğu tabirine uygun düşmenin yaşı olmadığını adeta simgeleştiren John du Pont ile genç yaşına rağmen son 5 yıllık süreçte isminden ayrıca bahsettirmeyi başarmış olan filmin yapımcılarından Megan Ellison arasında beliren kontrast hikayenin değeri anlamında odaklanmak istediğim yerden ister istemez uzaklaştırıyor beni. Ve kurgusallık payını olayların kronolojik çizgisini bozma yönünde dramatik farklar yaratacak biçimde kullanan film anlattığı hikayeye kendiliğinden bir değer veremedikçe de aksamadan işleyen bir saat mekanizmasını izlemeye dönüyor Foxcatcher deneyimi: hayran bırakan bir kamera arkası ve önü ama her anlam yüklemenin biraz iğreti durduğu boyutta beslenmiş bir hikaye.
Orijin hikayenin doğal olarak içerdiği boşluk hissinin perdeye de yansıması ve bu sayede Miller'ın bir kez daha herhangi bir sporun neden sevildiğini, neden takip edildiğini göstermeyi başarmış olması kısa bir soru cevapla geçmenin pek mümkün olmadığı spor izleyiciliği konusu sebebiyle değerli bulduğum bir şey. İki durumdan da çok ötede ve hatta onlarla ilişkisiz bir şey olsa da yaşam, kazanmak ve kaybetmek cenderesine sıkıştığı sürece bunu ham biçimde sunan sporların delicesine takibi de doğal bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Elbette neden a sporu değil de b diye bir soru burada devreye girebilir ve ben de onu şans faktörüyle geçiştirmeye çalışabilirim, ama nihayetinde Foxcatcher için şu bir gerçek ki; kurumlar, yerleşmiş yapılar bir noktada insana değer katan şeye dönüşüyor ve herhangi bir ekonomik boyuta dönmeye gerek kalmadan insan ufak bir dişli olarak beliriyor bu yapılar arasında. Çünkü altın madalya hikayenin temelini oluştururken Shultz kardeşlerin varlığı du Pont için sadece bir araç oluyor olimpiyatlar sebebiyle, yani ulaşılmaya çalışılan şey "gerçeklik": mümkün olduğunca fazla insan tarafından kabul edilebilme arzusu. Foxcatcher'ın problemi bu cümlesini düzgünce kurarken oraya gelene kadar lafı fazla dolandırması.
Steve Carrell 2011'de The Office'ten sinema kariyeri için ayrıldığında kendisine kızamamış olsam da ondan sonra dizi bir daha eski haline kavuşamayınca ve o süreçte Carrell sempatik iki film çekmiş olmasına rağmen o güne kadarki film kariyerini daha "yukarıya" çıkartabilecek bir film göremeyince kendisine çok sövmüştüm. Foxcatcher ile belki yine "o" filmde oynamadı ama alışılmış bir Steve Carrell karakterinin güvenli alanının çok dışına çıkarak "sinema kariyeri" ile kastetmiş olduğu şeyi bir ölçüde başardı sanıyorum ki Carrell. Filmi izlerken makyajını abartılı bulmuş olsam da gerçek du Pont'un birkaç röportajını izledikten sonra o tuhaflığı yakalamayı tam anlamıyla başarmış olduğu daha belirgin biçimde görülüyor.
Foxcatcher, sıkıcı denilebilecek bir hikayeyi soğuk hikaye anlatıcılığıyla izlenir kılmayı başaran bir film. Ama analojideki saat mekanizması ne kadar ilgi çekici olabilirse olsun sonuçta bir saat mekanizması ve bir noktadan sonra aksamadan işleyen mekanikliğin ötesinde bir şey de arıyor insan.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
0 tepki:
Yorum Gönder