6 Ocak 2016 Çarşamba

Sicario


Michael Moore'un 2009 yapımı belgeseli Capitalism: A Love Story'nin sonunda "her şey aslında elinizde, çünkü size oyunuz için gelmek zorundalar" minvalinde bir bakış açısı *umut* olarak sunulur izleyiciye. Bu sırada arka plandaki görüntülerse döneme uygun biçimde Obama'nın 2008 seçim kampanyasıdır: Birleşik Devletler'in yakın dönemde gördüğü en geniş ve en etkili taban hareketi diye nitelemenin yanlış olmayacağı o kampanya. Guantanamo'yu kapatma ve Orta Doğu'da Birleşik Devletler'in askeri dahiliyetini bitirme vaatleriyle gelen, tüm kampanyası "umut ve değişim" teması etrafında kurulan Obama döneminde insansız hava araçlarının öne çıkan askeri müdahale yöntemine dönüşmesiyle her 10 saldırıdan 9'unda siviller, yani hedeflenmeyen kişiler öldürüldü. Tabii işin "hedeflenen kişi" boyutu da ayrı bir mevzu. Burada elbette Obama'nın iki başkanlık dönemini ve bu süreçteki politikalarını tartışmak mümkün değil, zira bu tartışmaya yönlendirme gücü olsa da Sicario'nun, şu noktada yalnızca değinilip başka bir derinlik seviyesine bırakılması gereken bir konu olduğu da ortada.     


Sicario, bir FBI ajanının Meksika'daki uyuşturucu karteline karşı düzenlenen gizli bir CIA operasyonuna dahil oluşunu konu ediniyor. Fakat bu tek cümleyle ifade edilebilen plotun önerdiği gibi sıradan bir tür filmi değil kendileri, zaten söz konusu Denis Villeneuve olduğundan beklentilerin ilk andan itibaren buna göre gelişmesi gerekiyor. Bunun ötesinde, bir süredir yanlışların belli ölçüde fark edildiği ve kurumsal ırkçılığın en rahat gözlemlenebileceği mücadele olan *uyuşturucuya karşı savaş* ve bağlantılı argümanlarla da ilişkilenecek bir film değil Sicario. Çünkü insana dair her şey içkin biçimde politik olsa dahi filmin olay akışı süresince daldığı suyun kendisi öylesine dipsiz ki bu tip aksiyon türü klişe konuları doğrudan orada yutuluyor. Dünya siyasetinde genel bir paradigma krizinde oluşumuz bu yüzden burada dahi "artık işler böyle" diye geri planda bırakılıyor: sürecin hali hazırda devam ettiği ve değişimin sonuçlanmadığı argümanından daha etkili olan şey *şiddet kullanma tekeli*nin kuruluş temellerini tekrardan keşfediyor oluşundan kaynaklan korkuyu verebilmek çünkü. Bu sebeple Sicario temposunu ağır biçimde kurup belirsizliğin tedirginliğiyle hareket ediyor: Kate Macer da bizler gibi ne olup bittiğinin farkında değil ve onun gözlerinden olmasa da onun bakış açısından mekanı gözlüyoruz, baskın yapma konusunda eğitimli Macer'a konuya parmak basma arayışıyla eşlik ediyoruz izleyici olarak. Bir noktadan sonra bunu saklamaya gerek duymuyor film, bu da anlatısının amaçsızca devam etmiyor olduğunun ve sürükleyiciliğin illa boş bir rayda yukarı aşağı inmek olmadığının bir göstergesi oluyor.


İki sene önce Prisoners ile bambaşka bir noktaya eriştiğini düşündüğüm Villeneuve tür filmi gibi sunulabilecek ama türler arasında dolaşan harikalarından biriyle daha çıkıp geliyor Sicario ile, ve izleyicisini heyecanlandırmayı kolay kolay bırakmayacağını bir kez daha kanıtlıyor. Genel itibariyle oyuncu kadrosu filmin etkileyiciliğini bir başka boyuta taşıyor olsa da bu noktada Emily Blunt'ın duru performansına ayrıca değinmek gerekiyor diye düşünüyorum, zira hiç bağırmadan hep orada olduğunu gösteren böylesine abartısız ama çarpıcı performansların değeri her zaman bir ayrı oluyor gözümde. Uzun lafın kısası, Sicario sunacakları çok olan, final jeneriği ardından birbirine gevşek noktalardan da olsa bağlanabilecek uzun ve uzadıkça derinleşen bir tartışmanın konu başlıklarını veren ama bunların ötesinde her haliyle etkileyici, tam bir film. Ama en önemlisi, kurduğu iki cümle etrafında anlatısını sürüklemeyen, yamalarla bir bütün olmaya çalışmayan bir film. Benzer konulara eğilen birçok filmin ortak problemi bu olduğu için bunu tekrardan belirtme gereği duyuyorum, çünkü Sicario bir film fragmanı değil, gerçek bir film. Ve "silahı bırak" derken karşıya daha çok ateş edildiğini böylesine estetik biçimde söylemek her filmin harcı değil, yaşadığımız ülke artık bu estetiği kaldırmayacak duruma gelip kilitlenmiş olsa da.  

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;, 
emily blunt diye bağırasım geliyor arada bir, doğrudur. 

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses