Senenin en beklenen filmleri listesi gibi dosya konuları yapmaya cesaret edebiliyor olsam kafadan dahil olacak filmlerden biriydi bu sene Joy. Ne konusu ne özellikle kadrosu -Robert De Niro tek başına film izletme kabiliyetini üzerimde kaybedeli bayağı bir zaman oldu sanıyorum- ne de ödül sezonuyla filmi aynı cümlede anmayı zorlayan pazarlanma methodu beni filme çeken şeyler, doğrusu filmi bekleme sebebim sadece ve sadece yönetmen ve senarist David O. Russell idi. Senaryo yazma becerisini yarattığı karakterlerin telaşeliği ve dünyaların karmaşıklığı sebebiyle sevdiğim, kamerasının hareketliliğine yer yer dayanamadığım olsa da gözünü, açısını keyif alarak izlediğim birisi Russell. Joy ile yine çok benzer sulara giriyor olması da bu işi gayet iyi yapıyor olduğu yönünde kaynağını bulamadığım kanaatim sebebiyle bunaltıcı değil merak uyandırıcıydı benim için.
Günün ortak ve soğuk gerçekliği sebebiyle bir yandan hayal dünyasını bırakmak zorunda kalan ama diğer yandan ona engellenemezsizin çekilen Joy, Miracle Mop -Mucize Paspas- isimli temizlik ürününün yaratıısı Joy Mangano'dan uyarlama. Fakat filmin onun hikayesi değil, onun hikayesine dair olduğunu söylemek en doğrusu, zira Russell'ın söylediği üzere biyografik değil yarı kurgu yarı gerçek bir senaryo filminki. Russell'ın filmlerinde aşina olunan orta sınıfın dünyasını tüm o telaşe karakterlerle birlikte yine hikayenin merkezinde buluyoruz, fakat sanki bu dünya her yeni filmde biraz daha abartılı bir hale bürünmeye başlıyor ve artık bildiğimiz-kabul ettiğimiz ortak gerçekliğe paralel başka bir evrene dönüşüyor gibi. Bunun başlı başına rahatsızlık verici bir şey olduğunu söyleyemem, fakat beraberinde aşılması güç önemli anlatısal problemleri de getirdiği bir gerçek. Mesela tıpkı American Hustle'da olduğu gibi ortada bir fikir üzerine inşa edilmiş bölük pörçük anlatı bir bütüne tamamlanamayınca bu farklı parçalar Russell'ın kendi filmografisi içerisinde ama tekil filmin dışından yakıştırma durumlarla birleşiyor. Bu hal de anlatacağını kendi bile bilmeyen bir film olduğu algısını ister istemez veriyor. Elbette buradaki en büyük problem kurgu. Hatta Joy'u izledikten sonra şunu net biçimde söyleyebilirim ki American Hustle'dan sonra en çok tekrarladığım "ya şu kameradan bir elini çek lütfen" cümlesiyle kendisine haksızlık etmişim, çünkü benim kamera hareketine atfettiğim problem aslında kurguya ekstra bir sorun değil kurgu sebebiyle ortaya çıkan bir problemmiş. Yalnız bu sefer sahneleri hareket bütünlüğü açısından bir araya getiren bir kurgu varken anlamlı bir bütünsellik iyice yok olmuş sanki.
Russell, The Hollywood Reporter'ın tam kahve-çaylık yuvarlak masa sohbetinde senaryo anlayışının temelinde iç içe farklı dünyalar yaratıp adeta birkaç filmlik hikayeyi bir bütün halinde tekil bir film olarak sunabilmek olduğunu söylüyor. Buna uygun düşen biçimde kendi başına hikayeye dönüşebilecek farklı merkezler bulunsa da Joy'da, bunlar ağırlık taşıyabilecek merkezler değil. Hatta filmin merkezindeki Joy dahil her karakter öylesine uzayda başı boş dolaşır gibi hikayede salınıyorlar ki adeta içi boş plastik süs eşyası gibi yalnızca ekranı süslüyorlar. Senaristliğini övdüğüm bir adamı böyle eleştirmek kendimle ters düşmek mi bilmiyorum fakat diğer senaryolarında içine giremesem dahi bunun senaryonun imkan vermemesinden ziyade kendimden kaynaklandığını düşünürdüm ve doğrusu beklentimin en yüksek olup en hoşuma gitmemiş filmi olan American Hustle'da dahi geniş açıda aslında senaryonun işlerliği olduğunu düşünmüştüm. Fakat Joy'un hikayenin bölük pörçüklüğünden o ufak parçaların kendi içinde dahi dolu bir anlatı sunamıyor olmasına kadar çok problemli bir senaryosu var. Buna Jennifer Lawrence'ın yanlış rolde olması gibi prodüksiyon hatalarını da ekleyince ortaya çıkan sonuç beklentiye oransal bir düzlemde bağlı olmaksızın hayal kırıklığı. Öyle ki David O. Russell'ın sektöre geri dönüşünü gerçekleştirdikten sonra eskisinden daha heyecan verici bir yönetmen/senarist olduğu yönündeki düşüncemi dahi sorgulatan bir film oldu Joy.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
0 tepki:
Yorum Gönder