Eric, Hobbes'a göz kırpan karamsarlıktaki fikirlerinin doğru olabilmesine en yakın zamanda yaşıyor. Bir nevi yanlış yaşamı doğru zamanda yaşıyor denilebilir. Finale gerek kalmadan, baskınlığı olmaması sebebiyle dikkate almaya gerek olmayan bir düzenin üniformalı temsilcisini bile Eric'in bu fikirlerinin sadece beklemiyor olmanın getirdiği bir anlık sarsıntı haricinde etkilemediğine bakarsak zaten filmin Hobbes kadar çekingen olmadığını görebiliriz. Sonuçta, fikirleri yoğun ölçüde bir iç savaşın etkisinde gelişmiş bir adama, artık savaş demeye dilin varmadığı hafiflikteki müdahaleler çağında yazılmış bir hikaye çerçevesinde atıfta bulunuyorum; dolayısıyla içerdiği, kurulan bağlarla gelen altan alta korumacılık duygusuna rağmen filmin herhangi bir korkaklığı bulunmaması olağan.
Sinema başta olmak üzere sanatı bir eksiltebilme becerisi olarak kabul edersek The Rover bu noktada da gayet başarılı. Süresince olan her şey; anlatıyı daha ileriye taşımaya yardımcı oluyor, karakterlerin motivasyonlarını ön plana çıkarıyor veya herhangi bir olayın mevcut hali haricinde de aslında nasıl gerçekleşebileceğine, karakterlerin bir yere nasıl vardığına dair parçaları tamamlıyor. Temposu da yarattığı dünyayla paralel gidebilmeyi başarınca The Rover gayet oturaklı bir film görüntüsü çiziyor. Fakat, aktarımda başarılı olan eksiltme hikayenin kendisinde biraz sırıtıyor. Çünkü konu edindiği mekan kadar boş alana sahip bir hikaye The Rover'ınki. Yani eldeki materyali sündürmeden, hatta anlatım tarzıyla onu geliştirerek kendisini gerçekliyor film, ama o materyal en başta öz olarak çok fazla şey sunmuyor. Filmin de en büyük problemi bu oluyor. Zaten filmi "kaybedecek bir şeyi olmayandan kork" klişesi etrafına kilitlemiş olmaları, hatta yetiremeyip bunu posterden göze sokmaları da durumu ortaya koyuyor.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
0 tepki:
Yorum Gönder