17 Haziran 2014 Salı

The Grand Budapest Hotel


Herhangi bir yönetmen, müzisyen veya herhangi bir sanat pratiğinde yaratımda bulunan birisi "yaşayan en iyi ...lardan" diye nitelenirken oradaki sıfat-eylem yalnızca ağzı doldurmak için değildir. Bazen en basit haliyle, yalnızca, o kişinin hala bizim gördüklerimizi görüyor olduğunu ifade ediyor olsa da çoğunlukla bir yaratıcının kendisini takip edebiliyor olma heyecanını ifade eder. Yani bir sanatçının "yaşayan.." diye başlayan biçimde övülüyor olması onun zamanının hala geçmediğini, kendisinin en büyük işinin ilerleyen zamanda hala gelebileceğini gösterir, bu yüzden sevilen yönetmenlerin her yeni filmi bir başka heyecanlandırır; sevilmesini sağlayan filmlerden daha iyisini yapabilmiş mi düşüncesiyle. Wes Anderson'un The Grand Budapest Hotel'ini bu sebeple büyük bir heyecanla bekliyordum, vizyon dönemindeki yoğunluğum sebebiyle sinemada izleyemeyince de film bu zamana kadar beklemek durumunda kaldı; iyi ki de öyle olmuş. 

Wes Anderson'un kendi kendinin parodisini yaptığı hissini veren The Grand Budapest Hotel her Anderson filminin hayran kalınası tarz özelliklerine sahip: renkleri, görsel çekiciliği, kadrajları, oyun bahçesi kıvamındaki hayal dünyası ve deadpan mizahı. Fakat Wes Anderson şunu çekseydi nasıl olurdu, bunu çekseydi nasıl olurdu temalı late night show skeçlerinin arttığı bir zamanda Anderson'un stile bu kadar yapışmış olması ticari kafayla bakmaya çalışınca gayet anlamlı geliyor bana, ancak kendisinin takipçisi olan bir sinemasever olarak bakınca fazlasıyla rahatsız ediyor. Karakter derinliği olmaması filmin tamamiyle birbirine sıkı sıkıya bağlı iki karakter üzerine kurulmuş hikayesini havada bırakıyor, ki bu noktada zaten Anderson'un tarz çalışması olmaktan öteye gidememiş oluyor film. Hatta ileri gidersem Anderson filmi gediklisi oyuncular en kısa ne kadar sürede toplu ve üstünüze atılıyormuş gibi durmayan cameo yapabilir çalışması bile diyebilirim. Elbette Anderson'un görsel becerisine diyebilecek bir şey yok, fakat kendisi bundan daha fazlasını yapabilen bir yönetmen ve The Grand Budapest Hotel zaman geçirmelik bir seyirlikten fazlası değil maalesef.

Şahsen en iyi filmi olduğunu düşündüğüm Rushmore'dan sonra yalnızca The Royal Tenenbaums'a benzer biçimde hayran kalmış olsam da hiç zayıf filmi olmadığını düşünürdüm Anderson'un, ama The Grand Budapest Hotel ile beraber filmografisindeki en zayıf filme de karar vermiş oldum. Girizgâha dönersem; bu sene olmadı belki ama ileride mutlaka gelecektir, gelmese de ilk dönem filmlerinin heyecanıyla kendisini izleyip takip edebildiğim için gayet memnun olacağım.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses