30 Kasım 2014 Pazar

Ben O Değilim


Sıkışmış bir adamın hayal ederken dahi kendini durduracağı şekilde gelişen olaylarla başka kimlik(ler) peşinde koşuyor Nihat. Tabii benim tesadüfi ve fazla şans eseri olarak addettiğim şey, Pirselimoğlu için yaşamın doğal akışı içerisinde karşılaştığımız durumların yanında hesabı dahi yapılmayacak rastlantısallıklar. Fakat filmin üzerine kurulduğu bu rastlantısal ama döngüsel yapı herhangi bir şekilde olumsuz kabul ettiğim bir şey değil; aksine, filmin ayaklarının yere basmasını sağlayan unsurlardan birisi. Onun ötesindeyse senaryonun tüm filmi taşıma gücünden bahsetmeli sanıyorum ki. Hak ettiği gibi işlenemediği gerçeğini bir kenara bırakabilirsek kendi içerisinde işleyiş ve kendisine yarattığı alanı dolduruşu bakımından hayranlık duyulası bir senaryosu var Ben O Değilim'in. Ancak 124 dakikalık bir seyire sündürülmüş mü demek daha doğru olur yoksa Pirselimoğlu'nun yazdığı şeyin niteliğinin son derece farkında olarak onu filme işlemekten kendisini alıkoyamaması demek mi, bilemiyorum.

Ben O Değilim, yakın dönem yerli sinema içerisinde kendi tadını taşımayı başaran filmlerden birisi. Gerek tüm tempo problemine rağmen her noktasında ortaya çıkarak izleyeni yakalamayı başarabilen filme işlenmiş cümleleri gerekse aynı anda bir kaç mevzuyu bir araya bağlayıp öncülü ve ardıllarıyla bir bütün olarak ele alabilişi övgüyü hak etmenin ötesinde filme olumsuz bir şey söylemek üzereyken duraklama sebebim. Diğer yandan ise tüm bunlara rağmen izlerken bana defalarca saate baktırması uzun planları seven bir sinefil olarak beni ne kadar usandırdığının göstergesi. Filmin sunduğu etkileyici sahneler olsa da o sahneleri bırakıp devam edemiyor olması en büyük problemi sanıyorum ki; ve ziyadesiyle belirleyici de olanı; zira her övgü cümlesinde daha fazlasını söylememem için beni tutan da bu durum. Bunun dışındaysa filmin içerisinde dolandıkça rahatsız eden diğer bir unsur kadın ana karakter. Maryam Zaree'nin hem oyunculuğu hem de dublaj olduğunu tahmin ettiğim, değilse de dublajmış gibi hissettiren ve ne karaktere, ne sahnelere uyup yer aldığı her sekansta izleyenin içinde bir eksiklik bırakan sesi, hali filmi aşağıya çekiyor.

Ne işlediği, ele aldığı mevzulardan ötürü istediğim övgüleri getirebildiğim, ne de o mevzular ve değerini filmde tam kazanamadığı hissini veren senaryo sebebiyle yergiyle koşamadığım bir film Ben O Değilim; ve bu iki arada sanki viraj alan motorsikletlinin dizlerinin hafifçe yere sürtmesi gibi oluyor; düşmüyor ama devam etmesiyle acı da dinmiyor. Hatta filmin en vurucu, ve belki de son yıllarda yerli sinemanın en güzel sekansı olup afişe taşınmış olan sahne filmi nitelemek için kaçamak yol olabilecek nitelikle: o kadar etkileyici, o kadar iyi tasarlanmış ve Zaree'nin replikleriyle söyleyişindeki problemlere rağmen arkadan gelen belgesel anlatımıyla beraber o kadar vurucu olabilmiş bir sekans ki, filmin ne kadar uzasa rahatsız etmeyecek en kritik sekansı olmasına rağmen en kısa kesildiği hissi veren sekansı da aynı zamanda. Bu durumda keyfini çıkarmak için başlanılan yemeğin lezzetinin, tırmanmış beklentiyi, yemeğin fotoğrafının verdiği hissi doyurmayı başaramayınca karnın doymasına sevinmek gibi denilebilir diye tahmin ediyorum Ben O Değilim'den sonra etrafa bakınmak.            

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

29 Kasım 2014 Cumartesi

Bad Turn Worse


Sundance'ten 18 kere reddedilmiş olan kardeşler Zeke ve Simon Hawkins anlaşılan hiç pes etmemiş ve Indiewire'e verdikleri röportajda söyledikleri üzere en büyük korkuları olan "kötü bir film çekme"yi gerçekleştirmemişler demeli sanırım her şeyden önce Bad Turn Worse, veya önceki ismiyle We Gotta Get Out of This Place'ten bahsederken.

Ancak bunların ötesinde filmin bağımsız olması olumlu değerlendirmeme sebep oluyor demem gerekiyor, çünkü filmin yapım koşulları sebebiyle söz konusu olan durumlar, yani filmin tüm problemleri göz ardı edilebiliyor ve böylesine karanlık atmosfer anlam buluyor. Texas'ta kötü bir havaya denk gelinmesiyle aslında daha farklı tasarlanmış olan film daha karanlık olan çekimlerle beraber "noir" bir hava kazanıyor, tabii bu noktada "neo-noir" diye bahis açmaya gerek yok diye düşünmekteyim. Ancak bu durum sebebiyle daha sonra doğrudan güneşin girdiği tüm genel çekimlerin kurguda çıkartılmış olduğunu söylemek lazım zira filme havasını katan şeylerden birisi de bu. Şaşırtıcı olansa hikayenin sahip olduğu noir tonlarını neden en baştan yansıtmayı düşünmedikleri olsa gerek çünkü doğrudan kara film diye Türkçe'ye çevirebileceğimiz janra uygun düşen bir hikaye ve hikaye anlatımı söz konusu, ve bu şekilde tasarlanmış olsa çok daha oturaklı gözükebilirmiş film tüm klişe yapısına rağmen.

Tofaşın arabalarından Şahin, Doğan ve Kartal trafikte korku, genel itibariyle ise aşağılama amaçlı kullanılıyor çoğunlukla. Yakın dönem diyebileceğimiz modellerden Serçe ise onlara yakınsasa da daha mahallenin bıçkın delikanlısı gibi, hani olur ya; iyi değildir ama sevdirir kendini bir şekilde, işte o. Diğer model Tempra ise arkadaşları dövülürken "abi yardım edeyim mi?" deyip giden tip tam, hatta en doğru yakıştırma beyaz yakalı suçlular bence. İşte bu filmde de bir Serçe, bir Tempramız var, bence ötesinde söylenecek her şey filmin kalıplara tam oturup onları geliştirmeye dahi çalışmaması sebebiyle gayet gereksiz. Fakat sorunsuz bir seyirlik sunduğu da gerçek, tabii suç hikayelerine olan zaafım mı yoksa objektif bakmaya çalıştığım da gördüğüm şey mi bu, o da tartışılır. Ancak başında ve sonunda kullandığı alıntıyla kendisini yine de çok olumsuz bir yerde konumlandırmamayı başarıyor, çünkü gerçekten onlarca anlatma biçimiyle yalnız bir hikaye anlatılıyor her zaman.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

20 Kasım 2014 Perşembe

Listen Up Philip


İkinci romanının yayımlanışını bekleyen Philip'in bu sırada kendi kendini ve çevresini yıkmakla meşgul olarak geçirdiği zamana odaklanıyor Listen Up Philip. Dış anlatımı, jazz arka planlı New York sahneleri, münasebetsiz mizahı ve etrafında dolaştığı karakterleriyle yeni bir eski film de denilebilir kendisine zira Woody Allen hala çok özel bir yönetmen olmadığını düşünedursun, kendisi ve tarzıyla doğrudan ilişkilendirilebilecek henüz şimdiden onlarca yönetmen var. Fakat mevzubahis entelektüel sıkıcı beyaz adam dramasının yönetmen ve senaristi Alex Ross Perry, diğerlerine nazaran daha farklı bir noktada duruyor ve Allen'ı sopsoğuk duşa sokup biraz sarsıyor. 

Ana karakter Philip, yazar olmasının ötesinde bir yaratıcı durgunluğa sahip, melankolisiyle boğulmuş bir şehir insanı, tıpkı, bugüne kadar önce ahlayıp sonra yalnızlığını kutladığımız birçok karakterin gerçekle daha ilişkilenmiş hali aslında temelde. Fakat Philip ve biraz yaş almış hali olarak görebileceğimiz idolü Ike değil yalnızca filmin odağına dahil olanlar. Kadın karakterler tolere edicilikleriyle ön plana çıkıyor olsalar dahi, bencil erkeklerin etki alanının dışında bir durgunlukları var onların da. Bu sebeple ilkel davranışlarına rağmen fazla gelişememiş erkek karakterler ifadesini kullanamıyorum Philip ve Ike için, zira narsizmle paslaşan bencilliklerinin ötesinde kalan hüzünleri sanki insanlığa özgü, ve kendileri kadar başkalarına da dert açtıkları aşırı sorunlu yapıları insan olabilme noktaları. Tam da bu noktada belirginleşiyor işte Listen Up Philip'in seyircisine yönelttiği saldırısı; belki sınırlı olsa da belli ayrıcalıklarıyla beraber ufak ufak cümlelerle kaybolmuş ve hareketlerini ne kadar rahatsızlık verici olsa dahi hak gören bir grup insan filmin ana izleyici kitlesi, ve titizce hazırlanmış bir dağıtma planını işlerliğe koyarcasına dalıyor ara-sına(mıza) film. Bugüne kadar çeşitli film ve kitaplarla bu az değer görse de ederi bozduruldukça çoğalan melankolik ve yıkıcı davranış biçimini övgülerle bezerken, böylesine bir sarsıntının tepetalak-da-olsa-her-şey-yolunda bakışına tersten gidip onu itelediği kadar kafasını da hala okşamaktan geri kalmadığını gözlemlemek, bazı şeylerin değişmemesi ve bozukluğuyla varlığını bulduğunu gösteren en sağlam işaret olsa gerek. 


Jason Schwartzman'ı benzeri karakterlerde izlemenin keyfi hiçbir zaman bitmeyecek gibi geliyor bana, ister kendisine yapışmış olsun ister her seferinde yeni bir şeyler olsun rolde, yine de bu tarz karakterlerin sinir bozuculuğunu da sempatikliğini de tam olarak perdeye taşıyabiliyor kendisi. Fakat Schwartzman'ın ötesinde, film düşünüldüğü anda akla gelecek bir yakın çekimle filme ismini koyan Elisabeth Moss'un etkileyiciliğinden daha çok bahsetmek gerekebilir, tam da bu yüzden seyircisine saldırmıyor mu zaten film de? 

Yakın zamanda yerli edebiyatı da esir almış olan kendi kendini odağına biraz fazla oturtmuş yalpalayan erkek karakterler ederi arttıkça değeri azaldığı için fazla bunaltıcı gelmeye başlamıştı bana. Ama tabii sadece gelmeye başlamıştı, yoksa gitgide mitleşmeye başlayan karakterin tekrar ele alınışını izlemeye bu kadar hevesli oluşumu açıklayamam; ancak bu sayede karşılaştığım yaratı, mevzubahis organizmanın mümkün olan en dürüst açıdan ele alınışı olabilir. Öz farkındalığın doğal biçimde getirdiği bıyık altından gülümsemeyle beraber sinsice yüceltme elbette söz konusu ama zaten aksini söylemek ya da yapmak da mümkün olabilir mi? Sonuçta tüm yıkıcılığına rağmen, karakterin sadece varlığı bile gidin diye bağırıyorken konumlandığı her noktada zorlanmamış bir yer açamıyor mu kendisine Philip? Odağımızın kendisi olması bile göstergesi belki söylemeye çalıştığım şeyin fakat odağımızda olması zaten karıştırıyor bahsimizi, çünkü Philip değil, herkesin tutunmak için çabaladığı şey gerçekten kusurlu olan ve aynı zamanda onu tutunulacak hale de getiren. Bu yüzden beklenmedik anda insana kendisini okutturup yoğunluğuna şaşırtan ufak bir hikaye Listen Up Philip, ve göz kapaklarının ağırlığına dayanamayıp yavaş yavaş uykuya dalmak gibi bir film. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

19 Kasım 2014 Çarşamba

Guardians of the Galaxy


Bu senenin, kelimenin yapabileceği tüm çağrışımları dahil ederek söylersem, iki bombasından biriydi Guardians of the Galaxy. Diğer *bomba* Edge of Tomorrow, konsept sayesinde ve tabii kişisel olarak ekleyebileceğim Emily Blunt faktörüyle kurtarabilecek olsa da Guardians of the Galaxy'de -çizgi romana dönük biçimde- filmin en önemli silahının sempatik saflığının olacağını ama buna rağmen son yılların en büyük balonlarından The Avengers benzeri bir deneyim yaşayacağımı düşünmüştüm. -hah, sayfayı kapattın mı?- Fakat haddinden fazla abartıldığı gerçeğiyle beraber en düzgün Marvel filminin karşımızda olduğunu söyleyebilirim.

Ana akım bilim-kurgu/aksiyon filmlerinde biraz geç de olsa kendini fazla ciddiye almamayı öğrendi yapımcı ve yönetmenler. Tabii bu, ufak bir parçası olduğumu inkâr etmeyeceğim nerd/geek kültürünün son yıllarda ana akım haline gelmeye başlaması sayesinde olan bir şey, nitekim Marvel evreninin sinemaya uyarlanmaya başlaması, yani çizgi roman kültürünün etkisiyle eksantrik örneklerin ötesinde geniş açıda da görülebilecek bir duruma dönüştü bu farkındalık. Guardians of the Galaxy de buna uygun düşen biçimde eğlenceli diyaloglarla, ciddiyetin aniden kırıldığı sahnelerle bezeli bir film. Karakterlerin kuruluşları ve hikaye içerisine oturuşları bakımından da filmin dalga ile ciddiyet arasına düşen anlatım noktasının daha da belirginleştiği söylenebilir. Fakat bunun ötesinde bir bilim-kurgu/aksiyon filmi için dikilmiş örnek iskelete tam oturuyor Guardians of the Galaxy. Kullandığı klişe dönüşlerin, tiplemelerin veya bunların üstünde dikkat çekici olan mizah açısının taze olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak klişe sözcüğünün ilk andaki olumsuz çağrışımının ve klişe kullanımının illaki kötü olacağı yargısının kırılması gerektiği kabulüne varmamız için henüz erken olmadığını düşünüyorum. Yani sıkıcı olabildiklerini kabul etsem de yerinde kullanılan kalıpların anlatıyı geliştirme açısından ciddi katkıları olduğu fikrindeyim. Guardians of the Galaxy de bilindik sularda yeni bir keşif yapmadan yüzerken suyu ne kadar sevdiği kararına varan bir yetişkin edasında bu anlamda, bu yüzden filmin yüzü eskimiş numaralarının pek de rahatsız edici olmadığını söyleyebilirim.

Guardians of the Galaxy'yi sempatik kılan, en ilgi çekici yanı düşük tempolu maceraperestliği. Fakat yakın zaman içerisinde, aksiyonun ilginçleşmediği ölçüde azaltılması gerektiğinin tıpkı ciddiyet mevzusu gibi farkına varırlarsa eğlence sinemasının yaratıcı aktörleri, bu birbirinin benzeri yubidibombom filmler de şaşırtmadığı zaman dahi çok beğenilir olabilecekler sanıyorum ki. Zira filmin yarattığı etkideki esas faktörlerden birisi beklenilmiyor olmasıydı. Ama zamanla daha da düzelecektir tabii; düşünsenize şu filmi '80'lerde, '90'larda izlediğimizi: Rusya'yı temsilen var olan *kötü* Ronan New York veya Los Angeles'ı yok etme planlarındayken, da-da-da-dan en beklenmeyen güçler bir araya gelir ve her zamanki kahramanlıklarıyla herkesi kurtarır. Hızımı alamadan ve filmi daha fazla indirgemeden durayım; nihayetinde Guardians of the Galaxy, bozuk temposu ve benzeri filmlerden zaman içerisinde çıkarılmış dersler sayesinde eğlenceli hale gelebilmiş bir seyirlik. Haddinden fazla olmasına rağmen Marvel'in diğer filmlerine oranla çok daha az abartıldığı ve Marvel'in eli yüzü en düzgün filmi olduğu gerçeğini dile getirebilecek olsam da sormadan edemiyorum, süper kahramanların neyi ilginç ya? Hele bir de ortada düzgün bir villain yoksa?

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

18 Kasım 2014 Salı

11.6


Amerikan stüdyo filmlerine dair ikide bir blogda dillendiriyor olduğum durumun kendi kuruntum olmadığını Avrupalı yapımcıları ve onların yeni girişimlerini gördükçe fark ediyorum. Zira sinema sektöründe gayet görünür biçimde ortada duran bir boşluk var ve Amerikan stüdyoları bunu doldurmadıkça, veya diğer bir ifadeyle dolduramadıkça, Avrupalı yapımcılar daha fazla çerçeve içine girmeye başlayacak gibi gözüküyorlar. Nitekim geçtiğimiz bu yıl Luc Besson'ın şirketi EuropaCorp ile Amerikan Relativity'nin işbirliği anlaşması oldu, hem dağıtımcılığı hem de yeni projeleri kapsayan bu anlaşmaya göre önümüzdeki yıllarda ortak katkıda bulunulmuş 12 film göreceğiz. Tabii bu yıl sinema salonlarında gösterilmekten ziyade salonları satın almış havasında vizyondan çıkmak bilmeyen Lucy'nin Universal ile olan dağıtım anlaşması bu işbirliğinin öncesine denk geldiği için Besson'ın son filmini bu kapsamda düşünmemeli. Daha somut olan bu ortaklık doğrudan 11.6 ile ilgili değil elbette, fakat Avrupa'da seyirlik filmler yaratan insanların daha Avrupai bakış açısıyla, Amerikan stüdyolarının geçmiş büyük filmlerinin kalibresinde filmler yapma kabiliyetini artık yitirmesi veya sadece yaratamaması sebebiyle açılmış boşluğu doldurma çabasının iyi bir göstergesi. Çoğunlukla Amerikan sinemasına yönelik temelsiz/ezberlenmiş yergiler duyuluyor olsa da, Amerikan filmleriyle büyüyüp o filmleri özleyen sinefil bir kitle de var; ancak tabii soru: o zamanlarda yaratılan filmlere uygun bir ortam şimdi var mı?

11.6'nın dağıtımcılarından Wild Bunch'ın da benzer girişimleri olmasının ötesinde, Fransa'nın en büyük soygunlarından birisini hiç silah kullanmadan gerçekleştiren Toni Musulin'in gerçek hikayesini anlatan film, klasik anlatım tarzıyla yukarıdaki bahse sebep oluyor. -Başroldeki François Cluzet'nin üç yıl önceki itici filmi Intouchables da benzer bir çabanın göstergelerinden bu arada, ki kendisinin yer aldığı daha birçok filmi böyle kabul edebiliriz- Sektöre dair bu çabanın haricinde de şahsıma elektronik altyapılı müziği sevdirmiş Chromatics ve Connan Mockasin gibi grup ve müzisyenlerin melodileriyle bezenmiş olmasına denk düşer biçimde tam anlamıyla zamanımızın filmi 11.6. Musulin'in, Robin Hood olmadığını söylediği kendi cümlesinin de gösterdiği üzere, en haklı fiilin bile kazanmak veya kaybetmek fiillerine kademeli olarak dönüştüğü kısırdöngü zamanlar çünkü bunlar ve Musilin'in bir karakter olarak kuruluşunda ihtiyaç veya imkansızlık rastlanması gereken sözcükler değiller.

Filmin gerçekle olan bağlantısını kopararak bakınca; 11.6, motivasyonu belirsiz, yaşamını boyalı imajların doldurduğu ve ezberine fazla güvenen karakterlerle bezeli bir film. Etrafında dolandığı suç sebebiyle doğal bir heyecan taşıdığını söylemek mümkün filmin. Söz konusu olaya tekil olarak bakışı, soygunu, hazırlık süreçleri ve karakteriyle beraber aynı çerçeveye alışı da şahsen bir suç filminden bekleyeceğim hususlardan. Fakat Chromactics'in In the City'sini filmde duymak güzel olsa da şarkının görsellik kazanmış hali beklenen etkiyi yaratmakta aciz kalıyor: boşluğu doldurmak, bireyin zamanın içinde serbest hareket halinde olduğu boşluğu suç arka planıyla göstermek, boşluğa düşmeden pek zor olsa gerek, fakat 11.6 bunun dahi hakkını gerektiği ölçüde veremiyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

15 Kasım 2014 Cumartesi

Boyhood


Ancak onun aklına gelip de yapacağı bir şeydi diyor kabaca, zamanımızın yönetmenden-de-öte'si Steven Soderbergh Boyhood'dan bahsederken. 12 yıllık yapım süreci -haklı olarak- en az film kadar konuşulmuş olduğu için tekrarlamaya fazla gerek yok diye düşünüyorum Linklater'ın akla gelmesi kolay, cesaret etmesi zor fikri üzerinden büyülenmeleri.

Yaşamın, güne etkisi olmayan törenselliğini bir kenara bırakıyor ve daha çok yaşama özünü veren gündelik geçişlere, etkileşimlere odaklanıyor Boyhood, ve kendisine tadını bu veriyor. Çünkü bir çocuğun 6'sından 18'ine gelişi olduğu kadar bir ölüm, bir macera, iki heyecan ve birçok karşılaşmanın da filmi aynı zamanda, yani yağa bırakmadan önce yumurtaları hafifçe çırpmak gibi biraz: sarısıyla beyazı ne tam karışıyor, ne apayrı kalıyor. Yaşamın vasatlığı ekseriyetle olumsuzlanıp kendisine meyleden önerilerin saniyesinde saldırıya uğramasıyla insanların kayboluşuna dair net bir manzara ortaya koyuyor ve Boyhood o kayboluş içerisinde insanların kendilerini fark ettirebilme çabasını efor sarf etmeksizin yakalıyor. Anlaşılması aynı zamanda bir utanç da getirdiği için bir kenara atılıyor ama *daha* arzusuyla şikayet edip hayal kırıklığında buluşuyor insanlar, arabanın camından yolun kenarında bıraktıkları diğerlerini izleyip karşılaşacaklarını merak ederken arada da kaza yapmamak için dua ediyorlar.

Boyhood'un "başyapıt" olduğu konusunda eleştirmenlerin oy birliğiyle anlaşma çabası ve Kenneth Turan gibi daha olumsuza meyleden düşüncelerini dile getirip tepki almamak için filmin eleştirisini meslektaşına bırakan eleştirmenlere denk geldikçe zamana uygunluğu daha iyi anlaşılıyor filmin. Çünkü büyük bir şeyler olacağı düşüncesiyle grand slam'de final maçına yol alan tenisçi heyecanında Mason'ı 18 yaşında bırakırken finalde, aslında geleceği de o ana kadar izlemiş ve grand slam şampiyonluğunun kortta iki eli havaya kaldırma anı kadar kaldığını görmüş oluyoruz; yani bir başyapıta şahit olma heyecanıyla filme yönelen övgü diğer yandan filmin cümlelerine panzehir etkisi de yaratıyor. Bu noktada açıkça belirtmek gerekiyor ki filmin arkasında yatan fikirle beraber gelen yapım süreci filmin kendisinden daha çok etkileyici oluyor izleyenler için. Zira içinden geçtiği zamanların imitasyonlarına ihtiyaç duymadan devam edebiliyor Boyhood ve bu sırada da konu ettiği yakın dönem içerisinde rakamlardan daha fazla bir şeyin pek de değişmediğini yansıtabiliyor, bu sayede ne söylerse söylesin kuru cümlelerden çok daha öteye geçiyor film; zemin fark etmeksizin çizgiler dönüp çemberi tamamlıyor 12 yılda, yaşlanmak aslında bir diğerinin yerini devralmak haline geliyor. Filmin belirgin çizgilerle bölümlendirilmemiş olması da bu döngüyü organik biçimde gösterebilmesi açısından çok yerinde bir tercih oluyor.

Yapım sürecinin getirdiği doğal problemlerle boğuşuyor olmasına rağmen Linklater filmlerinin serin estetiğini taşıyor Boyhood. Mason'ın konuşma ve tavrının zaman içerisinde kurdeleli bir hediye paketinin vücut bulup da süslerine bakarak sardığı bir kutu hala varmış gibi hareket etmesini anımsatmaya başlaması, filmin ilk saatinde kurduğu muazzam yapının finale doğru yokuş aşağı düşüş içerisinde devam etmesinde tek etken değil elbette; odaklanılmak istenene göre tam bir yanlışlar ve klişeler kilerine dönüşebilir yani film, ama Linklater'ın, bir sonraki filmini hep merak ettiğim yönetmenlerden biri olmasına neden olan insani -sıradan temalar, tekdüze karakterlerin rastgele zihin yoklamaları ve büyük anların beklentiler haricinde var olma imkanı bulunmadığı bir yaşam döngüselliği Boyhood'dan övgüyle bahsedebiliyor olmamın da sebebi.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

9 Kasım 2014 Pazar

The One I Love


Evliliklerinde sıkıntılar yaşayan bir çiftin ilişki terapistlerinin önerisiyle çıktıkları bir hafta sonu tatilini konu ediniyor The One I Love. Gayet klişe bir romantik komedi plotu gibi dursa da filmin olay örgüsünü özetleyen bu cümle, yeni yeni ısınmaya başladığım ve zaman geçtikçe bağımsız-film-kahramanına dönüşüyor gibi gözüken Mark Duplass ile birkaç aydır yeni takıntım haline gelen Elisabeth Moss sebebiyle körlemesine dalıp umursamadım durumu. Fakat beklediğim gibi janrla oynayan eğlenceli bir film bulamamış olduğum gibi, son yıllardaki birçok bağımsız Amerikan filmini pazarlama şekillerinden ötürü eleştirirken bu körleme dalış sayesinde tam da yerine düştüğümü söyleyebilirim. Zira belirsizliği ön plana çıkartan pazarlaması sayesinde sürprizini seyir sırasına saklıyor ve bu sayede kendisini hiç etmiyor film.

Kısa süreli restoran -veya doğru ismiyle diner- sekansıyla beraber Ted Danson'ı saymazsak film tamamen Moss ile Duplass'in sırtında ilerliyor, ya da diğer bir ifadeyle yalnızca ikisini izliyoruz. Mekanın da görece dar diyeceğimiz bir alan olması yönetimi biraz problemli hale getirebiliyor, fakat birkaç itici veya gereksiz çekim haricinde genel itibariyle iyi kotarılmış diyebilirim The One I Love'ın yönetimi için. Zaten oyuncuların performanslarına daha çok dayanan yapısı sebebiyle oradan oyuncu yönetimi ve dolayısıyla yönetmene bir pay da çıkartabiliriz o birkaç sekansı nötralize etmesi açısından, ancak Moss ve Duplass'ın performanslarının çok daha ötede olduğu da bir gerçek kamera arkasına oranla.

Bir diğerine enjekte edilen beklentiler ve zaman içerisinde beraber ilerleyememiş, uyum içerisinde değişiklikler geçirememiş olmak gibi konuların etrafında dolandığı kadar bilim kurgu elementleriyle beraber içerisine girdiği yapıda film biraz daha farklı bir noktaya oturuyor. Makinelerin fazla ısınarak çıkardığı problemler gibi insanların da belli şalter atma zamanlarının olduğu ve şalterin atmasının bir anda elektrik kesilmesi veya trafikte çıldırarak etrafa saldırmak gibi olmadığı gerçeği genelde kabul alanı dışında bırakılıp istisnai kabul edilen durumlar. Dolayısıyla The One I Love'ın keşfetmeye yeltendiği insani hususlar olağan olduğu kadar olağanın dışında da kalıyor; yani film her anlamda bir kesişme alanında duruyor. Kendisini sevimli kılan şeyin de tam olarak bu olduğu fikrindeyim; çünkü pazarlama sırasında hiç etmediği gibi yaratı içerisinde de fikri üzerinde tepinmeyen bir film The One I Love. Ama bunu olumlu anlamıyla söylerken aynı zamanda bir özensizlik göstergesi olarak da kabul edebiliriz; özellikle başlardaki bir senaryo açığıyla beraber finale doğru beklentinin tırmandığı sekansta bir devamlılık hatası sebebiyle hikayenin ve fikrin boşlukta yüzemeyip boğulmayayazdığı gerçeği bir kenara atılamayacak kadar rahatsız edici. İşte bu yüzden her anlamıyla kesişme alanında olduğunu dile getirdim filmin, zira benzer biçimde tam tersine, filmin işleyişine de yorabiliriz bu olumsuzlukları: belki, devamlılık hatasının fazlasıyla göze batıyor olmasını konsepti daha da çetrefilleştirme amaçlı bilinçli bir hata gibi kabul edip senaryo açığını da sonradan kendisini destekleyecek bir boşluk olarak kesip biçebiliriz, ancak çok ufak bir ihtimal peşinde filmi kurtarma çabalarından öteye geçemeyecektir bu yoklamalar.

Nihayetinde, oluru ve olmazlarıyla beraber keyifli ve akıllı bir keşif The One I Love. Kabul edemeyip anlayamamıza rağmen tepemizde durmasına ses etmediğimiz belirsizlikler gibi "gizemi kabullen" diyen hikayeler hep ilgi çekici gelmiştir şahsıma, çünkü bazen anlamaktan daha önemli olan akışa dalmak oluyor ve The One I Love da seyircinin üstüne dalınabilir bir dalga bırakıyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses