9 Eylül 2014 Salı

The Walker


Taxi Driver, benim için her filmden ayrı bir yerde durur. Bu sadece bir filmi çok sevmekten öte, o filmin kendi anlam ve ilk andaki sınırlı imkanları dışında izleyiciye bir şeyler aktarabilmiş olmasıyla ilgili; yani en yüzeysel ifadeyle benim için ilk kişisel filmdir Taxi Driver. Belki bu sebeple, belki de buna sebep olarak, filmin yaratıcı sürecinde belirleyici yerleri olmuş neredeyse herkesi de en sevdiğim sinema-insanları arasında sayabilirim. Senarist Paul Schrader da hak ettiği değeri hiç göremediğini düşünmem sebebiyle yer yer Scorsese'den bile rol çalıyor benim için. Paul Schrader'ın yönettiği veya yazdığı filmlerle hep garip ama doğal bir bağ hissetmişimdir, hatta bu sebeple, ortalıktaki kötü havadan olumlu veya olumsuz etkilenmemek için Bret Easton Ellis'le son filmi The Canyons'u hala izlemedim. Çünkü hep insanları iten hikayeleri veya bakış açıları var Schrader'ın. Her şeyden önce hikayesine olduğu kadar karakterlerine bağlı bir adam, hatta tekil kullanmak daha doğru; karakterine bağlı bir adam, zira çoğunlukla yakınsayan psikolojik durumdaki "dışarıda olan" erkek karakterler kendilerinden bağımsız olarak bir problemin içine düşerler ve bununla isteksizce uğraşırlar filmlerinde.

The Walker, aralarında Nancy Reagan'ın da bulunduğu çeşitli sebeplerle zengin ve ünlü kadınlara eskortluk yapmış olan Jerry Zipkin'e yakıştırılan lakaptan alıyor ismini, hatta kendisinin Carter Page karakteri için esin kaynağı olduğunu da söylüyor Schrader. Naif değil, yüzeyselim diyen ve üç önceki kuşağa kadar ailenin tüm erkekleri sebebiyle suçluluk duyduğu yükü sırtında taşıyan Page, bir cinayet vakasının ortasında kalıyor işi sebebiyle, ve film bu cinayet soruşturmasını, Washington D.C. merkezli politik geri planla beraber Page'in sakinliğine yaraşır biçimde işliyor. Eleştirilere bakıldığında en çok tekrarlanan şeyin filmin ne kadar sıkıcı olduğu yönündeki şikayet olduğu görülüyor, fakat nasıl yüzeceğini bilmeyen izleyiciyi bir anda suya atıp bekleyen açılış sekansının tek güzel yanı, film boyu tırmanışı sağlayacak olan tempoyu kuruşu ve eleştirmenlerin şikayeti de bu tempoya dair. Oysa malumun ilanı denilebilecek politik kirliliği herhangi bir cinayet meselesi arkasında anlatabilirsiniz, ama Carter Page gibi bir karakteri bu tempo ve benzeri yaklaşım haricinde filmin odağına alamazsınız. Page işi sebebiyle bulunduğu konumda olduğu gibi her zaman kenara atılan ve atılacak bir karakter, ve The Walker da onun hikayesi. Bu açıdan bakınca aslında çok da şaşırtıcı görünmüyor filmin de gayet yüzeysel biçimde bir kenara atılmış olması. Ancak benim en sevdiğim suç draması/gerilim tarzını temsil ediyor The Walker, tıpkı 2012'in en güzel sürprizlerinden olan Arbitrage gibi. Çünkü ortada bir ölüm var ama bu arkasından gelecek hikayeyi izlemek dışında bir şey ifade etmiyor, kabullenilebilsin veya edilemesin; izleyici için sıradan bir şey oradaki insan yaşamı. Tek önemi, geride kalan insanlara bıraktığı olay yükü. Buna yaraşır bir cinayet sonrası izliyoruz biz de The Walker'da. Soruşturmanın bizim için önemi Page'in karşısında alacağı tavır ve seçenekleri. Bunların hepsinin arkasında farklı güncel politik, kişisel -ki kişisel olan politiktir zaten, değil mi?- ve onların ulaşacağı büyük şemalara dair izler var. Filmin bu noktadan olaylara yaklaşımı ana karakterine de büyük bir değer katıyor. Çünkü Page'in bilmediğini ifade ettiği davranışlarının sebebi filmin bütünüyle beraber o eleştirilen finalle ortaya çıkıyor. The Walker spesifik olarak bir cinayet ve onun arka planıyla ilgili olmuyor; The Walker hep yardımcı karakter olan Carter Page'in filmi.

The Walker, tüm bu etkileyici atmosfer kurulurken tek satırlık vurucu cümleleriyle de filmin üzerine kurulduğu temalara dair doğrudan laflar ediyor. Bu sayede görsel ve işitsel olarak film cümlelerini aktarırken ona bir de açıktan cümleleri ekliyor yani. Sonuçta ortaya çıkan bütün, başkaları için ifade ettiği veya edemediği anlamlarla beni şaşırtırken, bir cinayet vakası etrafına kurabildikleriyle hafif ama rüzgarda uçmayan bir film olmayı başarıyor. Sanatı sansürlersen Suç ve Ceza'yı kaybedersin ama elinde hala bir Raskolnikov olur diyen bir adam, filmlerinin karanlığı ve karakterlerinin geçirgenliği sebebiyle sevilmiyor; işte bunlar hep Paul Schrader.

woody harrelson çok iyi evet ama muhteşem lauren bacall orada dururken sesimi çıkartmamayı uygun buluyorum.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses