Hafsteinn Gunnar Sigurðsson'un hikayesinden uyarlama film, 1988 yazında şehirlerinden uzakta yolda çalışan iki adamın hikayesini şık bir minimalistik tarzda anlatıyor. Hikaye, David Gordon Green'un kendisini güçlendiren anlatımı ve arkaplandaki renkleriyle hafif ve tatlı bir sarhoşluk yaratıyor izleyen üzerinde. Arkada bıraktıkları ve bırakamadıklarıyla günleri geçen Alvin ve Lance oturaklı karakterler olarak izleyeni destekliyor film içerisinde, çünkü bazen boşluk bazen ise nefes alınacak bir alan halini alıyor günlerin getirdiği o ufak kırıntılar ve insan kolay kolay inanamıyor aslında çok da bir şey olmadığına. Hep birikimler var o kadar söz edilen, hani dolu günler üst üste eklendikçe oluşuyormuş gibi sanki; peki ya asıl zaman geçtikçe camın kiri arınıyor da asıl altında olan öz ortaya çıkıyorsa? Yani Godot gerçekten beklenilmeye değiyorsa eğer, hepsi mümkün değil mi?
Alvin ve Lance, şişenin boşaldıkça yarattığı etkiye benzer biçimde ulaşıyorlar; tutunmak için gerekli kola değil, serbest düşüşü kabullenme noktasına. Belki kısa sürecek o farkındalık, belki kamyon şoförüyle beraber o kayıp Kadın'a katılacak onlar da. Çünkü bazen değil, hep kendine dönük aşk. Ufak detaylar bu yüzden bu kadar önemli ve bu yüzden maddi gerçekliklere ihtiyaç yok, her şey o ufak yaratıların birleşmesiyle oluşuyor sadece.
David Gordon Green, bu minimal hikayeyi ürkütmeden ortaya çıkartıyor esansını Prince Avalanche ile, her seyircinin takdir etmeyeceği naif bir film yaratıyor. Çünkü ismi bilinmeyen kokular, ismi bilinmeyen şarkılardan farklıdır; nadiren adres gösterilebilirler.
bir de: paul rudd! bir sene içerisinde bu kadar güzel iki filmle gelmesi, gelirken yanında da giamatti ve hirsch'ün oturması; önceden arada bir yapıyordu böylesine güzel şeyleri ama bu sene tam oldu.
iki afişin ne kadar güzel olduğundan bahsetmeme gerek yok değil mi?
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
26 Ekim 2013 Cumartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 tepki:
Yorum Gönder