31 Ekim 2013 Perşembe

19. Gezici Film Festivali

Yıllardır ülkenin en film festival festivali Gezici, 19. yılında festivalde neler olacağına dair ilk duyurusunu yaptı. Detaylara buradan ulaşabilirsiniz.

Geçen sene görece daha sönük geçmiş olsa da bu seneki festival henüz başlamadan bir bölüm benim için çok özel yaptı festivali: Barış Bıçakçı: İki Film Arasındaki En Kısa Mesafe. En sevdiğim yazarlardan, bırakın istek üzerine yazı yazmayı söyleşi bile vermeyen Barış Bıçakçı bu yıl izleyici için iki film seçmiş. Şimdi benim asıl merak ettiğim filmlerin sunumunu kendisi yapacak mı? Bundan iki sene önce ilk dergicilik deneyimim olacağını umduğum bir fikirle Tanıl Bora'ya gidip kendisine ulaşmaya çalışmıştım ama Bora fikrimi beğense de Bıçakçı'nın kabul etmeyeceğini yine de ileteceğini söylemişti; tabi sonuç baştan belli. O yüzden festivalin sitesinde duyuruyu okurken kendisinin ismi üzerinden üç dört kez geçtim, doğru mu okuyorum diye. Hiç zannetmiyorum ama umarım filmlerin sunumunu da kendisi yapar, yapmasa da zaten onun özel olarak seçtiği filmleri Gezici'de izleyecek olmak da fazlasıyla mutlu edici. 

26 Ekim 2013 Cumartesi

Prince Avalanche

Hafsteinn Gunnar Sigurðsson'un hikayesinden uyarlama film, 1988 yazında şehirlerinden uzakta yolda çalışan iki adamın hikayesini şık bir minimalistik tarzda anlatıyor. Hikaye, David Gordon Green'un kendisini güçlendiren anlatımı ve arkaplandaki renkleriyle hafif ve tatlı bir sarhoşluk yaratıyor izleyen üzerinde. Arkada bıraktıkları ve bırakamadıklarıyla günleri geçen Alvin ve Lance oturaklı karakterler olarak izleyeni destekliyor film içerisinde, çünkü bazen boşluk bazen ise nefes alınacak bir alan halini alıyor günlerin getirdiği o ufak kırıntılar ve insan kolay kolay inanamıyor aslında çok da bir şey olmadığına. Hep birikimler var o kadar söz edilen, hani dolu günler üst üste eklendikçe oluşuyormuş gibi sanki; peki ya asıl zaman geçtikçe camın kiri arınıyor da asıl altında olan öz ortaya çıkıyorsa? Yani Godot gerçekten beklenilmeye değiyorsa eğer, hepsi mümkün değil mi?


Alvin ve Lance, şişenin boşaldıkça yarattığı etkiye benzer biçimde ulaşıyorlar; tutunmak için gerekli kola değil, serbest düşüşü kabullenme noktasına. Belki kısa sürecek o farkındalık, belki kamyon şoförüyle beraber o kayıp Kadın'a katılacak onlar da. Çünkü bazen değil, hep kendine dönük aşk. Ufak detaylar bu yüzden bu kadar önemli ve bu yüzden maddi gerçekliklere ihtiyaç yok, her şey o ufak yaratıların birleşmesiyle oluşuyor sadece.

David Gordon Green, bu minimal hikayeyi ürkütmeden ortaya çıkartıyor esansını Prince Avalanche ile, her seyircinin takdir etmeyeceği naif bir film yaratıyor. Çünkü ismi bilinmeyen kokular, ismi bilinmeyen şarkılardan farklıdır; nadiren adres gösterilebilirler.       

bir de: paul rudd! bir sene içerisinde bu kadar güzel iki filmle gelmesi, gelirken yanında da giamatti ve hirsch'ün oturması; önceden arada bir yapıyordu böylesine güzel şeyleri ama bu sene tam oldu. 
iki afişin ne kadar güzel olduğundan bahsetmeme gerek yok değil mi?
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

24 Ekim 2013 Perşembe

All is Bright

Amerikan eleştirmenlerinin tür takıntısına kurban giden sayısız filmden birisi All is Bright. Hadi bu sebeple aldığı bu kadar olumsuz eleştiriyi bir kenara bıraktım, en beğenen adamlardan biri de screwball komedisi diye övmüş, tabi ki alakası dahi yok; herkes gibi kenarda kalmış sıradan insanlara dair narin bir bağımsız drama yalnızca.

Hakettikleri değeri bir türlü göremediklerine inandığım iki çok iyi aktör Paul Giamatti ve Paul Rudd'a, Mike Leigh filmlerinde izleyip de hayran olmanın elde olmadığı Sally Hawkins eklenince, ve tabi bir de daha izlemeden filmin çok renkli olmadığı anlaşılıyor olunca izleme listemde en yukarıya çıktı bir anda film, iyi ki de çıkmış.

Cezaevinden yeni çıkan Dennis'in, bir zamanlarki suç ortağı Rene'yle beraber bir şekilde yaşama tekrar uyum sağlamaya çalışışını izliyoruz. Bir süre o bildik yaşamdan uzaklaştıktan sonra geri döndüğünde yaşamındaki çoğu şeyin değiştiğini kabullenemeyen Dennis zorlanıyor haliyle. Artık "düzgün yaşamaya" çalışan Rene'yle beraber noel ağacı satıp kendisini tekrar bir yere kapattırmamaya çalışırken bizim günlük yaşamımızda sıkışıyor, neden ve nerede yaşıyor olduğunu biliyor ama işin nasılına takılmıyor. Çünkü bazen yaşam anlatıldığı gibi size ait bir şey olmuyor; tepenizde sürekli dolanan ve bir türlü kaçamadığınız bir bulut veya ekim ayında ertesi gün erken kalkmak zorunluluğuyla bir yandan uyumaya çalışıp diğer yandan da tam o anda uyursanız sabah kaç saatlik uykuyla kalkacağınızı hesaplarken tepenizde dolaşan sivrisinek kılığında size yaklaşıyor yaşam. Planlar sadece, yanlışlıkla üretilmiş küçük not kağıtlarının bir işe yaraması için ortaya çıkmış bir insan uydurması sonuçta.

All is Bright, sağlam oyuncu performansları ve buruk senaryosuyla ne karın ne de yağmurun yağdığı, hatta soğuğun bile yakışmadığı bir kış günü filmi.



sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,    

21 Ekim 2013 Pazartesi

Don Jon

Son yılların en dikkate değer aktörlerinden Joseph Gordon-Levitt'in ilk senaristlik ve yönetmenlik deneyimi olan uzun metrajı Don Jon, hem bir bağımlılık hikayesi hem de bir modern toplum eleştirisi. En değer verdiği şeyler ailesi, arkadaşları, kilisesi, evi ve arabası olan porno bağımlısı New Jersey'li Jon'un, kendisinden daha farklı bir biçimde, chick-flick diye tabir edilen dandik-romantik-komedilerin bağımlısı Barbara'yla ilişkisi ve yaşamına odaklanıyoruz. Kafasında daha önce böyle bir fikir olduğunu fakat nasıl bir şey ortaya çıkaracağını Kanada'da 50/50'nin çekimleri sırasında Seth Rogen'in kendisine verdiği esrarın etkisiyle çözdüğünü söyleyen Gordon-Levitt, Don Jon'da sevimli bir dil tutturabilmeyi başarabilmiş. Özellikle bir komedi filmi için ferahlatıcı bir hava yakalaması ve hicvini sopalı-iğneli yapmak yerine bu komedi ögeleri etrafında döndürmesi filmin keyifli bir seyirlik olmasını sağlamış.

Genel görüşten baktığımızda aslında porno bağımlılığı haricinde toplum içerisinde "olması gereken" kabul edilecek bir karakter Jon. Kaçınılmaz baba-oğul itişmelerini bir kenara bırakırsak sorunsuz anlaştığı ailesi başta olmak üzere iyi insan ilişkileri, kendince kilisesine bağlılığı, sahip olduğu şeylere gösterdiği özen ve başkasının beceremeyeceğini düşündüğü kadar önemsediği ev temizliği yıllardır birçok yoldan olumlu olarak zihinlere nakledilmeye çalışılanlarla gayet uyumlu. Bu sebeple sadece toplumun aşk ve ilişkilere yaklaşımından ziyade genel olarak "kayıp yaşamlara" dair bir anlatı ve eleştirisi var Don Jon'ın. Film boyunca var olan tek repliğiyle, filmin en sonunda ulaştığı ufak mesaja gidişine kendi cümleleriyle etki eden Jon'un kardeşininse bir "yırtma noktası" oluyor bu durumda söz konusu kayıp yaşamlardan, en azından kıyısında bırakıyor onu sadece Gordon-Levitt.

Scarlett Johansson'ın, Gordon-Levitt'in kendisi için özel olarak yazdığı rolle bir kez daha sadece çok güzel bir kadın olmadığını gösterdiği Don Jon; reality şovlar ve reklam gerçekçiliğinde kaybolmuş Amerikan toplumu özelinde yerküredeki tüm kayıp vatandaşların dünyasına doğrudan ve hafif komedi soslu ama ufak bir bakış.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

17 Ekim 2013 Perşembe

The Grand Budapest Hotel // Gelecek Program



Wes Anderson'un yeni filminin afişi birkaç gün önce yayımlanmıştı, ama fragman bugün geleceği için bekledim. Evet, Wes Anderson bildiğimiz gibi yine. Bir kere o nasıl güzel bir posterdir?

Film iki savaş arasında ünlü bir Avrupa otelinde müdür olan Gustave H ve onun en güvendiği arkadaşı haline gelen lobi görevlisi Zero Moustafa'nın maceralarını konu edinecek. Tabi Anderson'un fetiş oyuncularından başta Bill Murray efsanesi olmak üzere Jason Schwartzman ve Owen Wilson çoğunlukla olduğu gibi yine güzel olan oyuncu kadrosunun parçası.

Wes Anderson'ın deadpan mizahını filmin fragmanında bile sergilemesiyse apayrı bir güzellik. Yani bir fragman defalarca izlenir mi? İzleniyor.


Bir de geçtiğimiz hafta The Wes Anderson Collection isminde kendisinin işlerinin incelendiği bir kitap çıktı. İlgilenenler buradan devam edebilir. Ancak ön siparişlerden sonra da yoğun bir talep olmuş olacak ki kitap bitmiş Book Depository'de. Yakında tekrar gelir diye umuyorum. Aynı zamanda Vimeo üzerinde de kitap bağlantılı ve Anderson ile filmleri üzerine odaklanan bir video serisi de bulunmakta.

Drinking Buddies

Kate ve Luke, Chicago'da bir bira fabrikasında beraber çalışıyorlardır. Günleri bira içerek geçen ikili zaman zaman birbirleriyle yakınlaşsa ve aslında birbirleriyle gayet uyumlu olsa da ikisinin de başka sevgilisi vardır. Luke, altı yıldır beraber olduğu sevgilisiyle bir gün evlenme planları yapmaktadır; Kate ise müzik yapımcısı sevgilisiyle daha rahat bir ilişki yaşamaktadır. Daha sonra bir nevi çiftler buluşması yaparlar, öyle olur böyle olur olaylar gelişir.

Drinking Buddies senaryosuz çekilmiş bir film, ve yukarıdaki paragraf film süresince tüm settekilerin elinde olan kaba plotun özeti. Tabi benim "öyle olur, böyle olur" dediğim kısımlardaki olaylar genel hatlarıyla belli, yani oyuncuların nereye gidecekleri büyük oranda belli olsa da nasıl gidecekleri doğaçlama yapılacak olması sebebiyle tamamiyle çekim sırasında olacaklara bağlı. Bir Mike Leigh hayranı olarak elbette bu durum fazlasıyla ilgimi çekti, çünkü onun yönteminin aksine yönetmen Joe Swanberg prova çekimleri falan yapmadan direkt çekimlere başlamış. Böyle bir durumda oyuncuların performansı ve birbirleriyle uyumları ekstra önem taşıyor, ki yönetmenin direkt çekimlere başlaması da bence onlara ne kadar güvendiğinin göstergesi. Zaten o açıdan hiçbir sorun çıkmamış, hatta the O.C.'den beri hep aynı şekilde oynadığını düşündüğüm Olivia Wilde ile New Girl'de zaman zaman sırıttığını düşündüğüm Jake Johnson gayet uyumlu olmuşlar. Hatta House'taki o güzelim karakterinden sonra Wilde'ın en iyi performanslarından biri bile olabilir. Tabi karakterlerinin isimlerini bile oyuncuların kendilerinin seçtiğini düşünürsek, bu rahatlığın verdiği alanı gayet güzel doldurmuşlar. Mesela Anna Kendrick bir sahnede gerçek içki içip gerçekten sarhoş oynamış. 

Bunun dışında her şeyiyle, arkadaşlık konusunda bir şeyler söyleme derdinde klasik bir Amerikan bağımsızı olan Drinking Buddies nescafe gibi bir film; keyifli bir seyirlik ama daha fazlası değil.  

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

14 Ekim 2013 Pazartesi

The Way, Way Back


Yıllardır izlenilen o sevimlilik abidesi filmlerden birisi The Way, Way Back, yani en azından zaman içerisinde öyle olacağı belli. 2012'de Alexander Payne'nin yönettiği The Descendants ile En İyi Uyarlama Senaryo ödülü kazanan Nat Faxon ve Community'deki dekan rolüyle tanıyacağımız Jim Rash'in yine beraber yazdığı ve bu sefer bir de beraber yönettiği film; 14 yaşında, içine kapanık Duncan'ın, annesi, annesinin erkek arkadaşı ve onun kızıyla gittiği tatilde ortama uyum sağlarken çektiği sıkıntılara odaklanıyor. Ama öyle hemen "izledim, biliyorum, aa hep aynı" demeye lüzum yok, çünkü başta yakın tarihli Adventureland olmak üzere teması sebebiyle benzerlik gösterdiği, çağrışım yaptırdığı çok film olsa da tamamen kendi havasında, kendi derdinde bir film The Way, Way Back.


Filmin dengeli ilerleyen her yönünden çok benim ilgimi çeken, sanki '80'lerde geçiyormuş gibi görünse de filmin aslında günümüzü anlatması. İzlerken bu zaman konusunda ne kadar güzel denge tutturduklarını düşünürken sonra öğrendim ki bütçedeki sıkıntılar nedeniyle normalde hikaye '84 yazını konu edinirken bir anda günümüze kaydırılmış. Fakat bu problem gibi görünen durum bence filmin yararına işlemiş çünkü bir yandan yanakları ıslatıp diğer yandan ağladığına güldüren The Way, Way Back'in o arada kalmış yapısıyla çok güzel işleyen bir zamansallık oluşmuş.

Filmin başlangıcındaki sahneyle ortaya çıkan senaryo aslında gayet bildik yollardan ilerliyor. Hatta filmde önemli yer tutan Owen karakteri dahi Sam Rockwell'in kendisini sevdirdiği o klasik rollerinden birisi. Fakat hikayenin işleyişi benzerlerinden çok daha samimi, bunda o açılış sahnesinin Jim Rash'in bizzat kendi yaşamından olmasının ne kadar payı var bilemiyorum; ama filmdeki önemli birçok karakterin o sahneyi yaşayan bir çocuğun ileri yaşlardaki farklı versiyonları olmaıs her şeyi açıklıyor bence. Zaten dümdüz bakılmadığında kendine dair yapısı olan başka bir film olduğu rahatlıkla farkedilir. Çünkü büyüme hikayeleri de sinemada sıklıkla işlenen başka tema ve konular gibi hep birbirinin yanından geçen hikayelerin kaynağı gibi görünse de, esasen tekrar tekrar keşfedilmeye müsait çok zengin alanlardan birisi, üstelik çoğu sefer bunun sadece bir metafor olmasına da gerek yok.  

Eğer Little Miss Sunshine'ı izlemeye doyamıyorsanız, arasına koyup sandviçe katılacak yeni bir film The Way, Way Back; surattaki o kendinden habersiz gülümsemelere ithafen.



sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

13 Ekim 2013 Pazar

Lonesome


1928 tarihli Lonesome, filme ismini veren yalnızlıklarıyla günlük rutinlerinde zorluk çeken bir telefon operatörüyle bir fabrika işçisinin birbirlerini buluşunu anlatıyor. Aslen bir sessiz film olmasına rağmen iki karakterin ilk diyaloglarının gerginliğini sesli olarak işitiyoruz, ve aslen siyah beyaz olsa da karakterlerin iç dünyasını yansıtırcasına yer yer renklenip çok güzel sahneler oluşturduğu da oluyor filmin. Tabi bu noktada dünyanın en saygın ev-videosu/film dağıtıcılarından Criterion Collection'ın neredeyse kusursuz restorasyonunu da unutmamak gerek, çünkü filmin bugün bu kalitede ulaşılabilir olmasını sağlayan kendileri.



Zamanının tekniklerini gayet yaratıcı biçimde kullanan Lonesome, günümüz romans filmlerinden sade anlatısıyla ayrılıyor. Yoksa en bilindik hikayelerden birisi üzerine aslında film, fakat eskimişliğinin getirdiği naif bir yapısı var, kendisinde ulaşılamaz bir farklılık barındıran o eskimişliğinin.

Lonesome, Criterion Collection'dan çıkan blu-ray kapak tasarımı kadar güzel, bugünün romans filmlerinin yanında özel bir yerde duran bir klasik.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

12 Ekim 2013 Cumartesi

Gravity


Her şeyden önce, Gravity'nin 17 dakikalık tek plan açılış sekansı, yani plan-sekans açılışı, sinema tarihindeki hem en güzel plan-sekanslardan hem de en güzel açılış bölümlerinden birisi, ve şu ana kadar görece sönük geçmiş 2013 yılını tek başına hatırlanabilir kılabilecek şeylerden birisi. Plan sekans hayranı bir izleyici olarak, alamet-i farikası bu çekimler olan Alfonso Cuaron'ın bu son 17 dakikalık harikasının tek başına Gravity'yi çok başka bir boyuta taşıdığını da söylemeye gerek yok sanırım.

Ama hepsi bu kadar değil tabi ki, çünkü filmin etkileyiciliğindeki ana etmen, kamera kullanımıyla seyircisini kendi içerisinde de bir izleyici olarak konumlandırıp benzersiz bir yolculuk deneyimi yaşatması. Ve tıpkı filmin, sizin filmi izlerken kendi arafınızdan kaçtığınızdan haberi olmadığı gibi karaterlerin de sizden haberi olmadan hikayeye böylesine birinci şahıstan katılışınız, yani hikayede aslında size yer olmasa da sizin orada oluşunuz, Sandra Bullock'ın karakteri Ryan Stone'un bir nevi ruhsal yolculuğunun yansımasını yaşatıyor izlerken. Filmde neredeyse tek bir saniyenin bile boşa harcanmamış olmasıysa durmaksızın konuşan zihnin yankılanması gibi, sadece, bir kazadan sonra uzayda sürüklenirken hayatta kalma çabası veren bir astronot ile bir mühendisin hikayesinden ötede olan, filmin o çift anlamlılığına büyük katkı sağlıyor. Çünkü film hem bir yeniden doğuş hikayesi olarak bir uzay hikayesi, hem de kendi başına metaforlarla bezeli bir zihinsel yolculuk süreci -ki bu noktada yeniden doğuşu da ayırıp filmin çift değil, çok anlamlılığı da diyebiliriz. 

Filmin önemli bir bölümü dijital olarak yaratıldığı ve bu da gerekli teknoloji ulaşılabilir olmadığı için yaklaşık dört buçuk yıllık bir süreç aldığı için filmin teknik yönü haklı olarak fazlasıyla konuşuluyor ve bilgisayar yaratısının son zamanlarda aşırılaşmasının sinemaya zarar verdiğini düşünen biri olarak, Gravity benim gözümde o "dijitalizmin" tam olarak sinemaya nasıl etki etmesi gerektiğini gösteriyor. Çünkü filmler bir insan hayalgücü yaratısı ve bilgisayar katkılı olan her şey bu yaratıyı güçlendirmek için, yani bu yaratıda gerçekten yeri olacak şekilde yapılması gerektiğini düşünüyorum; Gravity de işte tam olarak bu.

Son bir aydır Breaking Bad ile beraber izleyicilere en çok pompalanan şeylerden biriydi Gravity. Ama Alfonso Cuaron'un yeni şaheserinin diziye oranla bu abartılmayı gerçekten hakettiğini düşünüyorum. Çünkü Scorsese'in Hugo'su dahil bugüne kadar üç boyut teknolojisini en iyi kullanan film Gravity ve üç boyutlu filmler içerisinde bir teknoloji demosu veya "hadi bir de üç boyutlu yapalım" olmayan, böylesine beğendiğim tek film de kendisi, tabi bu seferki kıyaslamada Scorsese'in Hugo'su hariç. Ve bu, hem Alfonso Cuaron'un hem de ismi genelde arka planda kalmaya meyilli olan ama en az Cuaron kadar iyi işler çıkartan görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki'nin başarısı. 

Gravity, bugüne kadar henüz izlerken, kendisini ikinci kez ne zaman izleyeceğimi düşündüğüm tek film olabilir. Yanlış anlaşılmasın, söylemeye çalıştığım; kendisini yanlarına dahi yaklaştırmayacak kadar çok sevdiğim birçok film var elbette, ama en sevdiğim filmi bile henüz ilk kez izlerken ikinci kez izlemeyi düşünmemiştim daha önce. Gravity işte böyle bir deneyim sunan bir film. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

9 Ekim 2013 Çarşamba

This is the End

Tek cümleyle;
Hani sabah uyanınca birkaç farklı paketin dibinde kalmış kahvaltı gevrekleri görürsünüz de bari atmayayım diyip hepsini karıştırıp bir kaseye koyar sonra da üzerine süt dökersiniz ya; ama sütü döktükten sonra bir şeye dalarsınız da o kase öyle kalır bir süre ve siz kahvaltı yapmadığınızı farkettiğinizde geri dönüp yemeye başlarsınız; işte o artık yumuşamaktan beter olup sütte boğulmuş kahvaltı gevrekleri gibi bir film This is the End.

Kendime not: en son Hangover gibi bir facia yaşamış olmana rağmen hala öğrenemedin şu komedi filmlerinde çoğunluğa kurban gitmemeyi. Hayır, Anchorman'ı de inat edip izlemememiştin halbuki, o zaman öğrendin sanıp bi' rahatlamıştım ben. James Franco'nun ismini gördüğün anda kaçacakken sen neler yapıyorsun öyle kuzum? Git İngiliz komedi dizilerine takılmaya devam et, olmadı South Park izle ya da Craig Ferguson'un kaçırdığın eski bölümlerine dön maceraya girmeden illa komedi diyorsan, ne diye böyle işler yapıp kendini kötü hissediyorsun ki beğenemeyince?  

Film kendimle itiştirdi beni.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Ekim 2013 Cumartesi

The Incredible Burt Wonderstone


The Incredible Burt Wonderstone, çeşitli zamanlarda ciddi takıntılarımın öznesi olmuş oyunculardan kurulu bir film. O yüzden bugün eğlenceli bir seyirlik aramama bile gerek kalmadan karşısına kuruldum. Fakat fazlasıyla özensiz ve bütünlüksüz, farklı kişilerin elinden çıkmış gibi duran farklı iki yarıdan oluşan bir filmle karşılaştım. İlk yarısı boyunca en son Robert De Niro ve Al Pacino'yu Righteous Kill'de izlediğimde bir film hakkında söylediğim ve nadiren söyleyeceğim şeyleri tekrarlatırken; ikinci yarısıyla beklentimi karşılayan bir tempoya oturdu film. Ama tabi o ilk yarıdan sonra belki yoluna girecektir diye bir umutla filmi bırakmamak için kendimi tutarken fazlasıyla düşen standartım sebebiyle de daha güzel gelmiş olabilir ikinci bölüm.


Kendisini dahi pek ciddiye almayan umursamaz ve absürd bir eğlencelik film yapma isteği gayet ilgi çekici, fakat bu isteği filmde görebiliyor olsam da bunun ayarı tutturulamamış. Asıl sorun da zaten bu, çünkü bu dengesizlik bir film için normalde fazlasıyla problemliyken bir de hali hazırda böylesine klişeler üzerinden hareket eden bir absürdlükte tam rezalet olmuş. Yani zaman zaman '80'lerin izlenemeyecek kadar boğucu aile komedilerini hatırlatan film bir anda bir South Park bölümüymüş havasına bürünebiliyor ama bu bilinçli bir tercihten çok, en naif ifadeyle, özensizlikten kaynaklanıyor.

Inception misali, kendi içerisindeki bir karakterde kendisini bulan, bir nevi kendisinde kendisini oynayan filmler arasında yerini alan The Incredible Burt Wonderstone, Jim Carrey'nin canlandırdığı Steve Gray karakteri gibi bir film: nasıl senaryo yazılır kitaplarına göz kırparcasına ama yine de eğlenceli biçimde ortaya çıkmış ve gayet keyifli bir karakter olabilecekken işlenemiyor ve fazlasıyla bunaltıcı oluyor, fakat final sekansıyla beraber ideal bir komedi filmi karakterine bürünüyor ve tüm 100 dakikanın acısını birkaç sahneyle çıkarıyor. Yine de James Gandolfini'yi son bir kez izlemek için Enough Said'i beklerken kendisinin kurudan ziyade boş bir karakterle de olsa bir anda karşıma çıkması benim için güzel bir sürpriz oldu.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses