28 Eylül 2013 Cumartesi

Blue Jasmine


Merak edilen bir filmi ilk kez izleyecek olmanın heyecanı, dünya üzerinde oluşumuzu anlamlı kılan ender şeylerden birisi benim için. Özellikle film bittikten sonra jenerik akarken salonun ışıkları açılana kadar geçen o süre, dünya üzerine kendimi en mutlu hissettiğim anların başında geliyor. Hoş, o her zaman o güzelim sinema salonlarının büyüsünden kaynaklanıyor, çünkü hangi film olursa olsun o salondayken dünyanın benim olduğum yerde döndüğünü hissediyorum. Fakat güzel insan Woody Allen sayesinde her yıl en azından bir gün o ilk kez izleme heyecanını da yaşıyorum, bu sene de Blue Jasmine oldu bu heyecanın sebebi.

Her şeyini kaybetmiş New York'lu Jasmine'in kız kardeşi Ginger'ın yanına San Francisco'ya gelişi ve bu süreçte yaşadıkları etrafında dönüyor film. Yani birkaç film sonra Woody Allen yine ülkesine ve daha önemlisi şehrine dönüyor bu sefer, her ne kadar ilk dönem filmleri gibi şehri de arka planda önemli bir yer tutmuyor olsa da.

Film başlamadan önce Thoreu'yu okurken, "yalnızca tek bir yaşam biçimi var, insanların övgüyle söz ettiği ve başarılı gördüğü; niçin bütün öteki yaşam biçimlerini elimizle itip birini abartıyoruz ki?" cümlesine takılmıştı zihnim, altını çizmek için kalem çıkarmaya üşendiğimden sayfanın ucunu kıvırmış sonra da salona girip oturmuştum. Yıllardır bir şekilde etrafında dolaştığım, hiç de sıradışılığı kalmamış bir fikirle kurulmuş bir cümleydi elbette ama ilk defa bu kadar yalın ve doğrudan ifade edilişine tanık olmuştum. Blue Jasmine de tam üzerine geldi aslında bunun, zaten Woody Allen'ın her filmi hemen öncesinde okuduğum ya da yaşadığım bir şeylere denk geliyor genellikle, sanki filmi izlemeden önce hazırlanmış gibi oluyorum onun için hep. Belki de bu yüzdendir kendisi dahil birçok insanın, Allen'ın filmlerine o büyük filmlerden çok uzakmış gibi bakmaları, çünkü o kadar yaşamın içerisinden ki; sanki öyle büyük film olabilmesi için olağandışı bir şeyler olması veya sıradanın dahi şişirilmiş bir sıradışı estetikle anlatılması gerekiyormuş gibi.

Jasmine'in yaşadığı sıkıntıyı, içine düştüğü çıkmazları gayet iyi aktarırken Allen'ın yazarlığındaki o ince dokunuşları kadar Cate Blanchett'in oyunculuğu da filmi sürükleyen ögelerden biri olmuş. Elbette Sally Hawkins'i de izlemek benim için her zaman büyük zevk, hele bir de Woody Allen filminde olunca kendisinin perdede olduğu her an ayrı bir keyfe dönüştü. Fakat filmin ismine de yansıdığı şekilde ana konunun Jasmine etrafında gelişiyor olması diğer karakterleri biraz fazla arka planda bırakıyor, bu sebeple Hawkins'i izleme keyfi de filmin yan-güzelliklerinden biri oluyor. Öyle ki Ginger, üzerine daha fazla gidilebilecek bir karakterken kartondan hikaye eğrisine en sevdiğim komedyenlerden (hatta dizisi sayesinde senarist, oyuncu ve yönetmen sıfatlarını da ekleyebiliriz buna) Louis C.K.'nin eklenişi dahi Jasmine'e çıkacak yollardan olmuş.

Blue Jasmine, dünyaya sahip herkesin ya da diğer bir deyişle karşılaştığım insanların ender bir kısmı hariç geriye kalanının inandığı gibi yaşamın tek bir biçimine takmış bir karakter üzerinden, nasıl nefes dahi alınamayacak hale gelineceğinin filmi oluyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

1 tepki:

Adsız dedi ki...

güzel bir yazı.
www.mebmemuru.com

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses