13 Nisan 2013 Cumartesi

The Prisoner of Second Avenue

Günler "iyi" sıfatına abone olmuş niteleme ve dileklerle geçiyor. Herkes, her şeyin iyi olanının peşinde fakat gözden kaçan sorun şu ki sıfatın içi dolu değil, tanımlar ortada yok. Kendimizin farkına varmaya başladığımız ilk andan itibaren her şeyin en iyisini istiyoruz oysa, en iyisini istememiz gerektiği öğretiliyor zira herkes günlük konuşmaların samimiyetsizliğinde en iyisini hakediyor. Yalnızca bazen farkediliyor; en iyilerin sadece ismi nitelediği, eylemi veya sonu değil.

Mel, olan bitene tepki gösterdikçe yoruluyor ama etki edemiyor. Derdi pürüzlerle değil, şikayet ediyor olmasının sebebi çok daha temel bir problem, yoksa o da farkında günlerin köpüğünün çevreyi ıslatarak bazen sadece patlayacağının. Afişteki cümleyle film, ilk anda, sanki izleyiciye kendi sorunlarının önemsiz olduğunu anlatmaya çalışıyormuş gibi sunulsa da aslında yine hem afişte arka plandaki Manhattan manzarasıyla hem de Mel'in eşi Edna'yla durumun hiç de öyle olmadığı ve filmin derdini anlatırken de sıkça kullandığı ironik ve nükteli dili belirginleşiyor. 

Jack Lemmon'ı izlemenin keyfi, takanının çok olmadığı şeylerle sıradanlaşmış hikaye numaralarıyla uğraşmayan bir filmi izlemenin keyfiyle birleşince ve Lemmon'a da Anne Bancroft eşlik edince ortaya övgüsü abartılmaya meyilli The Prisoner of Second Avenue çıkıyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses