18 Kasım 2015 Çarşamba

The Lobster


Ertesi gün The Lobster'ı izleyeceğim aklımdan çıkmışken tam bir gün önce yazmıştım: yalnızlık değil, bir arada olamamak diye. Doğrusu söz bu konudan açıldığında garip bir özgüvenle kendimi konuşması gereken kişi olarak görüyorum. Gözlemlediğim herkes yapacak herhangi bir şey bulduğu anda bir başkasını davet ederken ben, mesela, The Lobster gösterimini gördüğüm anda bir süredir filmi izlemek için can atıyor olduğum gerçeğiyle yalnızca kendim için bilete atlamış, bir başkasını davet etmek henüz film başlamadan birkaç dakika önceye kadar cidden aklıma dahi gelmemişti. Bu yüzden söz buradan açılınca hissettiğim özgüvene şaşmamak gerekiyor belki, ama zaman içerisinde vardığım bir gerçek var ki, o da, yalnızlık denen şeyin her durumda iyi veya kötü yönde abartılmaya mahkum olduğu.

The Lobster olduğundan fazla distopik çınlayan bir plotla, çift olmayanların yakalanıp aşık olmaları için bir yere belli bir süreliğine kapatıldığı ve bu sürede kendilerine uygun bir partner bulamamaları halinde başta tercih ettikleri hayvana dönüştükleri bir dünyada geçiyor. Filmi izlemeden önce Dogtooth'un ağzımda kalan tadıyla tam anlamıyla etkileyici bir gariplikler zincirine tanık olacağımı düşünmüş olsam da -Alps'i pas geçmiş olduğumu çaktırmayalım- The Lobster esasında günümüz dünyasının bir karikatürize biçimi. Yalnızca kendine kurduğu dünyanın yergisel ögeleri bile bunun ayan beyan göstergesi elbette fakat film kendini sunduğundan çok daha fazla günlük yaşam gerçekliğine yakın ilerliyor. Elbette kurumsal durum ve çift sayılma şartlarındaki katılık gibi çeşitli elementler aşırı olarak görülebilir, fakat gündelik ilişkilerimizin derinine indiğimizde gerçekten insanlar bundan çok farklı bir zeminde mi değerlendiriyorlar çekici buldukları cins ile olan ilişkilerini? Kaldı ki çifte dönüşememe durumunda gelip çatan bir hayvana dönüşme hali dahi ilişkilerimizin temelindeki güdüsel durumlara doğrudan bir atıf olarak işlemekte.




Toplumsal yorumlarını ve insan ilişkilerine dair yergisini bir kenara bırakabilmeyi başarırsak The Lobster esasında çok saf bir aşk hikayesi olarak işletiyor kendisini. Rachel Weisz'ın miyop kadın karakterinin anlatıcı olarak başlaması belki hikayenin merkezini daha çok saf ve gerçek anlamıyla romantik bir erkek eksenine koyuyor olsa da temel itibariyle filmin bir aşk hikayesi olarak işlediğini ve bunu da benzeri nitelemenin yapılabileceği diğer birçok filmden çok daha hak ettiğini söylemek mümkün. Zira gündelik ilişkilerini olması-gerekiyormuş-gibi-gözüken-ilişkiler üzerine kuran bir insanoğlu çoğunluğunun olduğu dünyada sorulması banal kaçabilecek belli soruları en saf halleriyle zihinlere itiyor Lanthimos, ama zaten ne söylendiği kadar nasıl söylendiği de önemlidir, değil mi? Her zaman için anlamakta güçlük çektiğim zorlama veya kendi koyduğum ismiyle iş-arkadaşlığı-ilişkileri belki yaşamın ihtimallerle olan bağlantısı ile savunulabilinir, fakat ihtimallerin rastgeleliğine değil de sürekliliğine inanmanın gerisinde gizli olan kaybetme garantili kumarbaz anlayışını savunabilecek herhangi bir argüman düşünmekte zorlanıyorum. Belki her şeyden çok bu sebeple bir başınalık ile yalnızlığı belli noktalarda ayırmak gerekiyor, zira bir arada olamamak aslında bir başına olmak demek olmuyor tam manasıyla: yalnızlık işte tam da bu anlarda değer kazanıyor. Esasında yaptığımız şey zamanı geçirmek ise bunun fayda anlamındaki değerini kalabalıklaşmak üzerinden ölçmek, arkasında *alışılagelmiş olma* ötesinde bir anlam taşıyacak mıdır? Ve anlam taşımayan bir ilişkinin sürekliliği için uğraşmaya insanın zamanı var mıdır, olmalı mıdır ya da buna harcanan zaman her taraf için bir saygısızlık göstergesi değil midir? Katı bir etik anlayıştan bahsetmiyorum oysa ben, ve tam da bu yüzden The Lobster gerçekliği tümüyle gerçek dışı bir dünyayı tasvir ederek mecazda bulmasıyla ilgimi çektiği kadar sevgimi kazanıyor. Zira yalnız olmak bir tercih olarak belirebiliyorsa insan ilişkilerinde içkin bir yanlış olduğu ortada ya da mesele belki de sadece her enzim için bir substrat olmadığı gerçeğidir. 

The Lobster, kurduğu gerçeküstü dünya ile günümüz insan ilişkileri ve buna dair algıyı en sade biçimiyle yakalayabilen ve buna dair komik olmakla ciddi olmayı bir arada yaşatabilen sert bir film. Wilco her ne kadar "How to Fight Loneliness" diye şarkı söyleyerek etkilese de yengeç yine de yan yan yürüyor. Sonuçta iki miyop birbirini bulduğunda "peki ama neden?" pek de yerinde bir soru olmuyor. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses