31 Mart 2013 Pazar

The Giant Mechanical Man


Çoğu zaman sadece Hollywood'a yakıştırılan bir tabir olsa da aslında sinema kendi haliyle bir hayal fabrikası. Benim gözümde festival filmleriyle gişe filmleri arasında bu ölçekte çok fazla bir farklılık yok yani, çünkü ilk kabulde herkes "çok büyük" bir şey yapmak istiyor. Haliyle her şey de fazlasıyla ciddiye alınıyor. The Giant Mechanical Man gibi filmleri veya özellikle '80'ler ve '90'ların o "sıradan" filmlerini bu yüzden çok önemsiyorum ben. Elbette konusuzluktan bahsettiğimizde bir Jarmusch filmi tadı vermiyor birçoğu fakat çıplaklıklarında çekici bir lezzet var: Bir bahar günü havalar gittikçe sıcaklaşır ve yeryüzü bir kez daha kendini yenilerken buna ortak olamıyorsan ya keyifli bir western filmi ya da bu filmler günü güzelleştirebilir çünkü. Sıradandır, tahmin edilebilirdir, farklı bir şey sunma derdinde değildir ama mutlaka, öyle ya da böyle, anlatacak bir derdi, hikayesi vardır ve en önemlisi kendisini bilir böyle filmler, işte bu yüzden ben aynısını onlarca-yüzlerce kez izlesem de bu naifliği tadabildiğim sürece bıkmam.

Jenna Fischer, The Office US ile tanıdığım ve ilk zamandan beri de izlemekten keyif aldığım birisi. Yönetmen ve senarist Lee Kirk, belki de Fischer'ın eşi olmasının getirdiği tanıdıklıkla kendisinden bir oyuncu olarak çok iyi yararlanmış filmde. Benim için Six Feet Under asıl olmak üzere, çeşitli film-dizilerde küçük rolleriyle yer alan Chris Messina da rolüne oturunca güzel bir birliktelik olmuş. Film de sonuca bağlanma konusunda tahmin edileceği gibi bu ilişki üzerine kurulu olduğundan muhtemel bir rahatsız edici çıkıntı böylece ortadan kalkmış. Filmin, ismine de yansımış olan hikaye içerisindeki derdi de bence filmin kendi "varlık sorununa" uyum sağlıyor, sonuç olarak sokaktaki her heykel veya herhangi bir yerdeki estetik her biblo için tarihten bir ismin denk gelmesi mi gerekiyor?


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

27 Mart 2013 Çarşamba

Atlantic City



Büyük zamanları küçük yaşamış bir adam Lou, hep aklı kalıyor insanın öyle olunca. Ama yakındır hep böyle karakterler, çünkü zamanlar geçtikten sonra büyür ve o yüzden hepimiz hep küçük yaşıyormuşuz gibi gelir, zaten olup olacağı hepsi de o kadardır, belki de bu sebeple bir sinema efsanesi canlandırıyor Lou'yu -bir zamanlar Fransız ve yönetmen sözcükleri buluştuğunda aklıma ilk gelen ismi değiştiren- Louis Malle'in bu estetize edilmemiş fantezi kırıcısında.

Springsteen, '82 tarihli Nebraska albümündeki, filmle aynı isimli şarkısında diyor ya; makyajınla saçını güzelce yap ve bu akşam benimle Atlantic City'de buluş, diye, işte öyle karakterlerle örülü bir film Atlantic City, çünkü öyle karakterlerle örülü bir dünya bizimkisi. Lou için ne kadar bitmiş ise her şey, Sally için de o kadar başlamamış daha, arası herkes için kayıp, beklentiyle dolan ama yaşanmayacak onlarca fark. Yani sadece, henüz filmin başında konuk olunan o limon sahnesiyle arzulanmıyor Sally, sadece bu yüzden onun için düşmüyor Lou, Sally var çünkü umudu var, zira şarkı da diyor ya; her şey sona erer yavrum, bu gerçek, ama belki biter de döner başka zaman.

Filmin konu edindiği dünya aslında zamanla üzerine yeni bir şey söylenmesi güçleşmiş bir dünya, en azından çekim haberleri ilk çıktığında Sean Penn'in de etkisiyle beni çok heyecanlandırmış olan Gangster Squad ve benzeri bir çok filme bakınca öyle görünüyor. Ama Malle'in o melankolik bakışı hemen hissediliyor Atlantic City'deki dünyada. Elbette film 1980 yapımı fakat o zamanlara geç kalmış birisi olarak ben geriye bakarak izliyorum, ve buna rağmen döneminde de türün içerisinde ayrı bir noktaya oturduğunu düşünüyorum Atlantic City'nin. Bu açıdan belki Chinatown'u ilk izlediğimdeki etkiyi bırakmadı ama ondan daha ağır, soğuk ve çıplak bir film kendileri. Tabi bunların hepsi Malle'e olan hayranlığımı ifade etmek için söylediğim şeyler, yoksa 1980'den sonra benzer dünyalara çok farklı pencereden bakmayan ama buna rağmen etkileyici olan filmler çekilmiş olduğu gibi 1990'da da türün başyapıtlarından biri gelmişti. Ama sonuç olarak Malle'in Atlantic City'si hepsinden ayrık bir yer ediniyor kendisine.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
 

9 Mart 2013 Cumartesi

24. Ankara Uluslararası Film Festivali

Ya da, perşembenin gelişi çarşambadan belli midir?

Ankara Uluslararası Film Festivali, geçen sene festivalin başlamasına henüz bir hafta kala afiş tasarımında problem yaşıyordu, tanıtım videosu hala tam anlamıyla bitmemişti ve bunların üzerine daha programı ortada yoktu. Bu seneyse, her şeyin gerekli sekmede değil de şans eseri bulunduğu web sayfasında festivalin başlamasına bir hafta kala programını yayınlamayı başardılar. Biletler de öğrenci için 8 TL. Festivalin bu yılki temasıysa fazlasıyla orijinal: doğu imgeleri. Şaşılacak iş ki, meğerse festival ekibi tanıtım işini biliyormuş da festivalin bu seneki temasını güzelce açıklamış: "...Festival bu yıl, bu kültürel boyuta vurgu yapmak için ‘Doğu’yu mercek altına alıyor ve Türkiye’de hemen hiç bilinmeyen ülke sinemalarından on filmlik bir seçki oluşturuyor...." Yani demiyor ki, biz bu festivalde o kadar kötü iş çıkarıyoruz ki itibar falan kalmadı, e zaten devir de malum kapitalizm falan işte, senenin en önemli Avrupa filmlerini gösterebilecek olsak yüzlerine bakmayız da denize düştük bari sarılalım, zaten baksanıza, gösterimini yapacağımız filmlerin orijinal isimlerini bile yazmayı beceremiyoruz.

İşin kısacası Ankara Uluslararası Film Festivali hızla kendini geliştiriyor, hatalarından ders alıyor, 30. yılında bomba gibi gelmek için hazırlanıyor. Sabır sözcüğüne hiç bu kadar acil ihtiyaç duyulmamıştı.


Bir not; geçen seneki o festivalden sonra ekipteki birçok isim görevlerinden alındı. Ama bu iş futbolda gol atamayan takımın gol atmak için başka hiçbir şeyi değiştirmeden tek forvetinin yanına ikincisini yine olmayınca üçüncüsünü alıp hüsran yaşıyor olmasından pek farklı değil.  
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

6 Mart 2013 Çarşamba

"Gelecek Program" ve To the Wonder


Bir süredir izlediğim filmlere dair paylaşacağım notlar tutmuyorum pek. O yüzden Terrence Malick gibi bir yönetmenin yeni filmini izleyecek olmanın heyecanıyla beraber, buralar da boş durmasın, yani en azından hala buralardayım diyebileyim diye filmin fragmanı ve kamera arkasını Türkçe altyazılı olarak beraber izleyelim dedim. Tabi diğer bir amacım da şu "gelecek program"daki cinsliği belirtmek.



Yine muhtemelen kurgu masasına oturunca çekimler sırasında ana karakterlerden birini oynadığını sanan, ve aslında gerçekten de öyle olan, oyunculardan birisini o masada bırakmıştır Malick. Kurgu evresindeki o büyük değişikliklere rağmen yine büyüleyiciliğinden bir şey kaybetmiyor filmleri ama gayet kişisel beklenti/isteğimi belirtmeden duramayacağım; umarım sonraki filminin kadrosunda bulunan Natalie Portman'a yapmaz bunu.

Hala ilk uzun metrajı Badlands'i unutamıyorken üzerine başka güzel filmleri de geldi ama hiçbirisi bende o ilk filminin etkisini bırakamadı, ki aslında en sıradan anlatıma sahip filmiydi o. Umuyorum en sonunda To the Wonder ile beraber kendisinin o ilk filmini ben de aşmayı becerebilirim artık.

Filmin İngiltere ve İrlanda'nın ardından Fransa'yla beraber ilk vizyona gireceği ülkelerden biri Türkiye. Woody Allen'ın 2010 yapımı You Will Meet a Dark Stranger filmi de çok sevdiğim Büyülü Fener'in 8 mart için listelenmiş "gelecek programı" arasında yer alıyor ayrıca. Bu da benim fazlasıyla garibime gidiyor.




sevgi, sayı ve o tarz bilumum duygularla:;,


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses