21 Ocak 2009 Çarşamba

Duvar


"...Bu filmde anlatılanlar, yaşanmış olayların yeniden hatırlanmasıdır. Onlar kan, ateş ve gözyaşı içinde, duvarların karanlığında, ışığı ve suyu aradılar. Bu filmi onlara, el yordamı ile ışığı ve suyu arayan küçük arkadaşlarıma adıyorum."
diyor Yılmaz Güney bu değerli film için.

Bir sinema insanı olmasından öte, insanlığına, yani insalığına derken merhamet vs. değil kastettiğim şey, baştan sona kendisi, yaşamı, yaşayışı, yaptıkları, yapacakları kısa ve oldukça basit bir deyişle her şeyiyle kendisine hayran olduğum Tuncel Kurtiz, filme çok ayrı bir değer katıyor gözümde. Bazı aksaklıklar dışında diğer oyuncularda iyi oyunculuk sergilemiş. Bunun 'bazı' olmasının nedenide, şartlar sonucu oyuncu bulunamaması ve bu nedenle -zorunlu olarak- amatörce kotarılmış sahnelerin olması.


Çürümüşlüğün yeri, zamanı, insanı yok. Her yerde, herkeste ve her zaman var bir çürümüşlük. Modern dünya dediğimiz şey, insana bazı olumsuzluklar pompalıyor verdiği tüm diğer güzel şeyler dışında. Geçmiş savaşlar gibi değil artık günümüz savaşları. Öyle ortada apaçık meydan savaşları yok. Füzeler, nükleer bombalar falan bile geçmişte kalmış artık. Başka bir savaş bu. Hani diyoruz ya 'psikolojik savaş' diye, öyle bir şey bu da. Tuncel Amcamın filmde diyalogmuş gibi gerçekleşen monologunda (o ne be demeyin oluyor böyle şeyler:) bu durum aslında çok güzel ortaya konuluyor.




İnsan tercih etse de etmese de toplumsal bir varlık. Şahsen ben bunu sürekli redderdim ama bir gün kabullenmek zorunda kalıyoruz bu gerçeği. Bu toplumsal düzen içerisinde herkes, farkında olmadan, birbirine olumlu ya da olumsuz yönelimler katıyor, yönlendiriyor. Suça, pisliğe iyi-kötü her şeye karşı yönelimler kendi aramızda gerçekleşiyor. Yani aslında, normal koşullar altında, birinin caniliği hepimizin caniliği oluyor. Hiç tanımadığımız birinin işlediği suç aslında bizim yüzümüzden gerçekleşmiş olabiliyor. Birbirimizi böyle böyle yok ettiğimiz gibi değerlerimizi de böyle yok ediyoruz. Bu değerler, ahlak, namus, dürüstlük vs değil. Onları zaten çoktan kaybetmişiz geçmiş yüzyıllarda. Somutlaştırdığımız, somut varlıklara dönüştürdüğümüz değerler bahsettiklerim.

Ve yine adalet! Bu adalet öyle bir şey ki, kişinin haksızlığına verilen karşılıkla, o kişiyi öyle haklı bir konuma getiriyor ki yaptığı haksızlıkta haklı durumda olan birey bile ağzını açamıyor. En basit tanım belkide
günümüz adaletinin, güçlülerin güçsüzler karşısındaki eşitliği olması. Yılmaz Güney'de filminde Türkiye'yi anlatmak istediğini ve bunu en iyi şekilde Türkiye'deki bir cezaevini anlatarak yapabileceğini söylüyor. Kendisininde -malesef- cezaevinden kurtulamayan bir insan olması ve büyük sinema sevgisiyle büyük yeteneğini buluşturma başarısı, Türkiye'yi hatta dünyayı bir cezaevi üzerinden en iyi şekilde anlatmak için dünya üzerindeki sayılı insanlardan biri olduğunun göstergesi. Zaten çekimlerde, sahnelerin oluşturulmasında ne kadar güzel bir yönetmenlik izlediğimizi görüyoruz.



Acılar paylaşılamıyor malesef. Paylaşılsa belki bu kadar çok acı olmayacak dünyada, ama paylaşılamıyor işte. Hislerin gerçekliği ve acıtıcılığı engelliyor belki paylaşılmasını, belki de zaten istenmiyor, böylece acı çekmenin de bencilliği oluşuyor. Ve, nasıl o zaman o çocuklar acılarını birbirleriyle tam anlamıyla paylaşamıyorlarsa bizler de bugün acılarımızı tam anlamıyla paylaşamıyoruz. Bir sihirbazın kandırmacası gibi illüzyon bir paylaşmak bizim yaptıklarımız, öfke, intikam gibi duyguların etkisiyle birleşiyoruz sadece belli bir odağa karşı, yoksa paylaştığımız falan yok. O çocukların birbirleriyle paylaşamadığı acıyı, aynı baskıyı, düşünceyi, yaşamı, yozlaşmış ve çürümüş sistemi yani var olan her şeyi hissettirdiği gibi içinizde hissettiriyor bizlere Yılmaz Güney bu filmle. Filmin anlattığı ve düşündürdüğü her şeyi bir kenara bırakırsam ve sadece o dönemin acısını hissettirdiğini ön plana alırsam, acaba bugünlerin hissedilip, paylaşılamayan acılarını da gelecekte mi böyle sanat eserleriyle hissedip, paylaşacağız diyorum. Zaten, bugün yaşananlar, geçmiş yaşanmışlar sonucunda ortaya çıktığına göre öyle bir şeyler olacak işte.

Yaşamı düşünceyle buluşturmak zor. O kokuşmuşluktan tek kurtuluşun isyan olduğunu düşünülerek başlatılan hareket sırasında kaybedilenler, duvarlarda hiçbir işe yaramayan belki sadece teşvik edici özelliği bulunan o yazılar ve silinişleri bunu çok güzel bir biçimde ortaya koyuyor.




Ve son olarak çaresizce, çare arayanlara, ait oldukları yeri arayanlara filmden bir not: "Bizim için hayatta yaşanacak hiçbir yer kalmamış, hiçbir yer."

Filmimiz, son derece güzel bir politik sinema örneği. Çünkü belli bir düşünceyle yapılmış olsa da bir ideoloji savunuculuğuna, propaganda filmine dönüştürülmemiş film. Aynı, acıtırken duygu sömürüsü, anadolu üzerinden dünya anlatılırken varoş edebiyatı yapılmadığı gibi. Ne düşündüğünü, hangi ideolojiye inandığını hiç ama hiç umursamadan saygılar Yılmaz Güney, oralara geldiğimde karşılaşmak, sohbetleşmek üzere!



0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses