20 Mart 2017 Pazartesi

Silence


Silence'a dair bir şeyler söylerken Scorsese'nin adı konulmamış inanç üçlemesinden bahsetmek adeta bir kural gibi tüm eleştiri ve yorumlarda. Yönetmeni ve mevzu üzeri/etrafındaki cümlelerini daha iyi şekilde görmek için elbet mantıklı bir yol bu, fakat her ne kadar Scorsese sinemaya duyduğum ilginin hem var olma hem evrilme noktalarındaki kilit isimlerden olmasıyla benim için tanrılardan biri olsa da, Kundun da The Last Temptation of Christ da yönetmenin üzerine atlamadığım ender filmlerinden. Kaldı ki tüm benzerlikler ve/veya atıflara rağmen Silence öyle bir bütünlüklü film ki sadece kendisine bakılarak yorumlanması gerekmekte diye düşünüyorum; elbette "Scorsese ve inanç" başlığı altına düşecek şeyler söylenmeyecekse. 

Silence, bahsetmekten geri duramadığım yaratıcısı ötesinde ilgimi zerre çekmeyen bir filmdi izlemeden önce. Hatta sırf bu sebeple şu birkaç cümle içerisindeki belli sözcükleri ilk anlamları ötesinde kullandım. Ancak inanç üzerine izlediğim en iyi işlerden biri olmakla beraber, bunun da ötesinde, son zamanlarda beni bu derece yoran, kilitleyen ve bittikten sonra hala meşgul eden ender filmlerden birisi oldu. Ortaya attığı kurbanlık/fedakarlık ve benlik/kolektif odaklı görece basit sorular ötesinde inancın yaşam içerisindeki belirleyici rolüne dair aşina olunup fazla irdelenmeyen cümleler kuruyor Silence. Fakat ele aldığı inancın birey üzerindeki soyut belirleyiciliği öyle boyutlarda ki tam da bu sebeple kurumsal belirleyicilik ve hatta müdahaleye dair onaylamaz bir tutum da sergiliyor. Yalnız bu müdahaleciliği sadece birey ile inanç dünyası arasında var olabilecek parazitler üzerinden değil, bu kurumsal yapıların daha sonra kendi pekiştireceği sınırları emperyal tahayyüllerle aşmaya çalışmaya yönelik gözlemini de esirgemiyor film. Her ne kadar misyonerliğe dair (daha) eleştirel bir tavır olması gerektiğine yönelik olumsuz eleştiriler yöneltilse de filme, tıpkı The Wolf of the Wall Street'te olduğu gibi, yorumlama sorunları ve kişisel çıkmazlardan kaynaklandığı kanaatindeyim bunların. Zira "iki kişilik ordu" olarak yola çıkan rahiplerin bu yolculuklarında, motivasyonları sebebiyle olmaması gereken yerde bulunan insanların görmemesi gereken muamelelerle baş etmeye çalışışı ve bu süreçte arada tam anlamıyla telef olan yereli konu ediniyor yüzeysel manada hikaye. Belki tam da bu yüzden gereklilik kiplerini gözden geçirmek icap ediyor Silence sonrasında, çünkü bir şekilde rahip ve -meli/-malı'lar şekil değiştirerek simgeleri şaşırtıyor. 

Kutsalın sıradanlığı, sıradanın kutsallığı gibi söze döküldüğünde sanki estetize biçimde ifade etmek için dolandırılmış, uğraş içerikten biçime kaymış gibi gözükecek bir mesele hikayenin temelini kuruyor. Bu yüzden de zihin jimnastiği içerisinde yer alabilecek meseleleri ötesinde mümkün olduğunca söze dökülmesinden kaçınılması gereken bir film, hissedilmesi gereken bir deneyim Silence. Güçlü duygulanımlara sebep olan birçok filmin aksine salt soundtrack albümü dinlenirken benzer hisleri uyandıramaması, filmi en iyi ifade edecek şeylerden biri belki de: müziklerin tüm güzelliğine rağmen dahi tek başına bir şey ifade etmediği, dozajı öyle ayarlanmış bir bütün ki Silence, yalnızca bir film olarak deneyimlenince kendisini tamamen sunuyor izleyicinin ruhuna. Tam da bu sebeple mevzusunun kutsallığına, kutsalın dokunulmaz görüntüsüne rağmen sürekli irdelemeye muhtaç o dallarına ve hepsinin *tümlüğüne* dair de söyleyecekleri oluyor. Bu haliyle adeta temiz hava gibi bir film, önce tam anlaşılamayan ama insanın çektikçe içine daha fazla çekesi gelen... 

filme dair ironik olan türkiye'deki vizyon takviminin hangi sebeplerle sekteye uğradığı; ama biz silence'ın konu edindiği vahşilikte bile belki var olan masumiyetin bulunmadığı bir evrendeyiz, değil mi?
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses