27 Nisan 2016 Çarşamba

Indie Game: The Movie


Birkaç kelimeyi ilk anda anlamlı gelen bir sıralama içerisinde kalıcı olması adına bir köşeye not etme konusunda hep bir üşengeçlik, ve en az onun kadar tedirginliğim var. Neredeyse 8 yıldır, fazla-bildiğini-zanneden yaşlardan, pek-de-bir-şey-bilmediğini-farkeden yaşlara geliş süresince defalarca farklı filmler üzerine çeşitli şeyler söylemiş olmam bu gerçeği değiştirmiyor. Çünkü sadece geçtiğimiz iki yıla bakılırsa yazma pratiğinde ne kadar gelgitler yaşadığım görülebilir, tabii sinemasever olmanın ötesinde filmlerle yaşayan bir insan olduğum gerçeği blogun çeşitli noktalarında kendisini gösteriyorsa. Ama bu gerçekle beraber aradan kaçan, uzunca süre izlenmek isteyip de olumlu ya da olumsuz bir önyükleme veya tamamen uygunsallık nedenleriyle izlenemeyen filmler beliriyor zaman içerisinde ve çeşitli kişisel kriz anlarında bir umut arayışıyla onlara yöneliyorum. Indie Game: The Movie belgeseli de işte tam bu kategoriye uygun düşüyor. 

Yazmanın, yaşamımdaki tek somut üretme aktivitesi olması ve onu da uzun süredir farklı sebeplerle aksatıyor olmam üzerine çok defa ufak ufak bahsettim blog girdilerinde. Ancak böylesine bir belgesel sonrası üretkenlik aktivitelerini daha da sorgulayası geliyor insanın. Bu açıdan film -veya daha genel anlamıyla sanat- eleştirisini çokça sorguladığım ve yazmayı aksatmamda esas belirleyici sebeplerden birinin bu olması, böylesine bir yaratı dökümantasyonu sonrası söyleyeceklerimin hayli kişiselleşmesine yol açıyor. Yani bir noktada belirtmem gerekiyor ki bu doğrudan söz konusu belgesel üzerine bir sayıklama olmayacak, belki de ikinci paragrafa gelene kadar bunu belirtmem gerekiyordu. Ancak bir akış illa ki gerekiyor, dolayısıyla "spoiler" damgalı bir ön uyarı doğal hali çarpıtacaktır. İşte bu da yazmaya ara vermemin bir diğer nedeni: bir noktadan sonra gündelik hayatın merkezi olan aktivitenin bir uzantısı halini alan "film yorumu" meselesi belli bir formülüzasyon sürecine giriyor, bu noktada da edilen her laf bunu bir blog yazısı olmaktan çok jenerik bir yazıya çeviriyor. Bu, 8 yıllık süreçte geçirdiğim olgunlaşma sürecinin bana en çarpıcı biçimde gösterdiği sonuç: sinema dergilerinde okuduğum kritikleri taklit etmekten kendi anlayışımı oturtmaya doğru bir gidişteki gelişim evresi. Tam da bu evrede kişisel anlayış aşamasında bir kriz yaşadığım doğru: kişiselliğin ve (okuyucu açısından) sığ, faydacı bir anlayış ötesinde hiçbir sebep bulamıyorum bu formüle edilmiş film yorumu konusunda. Çünkü ortada gerçek anlamıyla üretilen yeni bir fikir yok, zaman içerisinde izleyici deneyiminin getirdiği anlayışla ortaya çeşitli sıfatlar saçmak var yalnızca. Bunun ötesinde daha değerli ve (ne yazık ki) akademik okumalarda ise yalnızca temsiliyet ve çeşitli teorik yaklaşımların filmlere amaçsızca giydirilmesine tanık oluyoruz: nereden neyi çekiştireceğini bilen terziler her zaman filme uygun kıyafet dikebiliyor olsa da bunu, karmaşık bir konuyu daha kolay açıklanabilir hale getirmek için yapmıyorsa bir kişisel tatmin veya "bak ne buldum!" yakarışı ötesine geçmekte zorlanıyor, zira bir fikirsel üretimden ziyade bir yakıştırma çabası devreye giriyor bu süreçte. Ama bunun da ötesinde ve bence çok daha hasarlı biçimde filmi cisimleştiriyor. Oysa filmin *modern* zamanların bir ayini olması haliyle ruhsallığı çoktan edinmiş olması gerekiyor. Ev sinemasında bile bir ritüel takibiyle gerçekleşen o "öze ulaşma" deneyimi, gömlek manşetlerinden hesap makinesi tuşlarına basma telaşının teri akan ticari filmlerde dahi tadılıyor. 

O zaman bir film yorumu ne kadar ince bir çizgi üzerinde gerçekleşiyor? Sanıyorum ki böylesine ruhsal bir ayine dahil olması gereken şey çok daha kişisel bir yaklaşım her şeyden önce, ama tabii hassas bir dengede. Tam da bu yüzden bir film yazısının bir film üzerine olduğu kadar bir filmden hareketle olması gerektiği kanaatine varıyorum, en azından kendim için. Sadece ilk biçimi edinen, yani sadece bir film üzerine olanınsa tam cümlelere gerçekten ihtiyacı olduğuna şüpheliyim, belki de bunun farkında olarak pazarlama bölümleri film afişlerine birkaç cümlelik spotlar alıntılıyorlar, kim bilir... 

Bu içsel soruşturmada hayli üzerinde durulmasına rağmen ziyadesiyle olgunlaşmamış yazıya-yaklaşım-fikrinin içerdiği en büyük problem "kişiselliğin" tanımı olsa gerek. Ama o somutlamaya ulaşabilsem muhtemelen bu blogda Indie Game: The Movie üzerine bir truva saldırısı gerçekleştirmekten ziyade gerçekten sadece bu konu başlığı üzerinden giderdim muhtemelen. Oysa dakikalar önce, belgeselin üretim-yaratı konusunda beni içine attığı ruh haliyle başlayan satırların buraya geleceğini tahmin bile etmiyordum. Ama böyle bir belgesel için yapabileceğim en oturaklı yorum da bu sanırım. Çünkü sanatsal yönü açısından haddinden fazla ihmal edilmiş video oyun dünyasında kişisel ve bağımsız yaratı süreçlerine dair bir filmin, kendisini gururla oyuncu diye tanımlayan bir birey üzerinde farklı bir duygusal etki bırakması filmin keşif çabasının sekteye uğradığını gösterirdi. 

Indie Game: The Movie; Edmund, Tommy, Phil ve Jonathan ile bir medyumun değişim sürecinin başlangıcını gayet kişisel açılardan belgelerken "müşteri" olarak algılandıkça gitgide vahşileşen oyuncu kitlesi için de "madalyonun öteki tarafı" sunumu yapıyor. Eğlence endüstrisi içerisinde büyüyen payı veya krizlerde kar elde etme gücünü kaybetmemesi gibi ekonomik boyutlara girmeden bakılırsa dahi daha da önem kazanacağı aşikar bir medyumun etki alanında olmayan insanlar için bile farklı bir deneyim sunacağını, böylesine bir sorguyu sunduktan sonra hala söylememe gerek var mı, bilmiyorum. O sorgunun kendisine dönersem de, şimdilik son kertesinde söylenecek şey sanıyorum ki film yorumunun kişisel bir truva atı dolumu olması neticesine vardığım: başkasının yaratısını, bir başkasına aktarırken... 

bol oyunlu, az agresyonlu günlere,
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

1 tepki:

Lifer dedi ki...

Dünya'ya, gözümüze güneş ışığı gelmesini bile engelleyen akıllı at gözlükleriyle bakmanın ayrıcalık olduğu bir dönemde, kendimizi toprağa değil cama yakın hissetmeye ve o doğrultuda şeyler arzu etmeye başlamak, beklenemez ya da görülemez sonuçlar değildi. Bu yoldaki en büyük üretimimiz, bir takım görsel numaraların, bir takım ses numaralarıyla ve ellerimizle yaptığımız bir takım hareketlerin akenkli dansıyla, insanların binlerce yıldır arzularığı kontrolü elde edebilen "şey"lere sahip olmamız. Bu yolda manipüle edilen bir jenerasyonun çocukları olarak bu yoldan sıyrılmaya güç sarhoşluğuyla değil, arada bir kandırılan gözlerimizle, kandıran ellerimize bakmakla başladık. Öldürdüklerinin kanı ellerinde değildi ya da artık daha güçlü değilsin ve maalesef prenses başka bir kalede. Bu küçük aydınlanmayı kafandaki fırtına bir duvara vurduğu zaman ve sen bunu bir "medyum"da ifade etmeye başladığın anda omurilik itimiyle başlayan yorum; deneyim, kan, korku, başarı, kontrol ve manipülasyon silahlarından hangisini seçeceğini çoğunlukla sana bırakmaz. Aynı şekilde senin ifadeleri başka fırtınalarda kaybolup gidecek; ancak arada olduğu gibi posta kutunda aynalar bulmaya devam da edeceksin.

sonsuz sevgi ve saygılarımla.

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses