6 Kasım 2011 Pazar

Herkes Herkesle Dostmuş Gibi...*



"
(...) Aşk ile edebiyat arasında kendince bir ilişki kurmuştu Hasan da, diğer bütün kahramanlar gibi. Önce aşkını (büyük) göstermek için başvurmuştu edebiyata. Duygularını abartan birkaç şiir, sabahları derse girmeden önce Pervin'in eline tutuşturduğu özlem, pişmanlık, kızgınlık mektupları, ünlü edebiyatçıları aşkının sözcüsü yapan alıntılar... Sonunda da karşılıksız aşkından arta kalanın süslü tasviri. Yazdığı her şeyi çok seviyordu, belki Pervin'den de çok. Aşk ile edebiyat arasında bir tercih yapmış ve kendisini seçmişti.

Pazar yerine doğru yürüdü, pişmanlık ve Pervin dolu geçmişiyle. Fırının önünde bir kamyonete kasalarla ekmek yüklüyorlardı. Ekmek kokusunu iyice çekti içine. Pazar yeri bomboştu. Sadece birkaç ihtiyar kenarda oturmuş sohbet ediyordu.

"Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım."
Bu inanç yetiyordu ona. Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi. Kahramanlar için. Karşıdan karşıya geçen ve Kurtuluş Parkı'na giden kahramanlar için.. (...)

(...) Şehri seviyorlardı. Kendilerini bu şehre ait hissediyorlardı; Kale'ye, Çıkrıkçılar Yokuşu'na, Samanpazarı'na, Ulus'a, İsmet Paşa'ya, Gençlik Parkı'na ve tren yollarına. Kapısı doğrudan sevdikleri mahallelere açılan bir evde yaşıyor gibiydiler. Tekel birası içerek, geceleri şarkılar söyleyerek... Hayatın ve edebiyatın devamı için kulaklarına fısıldanan sözleri ezberleyerek. Geleceği hiç düşünmeden. Kendi karanlıklarının ortasında, ışığı aramadan, çünkü o eylemi gülünç bularak, avuçlarını duvara dayayıp sürtüne sürtüne düğmeyi aramayı gülünç bularak. (...)

(...) Çetin bir gün, "Kitap okudukça benden uzaklaşıyorsun." demişti. Parkta basket oynuyorlardı.
Basket oynayanlara baktı adam. Ona sorarsanız, ki bazı münasebetsiz genç arkadaşları soruyor, "Kendinizi altmış yaşında hissediyor musunuz?" diye; hiç tereddütsüz, "Hayır!" diyecek. "Hayır, yıllar öyle çabuk geçti ki, altmış olamaz bu, otuz, kırk gibi."
Otuzunda Amasya'daydı galiba, müessese henüz... "Boş ver!" dedi kendi kendine, "Bir halt var sanki geçmişte. Düşünme geçmişi, zaten bunun için kısa geliyor insana ömür, düşündüğü için." (...)

(...)
"Vazgeçerek yaşıyorum. Vazgeçe vazgeçe ilerliyorum."
Böyle düşündü.
İskeleye yüzükoyun uzanıp iki elini suya soktu, çıkardı. Avcunun içindeki suya baktı. O su deniz değil, deniz dışarıda kalan, avcunun dışında. Ağla Hikmet. Ağla Hikmet. Zavallı Hikmet. Akşam güneşi dost mu düşman mı belli değil.
Hanımelleri?
Savaşsa mı (hayat mı bu), uzlaşsa mı (hayat yoksa bu mu) bilmiyor. Yaradılışının şifresini çözemedi; mesut tıkırtılarla işleyecek o mekanizmayı çalıştıran düğmeyi bulamadı. Belki de boyu yetişmedi. Babası ona kızdı, kibriti yakamadığı zaman da kızmıştı ve yaptığı resmi gösterdiği misafir, "Bana resmini anlatır mısın." dediğinde, "Sen baksana, kör müsün!" demiş ve anlamıştı adam kördü ve bir anlık bir şımarıklığı bile bağışlamaz hayat, çünkü çok acımasız bütün insanlara karşı, körlere ve şımarık çocuklara karşı, resim yapan pastel boyalarla salondaki sehpanın üzerinde. (...) Yürümeye devam ediyordu Hikmet. Vazgeçe vazgeçe ilerliyordu. Bir bakıyor çenesine kadar gelmiş su. Çünkü herkesi kendisi gibi sandı. Her şeyi bu sanının üzerine kurdu. Başka bir şey daha: Bütün sevgili anların, geçmişindeki bütün güzel yaşantıların bir gün geri döneceğine inandırmıştı kendisini. Yoksa, yani bu doğru değilse, yaşamın anlamı ne? Burnu sızladı. Gözleri doldu. Hayat hızla boşaltıyordu içini, ruhunun bedeninde gizlendiği her yeri. İçi boş bir...
Çevreden yetişip kaldırdılar Hikmet'i. Yorgancı kolonya getirdi. "Bir bardak su içsin." dedi bir başkası. Kolonya ile bileklerini ovdular. Koklattılar. Kokladı.
Kokladı Hikmet.
Bütün kokular ve bütün sevgili anlar bir gün geri dönecek. "Biz geldik!" diyecekler, "Bundan sonra seni hiç yalnız bırakmayacağız. Bizi hatırladıkça yapayalnız kalıyordun. Artık korkma, geldik işte, seninle birlikteyiz." Sonbaharlar, güneş vuran pencereler, odanın içinde uçuşan tozlar, annesinin dikiş makinesi, kapağı sürgülü tahta kalem kutusu, babannesinin aldığı 'Mekap' ayakkabılar, anneannesinin evinin bahçesindeki dut ağacı, sobanın üzerinde mandalina kabukları, terastaki sığırcıklar, karman çorman.
Bardağı tuttuğunda, suyu yudumlarken çok güçsüz hissetti kollarını, bacaklarını... Üst dudağına dokunuyordu su, titriyordu. Bardağın dibinde serçeparmağı.
Saçını ıslattı biri, "Tansiyon, şeker" dediler. "Yorgunluktan, sinir bozukluğundan" dediler.
"İyiyim." dedi Hikmet. (Kuyunun dibindeyim)
Doğruldu, ayağa kalkınca kulakları uğuldadı.
"Sağ olun," dedi, "sağ olun iyiyim daha iyiyim." (Sizi suçlamıyorum. Sizin bir suçunuz yok.)
(...)

(...)
"Evde otururkenn aklım hep telefonda oluyor: Çalarsa elim ıslak, açmaya giderken sehpaya çarpmayayım, banyodayken ya duyamazsam, diye düşünüp duruyorum. Sonra telefon çaldığında, öyle çok beklemiş oluyorum ki çalmasını, öyle çok düşünmüş oluyorum ki, hiç aşina gelmiyor o ses bana. Bir süre anlamaya çalışıyorum olan biteni. Sağa sola bakıyorum. Aaaa, diyorum, bir sesmiş bu! Telefon çalıyor. Kalkıp açıyorum. Ellerim kuru, sehpaya da çarpmıyorum. Arayan büyük oğlum. Torunumun sınavı kazandığını söylüyor. Seviniyorum muhakkak. Ama beklediğim bu değil ve neyi beklediğimi vallahi ben de bilmiyorum." (...)

(...)
Taksiyi görünce Çağla elini kaldırdı.
"Görmüyor musun dolu işte!" dedi Onur, sinirlenmişti. Duygularının sıkışık düzeni onu buraya zorlamıştı sonunda, bağırıp çağırmak, kırıp dökmek...
"Hem neden taksiyle gidiyorsun ki?"
İki eliyle sırt çantasının kayışlarına asıldı. Başı önde yürüyordu. Şimdi ona bir başka günün sabahı gibi geliyor, ama daha bu sabah gelmişti bu lanet şehre, bu kız için, ona bu kız deme, o Çağla.
"Böyle bırakmak istemiyorum seni." dedi Çağla.
Böyle ya da başka türlü, ne değişir ki! Ne çok şey bekliyor, istiyordu Çağla'dan bilemezsiniz. Ama bu başına buyruk istekler yapacağını yapmış, çoktan çöle çevirmişti ruhunu. Artık hiçbir sevgi sözcüğü, sarılma, öpüş işe yaramaz; kaktüsler ve kertenkeleler dışında bir şey yok burada, gidin buradan, gidin!
Onur, "Bak işte şu boş!" dedi aynı kızgınlıkla, elini sallayıp taksiyi durdurdu. Keşke İngiliz Edebiyatı okuyacak yerde tıp okusaydı...
"Onur lütfen, böyle..."
Şoförü gösterip, "Hadi Çağlacığım, hadi bin. Bekletme adamı." dedi Onur, keşke tıp okusaydı.
Çağla taksiye bindi (Şaşırt bizi Çağla, şaşırt bizi!), taksi hareket etti (Salak!), arka pencereden el salladı (Neye yarar!)
Ne yapacak şimdi Onur? Nasıl baş edecek göğsündeki bu ağırlıkla? Az önce aklına gelen o aptalca düşüncenin peşinden mi gidecek, avunmak umuduyla?
"Keşke tıp okusaydım." O zaman aşka inanmazdı. Kalp vücuduna kan pompalar, kalbin karıncıkları, kulakçıkları vardır, bir sorun çıkarsa göğüs kafesi açılır ve kalp dışarı çıkarılır, bir doktor onu elinde tutar, bacaktan aldıkları bir damarı taktıktan sonra kalbi yerine koyarlar. "Bir hafta hiç hareket etmeden sırüstü yatacaksınız." Çağla da taksiye binip arkadaşının doğum günü partisine gidecek...
Çağla, caddenin Beşevler'e çıkacağını söylemişti. Oradan garı bulabilirdi. Yürümek istiyordu. (Bütün gün ne yaptın sanki?) Kimseye yüzünü göstermeden... Kimse bakmıyor zaten. (...) ama Onur "Bu kaktüs de neyin nesi?" diye sormaya başlamıştı bile. Kıskançlık bir taksiye atlamışi şoförün omzuna dokunup "Öndekini takip et!" diyerek Onur'un peşine takılmıştı, sizin hiçbirinizin haberi yok!

(...) "Bülent'in söylediklerini hatırlıyor musun?"
Hatırlıyordu Orhan, "Benim tam bir erkek gibi davranmamı istiyor. O duvara yaslanmış duruyor olacak, ben de elimi başının hemen yanından duvara dayayacağım, ne haber bebek, diyeceğim. Böyle biri olmamı istiyor." Orhan'la Musin çok gülmüşlerdi buna, oysa Bülent, "Erkek olamayacak kadar mutsuzum ben." demişti, demişti ve içlerine oturmuştu bu söz. (...)

(...) O zaman yeşil sabun, üç paket. Karısı bulaşıkları artık sabunla yıkıyor, daha sağlıklıymış. Sağlıktan ölecekler bir gün. Merhumu nasıl bilirdiniz? Çok sağlıklıydı! (...)

... kötü birisi olması için insanın hep kendinde olması gerekiyor...
"

Barış Bıçakçı candır. Ankara candır.

* herkes herkesle dostmuş gibi... , barış bıçakçı, iletişim yayınları.

alıntılar sayfa belirtilmese de kitaptaki sayfa sırasına uygundur.
panoramik fotoğrafların kaynaklarını, fotoğrafları kimin çektiğini ben de bilmemekteyim.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

0 tepki:

Yorum Gönder


 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses