18 Eylül 2015 Cuma

Dheepan



Işıklar kademeli olarak kapanırken adeta bir ayine geçiyormuşcasına aydınlanıyor salon hafifçe bir perdeden. Arka koltuklar görüş açısından çok bu yüzden salonların en güzel yerleri genelde: o salon, tüm büyüsüyle beraber önünde insanın; sıkıcı bir dersten hocanın çıkışı veya diyaloga girmek istenmeyen bir an sadece selam verip giden birisinden sonra enselerin belki de en güzel gözüktüğü an. Her seferinde tekrarlanmasına rağmen heyecanını hiç kaçırmayan bu rituel, dünyanın herhangi bir yerinde bir sinema salonunda evinde hissettirebiliyor insana. Sağdakini soldakini bırak tanımayı, konuştuğu dili bilmesen, duyduğun ve okuduğunun ne olduğunu yalnızca tahminler üzerinden çıkartmaya çalışsan bile orası ayinin yapıldığı bir başka yer, ve dünya üzerinde henüz yolunu bulamamış ve belki hiç bulmayacak olduğun binlerce evinden yalnızca birisi. İşte farklı bir evdeyken bu sefer daha iyi görüyor insan bunu, ve böyle bir atmosferdeyken de anlatılan hikaye daha sıcak sıcak akıyor insanın derisinin altına, adeta dışarıda esip savuran serinlikten kaçarak battaniyeyi üzerine çekmişsin gibi. 

Bir göçmenlik hikayesinin, hele de önemini yitirmemiş olmasına rağmen, mütemadi eğrisi değişmeyen ama aynı noktadan tekrar tekrar alınıyor olması sebebiyle etkisi hayli kırılan bir hikayenin anlatılması için en doğru ortam olabilir bu. Tüm bunların üzerine Jacques Audiard da kendisi için tanıdık sularda yüzüyor olduğundan böylesi bir ayin için beklenti biraz daha yükseliyor haliyle. Fakat Dheepan, kuru anlatısıyla gerçeğe ve güne düştüğünden çok ezbere düşüyor. 

Filmin bir kez daha ortaya koyduğu gerçeklik *ihtimaller içindeki perişanlığın* imkansızlıklar içindeki perişanlıktan daha ağır bastığı. Gariptir; böyle basit gerçeklerin göz önündeliği onların ifade edilmesini zorlaştırırken kurmaca içinde görünürlükleri artıyor. Sri Lanka'dan kaçarak Fransa'ya gelip şehrin çeperlerinde bir nevi bekçilik yapan yapboz ailenin yaşadıklarının konuya biraz duyarlı herhangi bir insan için ezbere hikayesi, son raddeye kadar kuru ama hafif bir tonla ilerliyor. Dardenne kardeşlerin benzer konuları ele alışlarındaki gibi bir kuruluktan söz etmiyorum ama, o bahiste kullanabileceğimin aksine, olumsuz çağrışımlarıyla bir kuruluk söz konusu burada. Çünkü sürünceme içerisindeki yaşamlarda hayal ve ihtirasların bir sarmal içerisinde yok olmayayazdığını belki göstermeyi başarıyor Audiard fakat bunu birkaç kareyle de başarabilecek yetenekte birisi kendisi -ki o zaman çok daha değerli olur ya, neyse-; o zaman Dheepan, göçmen veya sığınmacı meselesinin günlük siyasetin bu derece ortasında olduğu bir dönemde bu yoldaki yaşamlar için veya onlar adına ne söylüyor seyirciye? Dheepan, son dönem Avrupa sinemasından git gide uzaklaşmama neden olan filmlerden biri değil, yani bir cümle etrafında beceriksizce dolanıp en sonunda izleyiciye bir kelime oyunu tahtasında ortadaki kelimeyi andırırcasına etrafına onlarca alakasız *puan kelimeleri* bezenmiş bir önerme bırakmak için sinema dilinde bir cümle kuramadan çırpınmıyor, ve bu şahsen önemsediğim bir şey. Ama Dheepan kamera etrafında olup bitenler anlamında becerikliyken kamera hesaptan çıktığında beceriksiz bir anlatı ki bu genel itibariyle eğlence sinemasının yaptığından çok da farklı bir şey değil. O zaman önemli bir meseleyi ciddi bir biçimde konu alıyor olması nedeniyle mi daha değerli? Belki, fakat bu Dheepan'ı etkileyici bir anlatı yapmak için yeterli değil. Ayin ve ritüelden bahsederken ezbere tekrarı sebebiyle yeriyorum Dheepan'ı, çünkü ritüel anlatılandan çok kullandığımız dil, ve bu konuda Dheepan gayet becerikli. Fakat bir ayin yaratamıyor olması problemi. Çünkü kendisi sonlanırken, zihin, filmden önce hali hazırda beklediği sorulara zorlama olanları da ekliyor, derinin altına giremeyen sıcaklık daha dışarı çıkamadan salonda insanı üşütüyor. Şahsen iskelet açısından benzerlikler olduğunu düşündüğüm A Prophet tam da bu sebeple kalıcı bir filmken, Audiard'ın son filmi Dheepan da tam bu yüzden mevsimin değişimiyle soğuğa eklenip peşi sıra yok olup gidecek bir film bence. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,   

14 Eylül 2015 Pazartesi

Southpaw


Boksla hiçbir alakası olmayan bir sinema izleyicisi olarak boks filmlerine özel bir ilgim olması şahsen benim de anlamlandırmakta zorlandığım bir şey. Fakat yarışmacı sporun ilgi çekiciliği fiziksel aktivite ve taktiksel yaklaşımın birleşimiyle ortaya çıkan ahenk ötesinde, yaşamın o çirkin özüne dair çiğ bir analoji olarak kullanılabilmesi bence, ve boks da tüm o diğer sporlar içerisinde bu benzerliği en çıplak haliyle kurdurma imkanına sahip. Southpaw'da da bu duruma tam denk düşen bir hikaye izliyoruz.

Vasat dahi denilemeyecek, klişelere boğulmuş hikayelere ufak modifikasyonlarla yaklaşıp farklı çerçeveler yakalamaya çalışarak en azından izlerken sövülmeyecek filmler ortaya çıkarmanın yönetmeni Antoine Fuqua'nun yeni filmi, kendisinin filmografisinin yine pek uzağına düşmüyor. Bu sefer iyi fikirleri; boksun sunumuna ve o harap hikayelerin ön yakasındaki coşkunun aslında *kan isteyen* bir kalabalığın tezahürü olmasına odaklanıp ringin mecazi bir intikam alanı olduğunu hem basit hikayesi hem de ringin resmedilişi üzerinden ortaya koyması diyebiliriz. Korsan film satıcılarının "abi çok iyi film ya" diye sayıklayarak her "ne önerirsin?" diye sorma gafletinde bulunanın eline tutuşturduğu önceki filmlerinde olduğu gibi yine değişik açılar yakaladığını da söylemek mümkün Fuqua'nun. Her ne kadar özel bir ilgim olmasa da kendisine, klişelere boğulmuş filmlerde bazı fazla deşilmiş alanlara girmemek için yolunu dolandırması, seyirciyi durduk yere bekletmemesi, kandırmaması ve nihayetinde onun istediğini düşündüğü şeyi kendi açısından mümkün olabilecek en iyi şekilde vermesi gerçekten takdir ettiğim özellikleri. Bu filmde de Jake Gyllenhaal gibi bir aktörün filmi bir üst seviyeye taşıması avantajını kullanıyor, fakat yine de yeterli kalmıyor.

Sorun şu ki; yeterli içerik sunmada genelde sıkıntı yaşıyor Fuqua. Elindeki hikayeyi, bir kutu mısırla zevkle izlenesi biçimde anlatmayı biliyor ve bu gerçekten değeri fazla bilinmeyen bir şey, fakat yaklaşımı ne kadar bilinen yola girmemek için uğraşıyormuş gibi gözükse de, çok cılız hikayeler iyi fikirleri nötrlüyor. Karşılaştırma gibi bir bayağılığa girmeyeceğim, fakat klişelere boğulan boks filmleri içerisinde hikaye ötesinde ringi, sporu ve etrafındaki hayalleri, yaşamları yansıtmaya yönelik samimi bir çabası var Southpaw'ın, ve bu bir *pop-corn filmi* için önemli bir derinlik. Basitliğinin tüm iticiliğine rağmen hikayenin ringin etrafında adeta bir çember çizmesi de klişelerin etkisini kırabilecek bir şey; çünkü Fight Night'ın önüne birkaç kontrolör ile oturup oyun oynamadığının farkındasın: karşında gerçek yaşamlar ve onun için kanıyla kumar oynayan insanlar var. Ama işte bu numara bu hikayeyi elinizin altından geçireceğiniz bir başka film yapmaktan öteye götüremiyor.

Sonuç olarak Southpaw'ın yanlış bir pazarlaması yok ve Fuqua'yla şöyle böyle tanış olmuş herkes ne bekleyeceğini aslında biliyor. Yalnızca Southpaw, Fuqua standartlarında dahi sanki biraz fazla yüzeysel kalıyor.

Lahey'den,
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
gereksiz bir dipnot olarak: posterde öyle bir oynamışlar ki, rachel mcadams'ın eli filmde o sahnede elinin olduğu gibi değil. ojesi haricinde de değişiklik var.

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses