Ricky Gervais ve Stephen Merchant'ın beraber yazıp yönettiği, 1970'lerin Reading'inde yollarını bulmaya çalışan insanları anlatan Cemetery Junction'ın ilham kaynaklarından biri Springsteen'in Thunder Road'undaki cümle: "Kaybedenlerle dolu bir kasaba burası, ve biz kazanabilmek için terkediyoruz burayı."
Hollywood'un James Dean'i, Paul Newman'ı varsa bizim de rock yıldızlarımız var diyerek yaratılan, onları andıran karakterlerle bezenmiş bir kaçış/varoluş/kendini oluşturuş hikayesi Cemetery Junction, aynı zamanda alışılmış ama keyifli bir feel-good-movie örneği. Ve karakterleri haricinde durduğu nokta açısından da Hollywood'dan biraz ayrılıyor tabi, yani kızgınlık ve hayal ne kadar özel kelimelerse belli bir dönem için, reklam panolarını üzerlerine bir şeyler çizerek değiştirip eğlenmek yerine "onlardan biri" olmaya çalışmak da o kadar sığ bir gerçeklik sonuçta, sadece filmle değil tecrübeyle de sabit.
Son olarak filmin, sadece yukarıdaki fotoğrafı ve şarkısıyla bile kafamı kurcalayan/canlandıran The Boss'un Thunder Road ve diğer birçok şarkısındaki o güzel hikaye anlatıcılığını yakalayamamış olduğunu da söylemeliyim.
Pavese'nin Yaşama Uğraşı deyişi çok hoşuma gider, o çaresizliği-bıkkınlığı anlatmak adına en güzel ifadelerden birisidir. Tabi bıkkınlık için çok tekrara gerek yok, ya da fazla probleme; uğraşmak sadece yani hepimizin yaptığı, yeterli. O kadar hızlı ki yaşam zaten, o kadar sıkıştırmışız ki hiç zaman yok, kalmıyor. Çünkü boşluk etrafı çevrili olmadığı sürece mevcudiyet bulmuyor, kıstırılamadığı sürece zaten boş olmuyor.
Cheyenne: Sorun ne biliyor musun, Rachel? Hayatım nasıl olacak acaba denilen yaştan, malesef hayat böyle, denilen yaşa gidiyoruz.
***
Cheyenne: Ölmenin çok farklı çeşitleri var. En kötüsü, yaşamaya devam etmek.
Ortalama bir sinema izleyicisinin herhangi bir sinema muhabbetinde söylemeden geçmeyeceği şeylerden birisi, Yahudi soykırımı konulu filmlerden duyduğu bıkkınlıktır sanırım, genellikle "yeter" kelimesi mutlaka bu ifadeyle beraber kullanılır, ben içimden dalga geçerek yeter derim, onlar bahislerini yeter diyerek güçlendirirler. This Must Be The Place için de uzun zamandır görmediğime memnun olduğum benzer cümleleri okuyunca şaşırdım açıkçası, çünkü filmdeki soykırım ögeleri tarihi hesaplaşmalardan/referanslardan ziyade metaforik anlamlar taşıyor.
Hissini kaybettiren bir-iki sekansı sebebiyle sanki biraz dağınıkmış gibi gelse de hikayesini eksiksiz-fazlasız işleyen, şiirsel karakteri sayesinde etkileyici diyaloglara sahip, yaşadığımız zamanlara uygun düşen ve dinlendirildikçe daha da güzelleşen sürükleyici bir yol filmi This Must Be The Place. Ayrıca filmin Mary'sinin sevmediğim Bono'nun kızı olduğunu öğrenince şaşırdım.
Kendim için rahatlıkla Sean Penn hayranı diyebilirim, ama hayran kavramının herkese aynı şeyler ifade etmiyor olması nedeniyle tam istediğim şeyi aktarabilmiş olamam malesef. Politik aktivistliğinin bazen oyuncu/yönetmenliğinin önüne geçmesi sebebiyle aşırı tepkiler alabilen birisi Penn, filmi izlemeden önce bazı İngiliz sitelerinde baktığım yorumlarda da bunu rahatlıkla bir kez daha gözlemledim. Öyle ki, işi bu filmi kötü yapan tek şeyin Sean Penn'in oyunculuğu olduğunu söylemeye kadar götürenler bile olmuş. -Malum Falkland Adaları mevzusundaki görüşlerini açıkça söylemesi pek hoş karşılanmamış anlaşılan İngiltere'de.- Tüm bunlar bir yana, her filminde sadece sesinden tanınabilinecek derecede fazla belirgin/değişmez bir ses tonu ve konuşma biçimi olmasına rağmen ben çağının en iyi oyuncularından birisi olduğunu düşünüyorum kendisinin. This Must Be The Place'te de yine bunu göstermiş. Sean Penn'e ayrı bir paragraf açmadan geçmek istemedim açıkçası. -Ayhan Sicimoğlu'nun kulakları çınlayacaksa- Hastasıyız.
Cehennem başkalarıdırdiyor ya Sartre, öyle işte. Dışarıda yok
bir şey, en azından buradan çok farklı olan. Nasıl olsun ki? Evet, her
şey bir bütün de; asıl önemli olan o bütünün nasıl dağıldığı.
Herkes neyle uğraşıyor ki zaten, neyin telaşında bu insanlar, hangi zorlama meşguliyette? Neyse, alışkanlık var artık, dert etmeye gerek yok onları/bunları. Sadece görmeli bazen, fazlası lüzumsuz. Uyanışa daha çok var, kesin, ama her gün de bir tekrarı var.
Gerçi bu kadar şey söyleyip uzatmam hata, açıkça söylendiğinde garip bir biçimde basitleşen/saçmalaşan o hisleri öyle net-sade ve güzel anlatmış ki Sartre, ona bir şeyler eklemeye çalışmak yersiz.
"Yaşlı deli adam neyden bahsettiğini bilmiyor. Yeni bir dünya kurmak
için, eskisinden vazgeçmelisiniz. Ve ben vazgeçtim. Eski hayatımın
soyulup dökülmesine izin verdim. Lüzumsuzları budadım, fazlalıklardan
kurtuldum. Tüm o lanet partiyi geride bıraktım. Bir an, bir şey kapıyı
çaldı ve ben de açtım. Doktorlar buna anksiyete diyorlar, bense uyanış
diyorum. Küçük fobim, beni ideal diyarıma götür. Savaşta düşman önemli
bilgileri geride bıraktığı zaman, ona özenle çalışmalısınız."
Doron Paz ve Yoav Paz ismindeki iki yönetmeninin de ilk ve tek filmi olan Phobidilia, evinden dışarı çıkmayan Regev'i tanıştırıyor seyircisiyle, ancak karakter biraz yüzeysel kalıyor. Belki abartılı olmaması adına böyle bir yol seçilmiş olsa da sanki biraz daha derinleştirilse ana karakter, filmi çok daha güzelleştirebilirmiş. Yine de, sadece bu yönden kusurlu bulduğum Phobidilia çok güzel bir İsrail filmi.
Çok parlak değil benim genel düşüncelerim, her anlamda. Ama birçoğunu gördüm ben The Wrestler’da, hani o gelmeyeceği düşünülen zamanları önceden görmek veya yaşamak değil bu, ama garip yine de. Bazı şeylerin bulanık olması daha güzel; söylenmemesi, konuşulmaması. Sinema da bu yüzden bu kadar etkileyici zaten; bazen sadece tatmak gerekiyor, çünkü kelimeler sadece gürültü çıkartıyor, ne söylense uymuyor.
Randy "The Ram": Benim incineceğim tek yer, dışarısı.
Bugüne kadarki filmleriyle bana unutulmaz anlar yaşatan Aronofsky’nin uzun zamandır bir köşede beklettiğim, izlemediğim tek filmiydi The Wrestler. Ve yine çok akıcı ama patlamaya hazır bir sakinlikte ilerleyen diğer Aronofsky filmleri gibi çok güzeldi. Film biter bitmez, kabaca, hiç mutlu ve tek numaralı bir midilliyi sahnede gördün mü, diyen The Boss yani Bruce Springsteen ile çok daha büyülü hale geliyor o bir anlık tanıklık, The Boss'ın devam ettiği gibi; söyle dostum, daha ne isteyebilirsin ki?
Senaryosunu çok sevgili Nick Cave'in Matt Bondurant isimli yazarın romanından uyarlayarak yazdığı ve yine sevgili John Hillcoat'ın yönetmeni olduğu Lawless, 31 ağustosta gösterime girecek. Prodüksiyon aşamasında The Wettest County, The Wettest County in The World ve The Promised Land gibi çeşitli isimlere sahip olan filmin mevcut isminin hakları Terrence Malick'in yeni projelerinden birine aitti aslında, fakat rica edilmesi üzerine Malick, Hillcoat'ın işlerini takdir ettiğini ve kendisini takip ettiğini söyleyerek ismi kullanmasına izin vermişti aylar önce. Tabi yapımcılar arasında Harvey Weinstein da bulunduğu için, kendisinin yöntemleriyle çeşitli şekillerde dalga geçilmişti bu yüzden zamanında, rica edince oluyormuş gibilerinden.
Elbette Nick Cave isminin üzerimde hipnotize edici bir etkisinin olmasının yanı sıra John Hillcoat'la beraber oyuncu kadrosu da ekstra olarak ilgimi çekiyor filme -hadi artık efsaneler arasında olan Gary Oldman'i bir kenara bıraksak, geçen sene itibariyle "o varsa izlenir" listeme önemli bir giriş yapan Jessica Chastain var, gerçi büyük antipatiyle yaklaştığım Shia LaBeouf da var ama- fakat gerçekten çok kötü bir fragman hazırlanmış fikrimce, bu isimler olmasaydı muhtemelen bu filmi izlemeye dair en ufak bir isteğim bile olmazdı. Her neyse, yine de filmin, biri aylar önce diğeri bir iki hafta önce yayımlanan fragmanları buralarda dursun.
Bu arada Jessica Chastain demiş miydim? Evet Jessica Chastain.
Jessica Chastain de var bu arada. Söylemiş miydim?
Aşağıdaki sahneyi yaratan yönetmene gerçekten imreniyorum. Şimdiye kadar hayran olduğum, büyük önem verdiğim ve kendimi yakın hissettiğim birçok farklı şey izlemişimdir fakat ilk defa bu sahneyi tasarlamış olmayı "keşkeledim". Film plotlarından ve filmleri üzerine yorumlardan anlaşıldığı kadarıyla yalnızlık temasıyla yakından ilişkili olan Malezya doğumlu yönetmen Ming-liang Tsai'nin bu filmini izlememi de zaten bu sahne sağladı, sonra da, iyi ki izlemişim dedirtti.
Sadece yalnızlıklarından değil birbirlerinin yalnızlıklarından da er ya da geç rahatsızlık duyan insanların dünyasına ve ortaklığına evrensel farklılığın da belirginleştirmesiyle bir kez daha tanık oluyoruz; hani her zaman orada duran tek bir anda farkedilir ya, işte öyle bir tanık oluş. Bilinenin tekrarlanmadığında unutulduğunu hayal kırıklıklarında görmek veya sürekli o bildiklerimizle yaşamak; bir anlam ifade etmiyor olduğuna takılmış bir biçimde ve de bir anlam ifade etmemesi için simgeler bulmak alışkanlığının getirdiği önemsizlik hissinin sonucunda mı farkediliyor acaba?
Benim Ki-duk Kim sayesinde tanıştığım Uzakdoğu'nun yalın ve yoğun sinemasını örnekleyen bir başka güzel film Ni na bian ji dian/What Time Is It There?.
Tony Soprano'nun, o hikayelerini izlemeyi çok sevdiğim Cosa Nostra olarak da adlandırılan ve kökleri Sicilya'ya dayanan İtalyan-Amerikan mafyasının "wise guy"larından farklı bir havası vardı. Evet, onlar gibi kabaydı, sertti, güçlüydü ve gücünü kullanmayı seviyordu ama neredeyse tüm The Sopranos dizisinin, bence, bunalım üzerine olmasının da baş aktörüydü.
Aşağıda Tony ve eşi Carmela'nın, 2. sezon 12. bölümden bir sahnesi var. Carmela'nın İtalya'ya tatile gideceğini, çocuklarıyla ilgili bazı işleri
Tony'nin yapması gerektiği ve aksi takdirde Tony'nin sevgilisini ima
ederek intihar edebileceğini söylediği bu sahne tek başına elbette çok bir anlam ifade etmiyor, hatta belki dandik bir pembe diziden alıntı gibi bile duruyor olabilir. Ancak hikayenin o ana kadarki seyrinde o sahne o kadar önemli ve güzel ki, ilk izlediğimde bölümün final jeneriği bittikten sonra siyaha dönen ekrana dakikalarca bakakaldığımı hatırlıyorum. Tony'nin ördekleriyle olan durumunu da sanırım, basit bir ders kitabı anlamının ötesinde bu kadar net bir şekilde ilk defa o zaman anlamıştım. Oraya çok yakışan Eurythmics'in I Saved The World şarkısını da ilk kez o zaman dinleyip, böylesine sevmiştim. Dizilerin de güzelliği burada sanırım; dizi biteli o kadar zaman oldu keza ben dizinin tüm bölümlerini izleyeli de, ama hala arada oturup Tony'yle konuşuyor gibiyim.
Tamamen Budapeşte metrosunda geçen Kontroll, taşıdığı simgesel ögelere rağmen fazla stilize edilmemiş bir gerçeklik üzerine kurulu olan bir hikayeyi konu ediniyor. Ve beklenmedik bir anda insanın karşısına çıkıp "acaba" düşüncesiyle izlenmeye başlandığı için garip bir biçimde eğlendiren filmlerden de biri oluyor benim için.
Daha sonrasında Hollywood'a transfer olan yönetmenler arasına katılan ve
şu dönemde de bir 3D Metallica filmi projesi olan Los Angeles doğumlu
Macar asıllı yönetmen Nimród Antal'ın ilk uzun metrajlı filmi olan Kontroll, aslında gayet sıradan olan ve fazla bir şey anlatmayan hikaye yapısı basit bir gençlik filminden alıntıymış gibi dursa da popüler kültüre çok fazla mekan olmamış bir ülkeye ve oradaki bir grubun içine bir nevi insanı konuk ediyor olmasıyla kendini o yapıdan sıyıran eğlenceli bir seyirlik film.
Sinemaskot isimli diğer hiçbir site veya blogla bir bağlantım yoktur. Radikal Blog'daki ufak ve gereksiz macera harici 2008'den beri bu adreste yalnız bir blog olarak devam etmekte Sinemaskot. Sonradan çıkan isim benzerlikleri sebebiyle blogun isminin başına mavra olsun diye "öz hakiki has" koymayı düşünmüş olduğum da doğru değildir. Şaka bir yana Sinemaskot ismi cidden patlamış, zamanında bu blogu arkadaşım isimlendirdiği için şimdi ismi değiştirmek istemedim ama durum bu yani.
"Yeah, well, sometimes nothin' can be a real cool hand."
Into The Wild
Frances Ha
Six Feet Under
The Late Late Night Show with Craig Ferguson
"Don't Let The Fuckers Get Ya"
The Sons of Lee Marvin'i temsil eder dersem çok ciddi bir şeyden bahsediyormuşum gibi gelir mi kulağa?
François Truffaut
"Ama sinefiller birer nevrotiktirler. -aşağılayıcı bir söz değil bu- Bronte kardeşler de nevrotikti ve bu yüzden tüm o kitapları okuyup sonunda yazar oldular. Ünlü Fransız reklam sloganı, 'Yaşamı seviyorsan sinemaya gidersin.' diyor, yanlış! Tamamiyle karşıtı; eğer yaşamı sevmiyorsan ya da yaşam seni tatmin etmiyorsa sinemaya gidersin."