29 Eylül 2018 Cumartesi

Mandy


"Sinemanın mecra olarak büyüleyiciliğine dayanabiliyor" demek, bir film için sarf edilebilecek en özel övgülerden birisi, ve Mandy tüm kusurluluğuna rağmen bunu hak ediyor. Bu efsunlu hali, "nasıl"ı ön plana çıkarıp "ne" sorusunun cevabını önemsiz kılabiliyor veya görece basit ve sıradan hatlarla örülü bir alana sıkıştırabiliyor, fakat bir kez etkisi altına girilince o büyünün, gerisi pek de önemli olmuyor. Yine de, finale doğru, Nicolas Cage sayesinde akılda kalan ufak bir sekansla beraber iskelet anlatısına içkin ama benzerlerinde vurgusu nahoş kalan bir tematik keşfi de becerebiliyor Mandy, bu açıdan esasen katmanlı da.



Güçlü atmosferi, olayları öyle bir çevreliyor ki tuhaflıklar silsilesi yapmacık bir bütüne dönüşmemeyi başarıyor. Mesela Mandy'den önce elektrikli testere dövüşüyle heyecanlanıp film-noir estetiğinin çok uzağında kalan bir sigara yakma sahnesinin sinema perdesinde bu derece karizmatik durabileceğini pek düşünemezdim. Zaten bu beklenmedik hal Mandy'yi rastgele bir kült film taklidinin ötesine taşımayı başarıyor. Zira "gömleğimi yırttın" gibi repliklerle saldırganlaşan bir karakterin eklendiği bildik bir hikayeye dönüşmeden önce bir dünya kurmayı başarıyor Panos Cosmatos. Mandy ve Red etrafında ince hatlarla kurulan dünya başarılı olduğu ölçüde intikam tarafı anlatmaya değerli hale geliyor. Janra ters giden temposu ve filmin geneline işleyen o değişken modu yansıtma becerisini gösteren kurgusuyla, yani görüntü yönetmeninden kurgusuna sağlam bileşenlerin bütünlüğü ve Jóhann Jóhannsson'ın bunları sarıp sarmalayan melodileriyle aradığını düşündürdüğü hissiyatı bulup kanalize etmede pek zorlanmıyor Mandy. Tam da bu açıdan, istismar filmlerine düşkün sinemacıların birkaç dikkat çekici sahne ve numaradan ibaret doldurma filmlerin yapmacıklığından ayrılıyor. İlk gösteriminden beri filmin, ismini aldığı karakteri canlandıran Andrea Riseborough'dan ziyade Nicolas Cage ile anılması yıldız sistemi alışkanlıkları dışında da anlamlı bu sebeple. Çünkü postere yazılan ismi zaman geçtikçe gurur okşayıcı olmayan bir film sınıfıyla anılan Cage, kariyerinin farklı evrelerinde ismine yapışan farklı etiketleri pürüzsüz gözüken PR marifetlerine düşmeden edinmiş gibiydi ve mevcut çınlamayı peşinden getirdiği Mandy için de o etiketi satmak adına öyle bir manevraya girişmedi. Bu açıdan filmin taşıdığı o "kült" hava da böyle bir dokunulmamışlık barındırıyor sanki. 

Çılgınlığı ve yetisiyle özel bir film Mandy. Dikkat çekici ve sürükleyici hali basit bir numaraya dönüşmezken kullandığı numaraların da hakkını veriyor. 


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

başrollerin haricinde de kendisini gösteren ve etkili atmosferin kurulumunda önemli pay sahibi olan casting başarısını ayrıca not etmeli.

6 Eylül 2018 Perşembe

Arizona


2008 krizine atıf yaparak başlayan Arizona, 2009'da, emlak sektörünün çöküşünden sonra, ismini aldığı eyaletin hemen hemen terk edilmiş bir banliyösünde geçiyor. Sektörün balon gibi şiştiği dönemde gerçeklikten uzak vaatlere *kanarak* aldığı evin kriz sonrası bir anda değerini kaybetmesiyle yüzleşemeyen ve kredi borcu sebebiyle o evi de kaybetmek üzere olan bir müşterinin, bir emlakçıyı kaçırmasını konu ediniyor film. Böyle bir anlatıyı kriz arka planına dayayarak işlemek bir istismar filmi için eğlenceli bir fikir ortaya çıkarabiliyor. Zira nihilistik şiddet eğilimleri de, odak kendilerinde olmasa dahi karakterlerin genel çizimleri de hem rastgele bir seyirliğin keyif verme ihtimalini artırıyor hem de krize dair dolaylı bir yorum olanağı sunuyor. 

Tüm bunlar Arizona'nın eğlenceli bir seyirlik olmak için gerekli koşulları sağladığını düşündürebilir. Fakat kağıt üstünden pratiğe döküldüğünde usandıran şeylerden birisi, filmin janr motiflerini dümdüz, hiçbir yaratıcılık kıvılcımı olmadan kullanması. Adeta uyduruk bir komedi skecinin beklemedik biçimde popülerlik edinen yeni bir filmle dalga geçmeye çalışışı gibi, hem karakterlerin hem de hikayenin 80 küsür dakika boyunca aynı virajları tekrar tekrar alması izleyen bünyede bir uyuşukluk yaratıyor elbette. Dahası, anlatının temelini oluşturan kaçıran/kaçırılan dinamiğinin işaret ettiği her fırsata rağmen hiçbir noktada değişmeden, aynı numaralarla devam edişi filmin henüz ikinci evresinin başlarında tekdüze bir bütünlüğe kavuşmasına neden oluyor. 

Formülüze edilmiş anlatıların ufak tefek değişikliklerle kulağı ters taraftan göstermesi ve bu sayede paye edinmesi son yıllarda eğlence odaklı filmlerde alışılan bir durum. Ancak Arizona bunu başaramıyor olsa da kriz temalarına -biraz gereksizce- dönüp duran anlatısıyla dünya siyasetindeki ataletin iyi bir göstergesi oluyor. Ortada sonucuna ve pazarlık sürecine dair hala bir şey olmayan Brexit ertesinde Tony Blair'ın merkeze dönüşü savunduğu bir yazıyla kutlanması, kurulu düzenin hegemonik algısının yıkılmaktan çok uzak olduğunu göstermişti. Arizona da işte o hegemonik algıyla krize dair *göz kırparak* yorum getiren bir film. Rosemarie DeWitt'in artık otopilotta oynadığı bir karakteri, krizden bağımsız olarak marazi eğilimler sergileyen erkeklerin arasına atıp final dönemecinde de emlak balonu sürecinde inşaat firmalarının kullandığı numaralardan birine başat rolü vermek, günümüz merkezi siyasetine tam denk düşüyor. Yasal düzenlemelerin etrafından dolanan yapıya eski modeli atıp bir başkasını ortaya çıkarmak, kimlik politikaları çevresindeki yüzeyselliğe de kriz etrafında dönen filmlerin aktörleri şeytanlaştırmasına da güzelce uyum sağlıyor. Kolpalaştırılmış, yani sadece etiket olarak kalmış feminizmle sunuyor Arizona: hani nerede sıradaki balon?

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses