Son of a Gun gibi filmlerin en büyük problemi ne olduklarının farkında olmamaları ve daha mühim gözükmek için kendilerini kabartmaya çalışmaları. Mekansal ve müziksel olarak tonu doğru ayarlansa dahi ortada vasat bir senaryo ve göze batmaması başarı olan bir yönetim varken zaman geçirmelik film olarak bile belli bir çıtanın ötesine geçmesi mümkün değil bu hırs ve arzudaki bir filmin. Mesela yine 2014 yapımı olan Antoine Fuqua'nın filmi The Equalizer, gayet abartılı ve klişelerle dolu kötü senaryosunun Fuqua'nın tecrübesini gösteren çok iyi bir yönetimle ne kadar amacına hizmet eden bir seyirliğe dönüşebildiğine iyi bir örnek: çünkü film ne olduğunun bilincinde ve fazlasına ulaşmaya çalışmıyor; adeta tek içimlik hazır kahveler gibi sürdüğü müddetçe ilgiyi kendisine kilitlemeyi başarıyor ve bunun başlı başına çok büyük bir meziyet olduğunun bilinciyle ötesine kalkışmıyor. Son of a Gun da kendisini izletiyor izletmesine fakat üzerine kurulduğu iskeleti dönüştürmeye çalışıp da bunu başaramaması itici oluyor. Çünkü o farklılık hedefini sezdirmesiyle bir etkileşim başlatıyor izleyicisiyle ve o sezgiyle verilen vaatler yerini bulmayınca kendi önüne *atış serbest* tabelasını dikiyor ve Julius Avery'nin ilk filmi olmasının da etkileriyle gelen atışları karşılayamıyor film. Fakat bu iticiliğinin en önemli sebebi Avustralyalı filmin Amerikan stüdyo filmlerine öykünüş biçimi, zira filmin benzemeye çalışma meylinde göz ardı ettiği şey bazen belli fabrikasyonların üretildiği ortam dışında pek de yakışıklı durmuyor oluşu.
İsveçli Alicia Vikander'in dahi "içine düştüğü mafyatik ilişkilerden kurtulmaya çalışan Rus kadın" tiplemesini -doğal olarak, o kadar paslanmış bir tipleme ki artık oyuncunun rolü kabul etmek harici bir suçu yok- pek ilgi çekici yapamaması ve top sakalın McGregor'a cidden yakışmış olduğu ötesinde söylenebilecek şeyler bu kadar; kendinin farkında olan film ne kadar ilgi çekemezse çekemesin sevilirdi oysa.
afişin hakkını da vermek lazım ama
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
0 tepki:
Yorum Gönder