23 Şubat 2012 Perşembe

84. Akademi Ödülleri - The Oscars 2012

Güncelleme - 27 Şubat 2012
Öncelikle kazananları görmek için burayı tıklatın.

Blogda sadece bir kısmını daha çok yorum yaparak yazdığım ama The Guardian'da tüm dallarda yaptığım Oscar bahsim birkaç fireyle kaldı bu sene. Yani birçok ödülün önceden rahatlıkla sezilebileceği bir yıl oldu Oscar için, sürpriz olarak niteleyebileceğim yalnızca, belgesel ödülünü kazanan Undefeated ile kurgu ödülünü kazanan The Girl with the Dragon Tattoo oldu.

Daha önce birçok sefer tekrarladığım -ve blogun sağ tarafında taxi driver afişiyle de temsil edilişinden de anlaşılacağı üzere- Martin Scorsese'nin benim için çok farklı bir yeri olsa da ve bu seneki filmi de -her zamanki gibi- yine ne kadar güzel olsa da Hugo'nun En İyi Film'i kazanacağını beklemek pek mantıklı değildi, çünkü Hugo temelde çocuk filmi olarak anılan bir film ve Akademi bu tarz filmlere pek -büyük- ödül vermiyor. Zaten 11 dalda aday olduğu gecede sadece 5 teknik dalda ödüllendirildi.




















En İyi Erkek oyuncu ödülünde Gary Oldman'ı düşük de olsa bir ihtimal görebileceğimizi düşünmüştüm ama Jean Dujardin'in alacağı da o kadar belliydi ki George Clooney bile kırmızı halıda kendisine, kazanması halinde teşekkür etmek için hazırladığı bir isim listesi olup olmadığı sorulduğunda; bu gece en iyi aktör yarışı sonlandığında sahnede Fransızca konuşan birisini göreceğiz, dedi.

Christopher Plummer'ın ödül konuşmasında heykelciğe dönüp "Benden sadece iki yaş daha büyüksün sevgilim, bunca zamandır neredeydin?" demesi törenin güzel anlarında biriydi, Plummer ödülü alan en yaşlı aktör oldu.

En İyi Orijinal Senaryo'yu Midnigh in Paris'le Woody Allen'ın, En İyi Uyarlama Senaryo'yu da The Descendants'la Alexander Payne, Nat Faxon ve Jim Rash'in alması da gecenin en yerinde ödül dağıtımlarından birisiydi, tabi Allen'ı ödül alırken göremedik yine ama olsun. Ödül alırken Jim Rush'ın, ödülü sunarken bacağını gösterebilmek için garip bir duruşla konuşan Angelina Jolie'yi taklit etmesi de -en azından beni- baya güldürdü.

Octavia Spencer En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü alması üzerine Steve Martin'in, Spencer'in The Help'deki "kakalı pasta"sıyla, kategorideki diğer adaylardan Melissa McCarthy'nin Bridesmaids'de lavaboya tuvaletini yapmasına gönderme yaparak; "Komedi hiçbir zaman kazanmaz. Dramatik sıçma sahnesi, komik sıçma sahnesi yerine kazanır, ona yeğlenir." tespiti gayet doğruydu. -her ne kadar Spencer'ın performansını daha çok beğenmiş ve Bridesmaids hakkında gayet olumsuz düşünüyor olsam da bu tespitin doğruluğu değişmiyor.

Natalie Portman'ı tanıdığım günden beri kendisine "resmen âşık olduğum" için kendisini törende görmek bile ayrı bir keyif kaynağı. Ama En İyi Erkek Oyuncu ödülünde yarı ezberden söyleyip yarı okuduğu metinle kerhen yaptığı sunumu pek güzel değildi açıkçası.



Biraz internette dolanıp, biraz elimdeki kitapları karıştırarak arada sırada neler oluyor diye kontrol edip sunucuların yorumlarını duyduğum kırmızı halı geçişlerinin ne kadar saçma olduğunu söylemeyi her ekrana bakışımda tekrarladım. Ancak bu sene ilk kez The Tree of Life'da izleyip hayran kaldığım Jessica Chastain'i ekranda gördüğüm anda resmen dondum, ve işte o anda kırmızı halıyı bile sevdim.

Bundan önceki senelerde yorumlarını hep güzel güzel takip ettiğim Tuğrul Eryılmaz'ın gece boyunca devam eden The Artist düşmanlığı bir süre sonra cidden çok can sıkıcı bir hale geldi. The Artist benim beğendiğim bir film ama abartıldığı da bir gerçek, fakat eğer bir hype sözkonusuysa bu Oscar'lar için törenden kısa bir süre önce yaratılmış değil, Cannes'da yaratılmıştı, zaten sadece reklamla alakala bir durum yok çünkü filmin izlenme oranı da öyle aman aman yüksek değil. Evet bu ödül sezonunda aday filmleri izleyip duruyoruz, adaylar üzerinde şu kazansa iyi olur ama buna verirler gibi tahmin yürütüp yorumlar yapıyoruz ve Oscar törenini izlemek için ertesi güne 2-3 saatlik uykuyla başlıyoruz ama bunların hepsi eğlenmek için. Sinema sanattır ve sanatta yarışma olmaz, dolayısıyla ödül de olmaz. Bunlar sadece işin şov kısmı ve üzerine fazla düşmenin anlamı yok; izliyoruz, eğleniyoruz ve bitiyor. 1977'de En İyi Film ödülünü Rocky'nin almış olması Taxi Driver'a bir şey kaybettirmedi sonuçta, ki o sene Network ile All the President's Men de adaylar arasındaydı ama sonuçta bu filmlerin hiçbiri Oscar alamadığı için daha kötü bir film olmadı, ya da Rocky o sene kazandığı için daha iyi bir film olmadı. Normalde bunu her ödül söz konusu olduğunda sürekli olarak söylemek istemiyorum, ama dün gece Tuğrul Eryılmaz'ın küçük bir çocuğun takım tutuşuna benzeyen fanatik tavrı bir süre sonra çok sıkıcı oldu ve kendisini de iticileştirdi, bu yüzden burada da yazma gereği hissettim. Tabi bir de bu tören süresinde daha yakından takip ettiğim ve şarkıcı denildiğine mi sinema yazarı denildiğine mi yanacağımı bilemediğim Ömür Gedik var, bazen düşünüyorum; rezil olmadığını ve gerçekten ortaya bir şey koyduğunu düşünerek yazan Gedik mi utanmalı, ona yazı yazdıran insanlar mı, diye. Neyse.

Yabancı Dilde En İyi Film ödülünü alan Jodaeiye Nader az Simin'in yönetmeni, senaristi ve yapımcısı Asghar Farhadi'nin konuşması gecenin en güzel konuşmasıydı:
"Şu anda, dünya üzerindeki birçok İranlı bizi izliyor ve hepsinin çok mutlu olduğunu düşünüyorum. Sadece önemli bir ödül, film veya film yapımcısı nedeniyle değil, mutlular çünkü; savaş konuşmalarının olduğu bir zamanda, politikacılar arasında, kendi ülkeleri adına, gözdağı ve saldırganlık ticareti devam ederken; İran, burada ününü haketmiş kültürüyle konuşuluyor. Zengin ve köklü ama politikanın kiri altında kalmış bir kültürle. Bu ödülü ülkemin insanlarına gururla sunuyorum, tüm kültürlere ve uygarlıklara saygı duyup düşmanlık ve savaştan nefret eden insanlara. Çok teşekkür ederim."
Tören Öncesi
^

84. Akademi Ödülleri Töreni, 26 Şubat Pazar gününü 27 Şubat Pazartesi gününe bağlayan gece düzenlenecek. Kırmızı Halı ve Oscar özel program yayını orijinal diliyle CNBC-E'de ve simultane Türkçe çevirisiyle NTV'de 00.00'da başlayacak.

Bu bilindik girişin ardından, %94'ü beyaz, %77'si erkek ve yaş ortalaması 62 olan 5765 kişinin kazananları belirleyeceğini de eklemek isterim. Ve bu sene Billy Crystal'ın sunacağı törenin Hugh Jackman'ın sunucu olduğu 2009 yılındaki o eğlenceli şovu yakalamasını umduğumu da tabi.



Geçen sene Banksy'le yaşanan kostüm tartışmalarının bir benzerine bu sene de Sacha Baron Cohen neden oldu. Bu sene Hugo'da oynayan Cohen'in, yeni filmi The Dictator'u tanıtma amacıyla filmdeki kostümüyle kırmızı halıya çıkacağı söylentisi yayıldığı anda, önce Akademi'nin kendisini törenlerden men ettiği söylendi ardından The Hollywood Reporter aracılığıyla bir Akademi üyesi; hayır kendisini men etmedik, sadece ne yapmak istediğini öğrenmek istiyoruz, dedi. Yani bir nevi, Diktatör kostümünü giymeyecekse buyursun gelsin aksi takdirde törenden uzak dursun diyor kibarca. Başlı başına bana saçma gelen kırmızı halı olayı bu sene de, uzmanların çok ciddi bir iş yaparcasına Oscar modasını yorumlamasıyla geçecek anlaşılan.

En İyi Film. Öncelikle Melancholia neden aday değil demek isterdim ama, Cannes'dan sonra az çok tahmin edebiliyorum neden olmadığını, en azından öyle olduğunu varsayıyorum. Ben de çok beğenmiş olsam da, bir Fransız'ın Hollywood'un Altın Çağı olarak anılan bir döneme yaptığı saygı duruşu sebebiyle belki, fazla abartılıyor gibi The Artist. -hoş bu kadar ödül almıyor olsaydı da hakettiği değer verilmiyor derdim o da ayrı konu. BAFTA'da En İyi Film/Yönetmen/Aktör/Senaryo dahil olmak üzere yedi ödül alan The Artist muhtemelen Oscar'lardan da benzer bir şekilde dönecek. Ama belki, çok düşük bir ihtimalle de olsa, The Help sürpriz yapabilir.

En İyi Erkek Oyuncu karar vermesi en zor kategorilerden birisi bu sene. Brad Pitt, Jon Stewart'ın The Daily Show programına konuk olduğunda; tüm adaylar ellerini Oscar heykelciğinin üzerine koysun, şu araba yarışmasında olduğu gibi, en uzun süre elini çekmeden dayanabilen ödülü alsın şeklinde esprili bir öneri sundu kendi adaylığı üzerinde konuşurken. Bir bakıma en güzel yöntem de bu aslında bu kategorideki adaylar arasında karar vermek için, çünkü aday oyuncuların bu seneki performansları gerçekten çok iyi, dolayısıyla hangisi kazansa sanki bir diğerine haksızlık olacak. Oynadığı filmler ve canlandırdığı karakterlerle, benim için ayrı bir yeri olan Gary Oldman, günümüzün en iyi oyuncularından biri ve bugüne kadar Oscar alamamış olmasının da etkisiyle Oscar'da bu sene avantajlı gözüküyor. Ama kendi ülkesinde BAFTA'yı bile Jean Dujardin'in kazanmış olması ve bu seneki Oscar'larda da The Artist rüzgarı esme ihtimaliyle Dujardin, Oldman'den daha öne çıkıyor. Empire'ın, George Clooney Hollywood'un belediye başkanı gibi bir şey, sadece arkadaşları oy verse hem kendi hem oynadığı filmler ödülleri toplar şeklinde biraz alaylı bir yaklaşım sergilediği bu kategoride bu sene ne George Clooney'in ne Brad Pitt'in ne de Demián Bichir'in şansı Dujardin ve Oldman kadar fazla gözükmüyor. Sonuç olarak, Oldman sevgime rağmen, aralarından A Better Life'taki performansıyla Bichir'in çıkıp ödülü kazanmasını istemiyor değilim ama ödül yarışı, daha çok, Oldman'le Dujardin arasında geçecektir.

En İyi Kadın Oyuncu. Newsweek'in Oscar Yuvarlak Masa programında -Oscar Roundtable- siyah-beyaz ayrımcılığının hala sözkonusu olduğunu söyleyip Clooney'in de söze karışmasıyla sektörün kadınlara yönelik olumsuz tutumunun da devam ettiğini de ekleyen Viola Davis'in The Help'deki performansıyla ödülü almasını isterim, ancak The Help'de Emma Stone'la paylaştığı tam anlamıyla başrol denilemeyecek bir rolü var ve bu ciddi bir eksi oluyor ödülü kazanma şansı için. Artık adaylıkları "Streep+ herhangi 4 kişi" olarak belirlediklerini düşündüğüm Akademi, Oscar'a en çok aday gösterilen kadın oyuncu Meryl Streep'e üçüncü kez Oscar kazandıracak gibi gözüküyor bu sene.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu. Nick Nolte'un ayrı bir güzelliği olsa da benim için, yaşlı ve eşcinsel karakterle aday olmuş ve henüz Oscar kazanamamış efsane isimlerden Christopher Plummer'ı Akademi ıskalamaz gibi geliyor, zaten biraz da yaşam boyu başarı ödülü gibi bir havası olur ödülün eğer Plummer alırsa -ki yaşlı ve eşcinsel rolü diyorum, akademi kaçırmaz.
Baksanıza fotoğrafta Nick Nolte'umun duruşuna, adam kadrolu "badass".
En İyi Yardım Kadın Oyuncu. The Artist'i izlerken, canlandırdığı karakterin yoğun etkisiyle Bérénice Bejo, bu nasıl bir insandır dedirterek resmen büyülemişti beni. Ama elbette bu bir ölçüt değil, her ne kadar yukarıda bahsettiğim Akademi oyverenlerinin durumuna bakarak onlar için bir ölçüt olacağını düşünsem de -Bejo özelinde söylemiyorum tabi ki bunu. Bu sene oynadığı altı filmle kariyerinde önemli bir çıkış yapan ve ilk kez Oscar'a aday olan Jessica Chastain'in bundan sonraki yıllarda da aday olma ihtimali gayet yüksek olduğu için -bi' bakın kadına, o güzellikle daha çok izleriz; Viola Davis'in söylediği gibi sonuçta sektör- kendisini pas geçiyorum. Sonuç olarak; Altın Küre, BAFTA, Eleştirmenler Derneği'nin de üzerinde uzlaştığı üzere, Octavia Spencer bu sene ödülü alır gibi gözüküyor.


En İyi Yönetmen. Woody Allen ve Martin Scorsese'yi bir kenara ayıralım önce, zira benim hiçbir zaman için kimseyle kıyaslamak istemeyeceğim sinema insanları kendileri. Zaten Scorsese'ye geç de olsa ödülü verdikleri için Akademi eskisi kadar utanç içinde değil, aynı zamanda Hugo da temelde bir çocuk filmi. Woody Allen'ın zaten neredeyse ismi dahi geçmiyor bu sene Oscar konularında. Her filminde başrol olması için anlaşıp kurgu odasında neredeyse tüm sahnelerini kestiği bir kurban oyuncu bulunan ama buna rağmen filmlerini sevdiğim Terrence Malick'in, en basit tabirle farklı filmi dolayısıyla pek kazanma ihtimali yok, gerçi kendisinin de pek umursayacağını sanmam, muhtemelen törene bile gelmeyecektir. Oylar daha çok Alexander Payne ile Michel Hazanavicius üzerinde yoğunlaşır ve en sonunda Michel Hazanavicius kazanır gibi geliyor bana.

Fotoğrafta da sanki Martin Scorsese yaşlı bir hayran da Payne, Hazanavicius ve Fincher'ı yanyana bulunca önce biraz rahatsızlık vermiş sonra da fotoğraf çektirip gidecekmiş gibi duruyor.

En İyi Orijinal Senaryo. Midnight in Paris ile Woody Allen'ın almasını isterim açıkçası. Ama filmi ne kadar beğenmiş olursam olayım senaryosuyla ödül alabilecek bir film olduğunu düşünmediğim The Artist öne çıkıyor bu dalda, ve muhtemelen de The Artist'le ödülü Michel Hazanavicius alacak. Blogda daha önce de söylediğim gibi Bridesmaids'in burada aday olması bile bir şaka bence. Margin Call, tek ve filme en uygun dalda, gözardı edilmediğinin gösterilmesi adına aday olmuş gibi duruyor zaten. Asghar Farhadi'nin Jodaeiye Nader az Simin'i ise senaryosu ne kadar güzel olursa olsun yönetmenlik dalında daha fazla hakediyor bence ödülü, her ne kadar aday olmasa da.


En İyi Uyarlama Senaryo. The Descendants ve Tinker Tailor Soldier Spy daha öne çıkıyor bence ama senaristlerinin ağırlığı sonucu Moneyball da sürpriz yapabilir. Çok paranoyakça gelse de kulağa ve aslında çok önemli bir politik tavrı olmasa da filmin, The Ides of March'ın seçim senesi ödül alacağını zannetmiyorum. Hugo da pek mümkün gözükmüyor.

En İyi Animasyon Film. Yeşilçam filmlerinin olumsuz etkileriyle mi bilmiyorum ama Chico & Rita bana çok sevimsiz geldi. Une vie de chat'i kaç haftadır hala izleyeceğim ama çok tembellik ettim, kısacık da film halbuki. Puss in Boots'u hesaba bile katmadım, Kung Fu Panda'nın da ilk filmini izlemediğim için ikinci filmini de izlemedim. İtici-sert çizimleriyle alışılmadık bir animasyon olan Rango da fazlasıyla bilindik hikayesiyle western türüne bir çeşit saygı duruşu aslında, tabi yer yer dalga geçerek de olsa. Oscar'larda da zaten bir sürpriz olmadığı sürece Rango'nun kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor, ben de inanılması güç bir önyargıyla önce Rango'yu bu yüzden izlemiştim sanırım.


Yabancı Dilde En İyi Film. İlk önce şunu söyleyip aradan çıkartayım, Rundskop'tan hiç hoşlanmadım. Onun dışında da zaten bir tek Jodaeiye Nader az Simin'e ulaşıp onu izleyebildim ama bu, yorum yapmama hiçbir engel teşkil etmiyor çünkü Jodaeiye Nader az Simin son yıllarda izlediğim en güzel filmlerden birisi ve bu sene başka bir filmin de bu başarıyı gösterebileceğini pek zannetmiyorum. Sonuç olarak Jodaeiye Nader az Simin'in kazanmasını istemek bir yana, büyük bir sürpriz olmadığı sürece kazanacağını da düşünüyorum.


Sinematografi, Kurgu ve Sanat Yönetmenliği gibi daha teknik dallarda tek tek yorum yapabilecek kadar donanımlı olduğumu düşünmüyorum açıkçası. Ama kurguda The Artist'le Anne-Sophie Bion ve Michel Hazanavicius, sinematografide ise The Tree of Life'la Emmanuel Lubezki'nin kazanmasını isterim, tabi o ya da bu kazanır diyemiyorum, o ayrı.

En İyi Belgesel dalında ise sadece Pina filmini izleme imkanım vardı ve Wim Wenders'e rağmen filmi izlemedim, dolayısıyla kategori yorum alanımdan dışarı çıktı.

En İyi Animasyon Kısa Film kategorisinde ise Dimanche ve The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore'u izleyebildim, ikisi arasından tercih edecek olsam kesinlikte Dimanche derim ama elbette diğerlerini de izlemek lazım, her ne kadar filmlere ulaşamıyor olsam da bir ara izleme imkanı bulabilirim diye umuyorum.

Son olarak The Artist'in büyük bir ihtimalle En İyi Orijinal Film Müziği'ni de alacağını düşünmekteyim.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

16 Şubat 2012 Perşembe

9 - Dokuz


"...Cinayetlerinizi gördüm. Gördüm de bir şey yapabildim mi? Hiçbir şey yapamadım. Gidecek yerim de yok. Onun için hiç dışarı çıkmıyorum, hep dükkandayım. Her şeye uzaktan bakmak yetiyor. Anlayacağımı anladım, bu sizin dünyanız. Madem bu kadar çok istiyorsunuz, alın hepsi sizin olsun."
Ne kadar güzel -ve yerli sinema adına özel- bir film olduğu gerçeği bir yana, Cezmi Baskın'ın canlandırdığı Salim karakterinin bu cümleleri film adına beni en çok etkileyen şeylerden biri oldu, bir de blogda anmak istedim.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

11 Şubat 2012 Cumartesi

Career Girls

Erteleme dönemlerindeki o bekleme, parlama düşüncesi ve ileriye atılmış zamana düşüldüğündeki o kaybolma hissi; her insanın geçirdiği süreçler değil belli ki. Tekrarı farkeden insanın tüm rahatsızlığının süreçlerle ilişkilendirilmesi yanlışı sembolik olarak karşılığını bulsa da gerçeği değiştiremiyor.

Üniversiteden mezun olduktan altı yıl sonra tekrar buluşan iki arkadaşın beraber yaşadıkları üniversite dönemlerini hatırlayışlarıyla geçen Career Girls, sıradanı ve ilişkili buhranı ıskalamayan etkileyici ve güzel bir Mike Leigh filmi.

Sanki... sanki bütün hayatını kusarmış gibi öksürüyordu.
***
Ben aptal değilim. Daha çok bir budala bilgin gibiyim. Sadece daha bilginliğimi bulamadım.

not:
idiot savant terimini budala bilgin olarak çevirdim ama tabi tam anlamıyla karşılamıyor, idiot savant da ne derseniz terimin üzerine tıklayın gerekli yere erişeceksiniz.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

10 Şubat 2012 Cuma

Time of No Reply*

Küçükken yazın geldiğini çim biçme makinelerinin yaydıkları ses ve kokudan anlardım, okula yeni başlamış küçük bir çocuğun bekleyeceği en önemli şeylerden birisi tatil olduğu için de çim makineleri büyük önem taşırdı benim gözümde. Zaman geçtikçe, görece çok zaman geçtikçe, insanların aksine yaşamın içinde olan, karşılaşılan veya karşılaşılabilecek şeyleri değil de bizzat yaşamın kendisini düşündüğümü farkettim. Her olay, her durum birer araçtı; öyle ya da böyle bir şeyler hissetmeye ve düşünmeye sebep olan sadece birer araç. Bu düşünce beni keskin ama kesin olmayan bir isteksizliğe sürükledi, herhangi bir şey yapmak istemiyordum sadece ve bunun mümkün olmadığının da farkındaydım. İronik bir biçimde yaşam, hayatta olmayanlar ve gerçekten yaşamıyor olanlar içindi. Savaş filmleri bu kadar etkileyiciydi ama bu, her an kavgaya hazır dünyada çözümler aramak ya da taraf olabilmek için değil, yaşam, savaş devam ederken oradan yeni dönmüş bir adamın amaçsızlığında yaşandığı içindi. Ve bu yüzden çim biçme makineleri artık sadece baş ağrısını simgeliyordu.
...
and in my mind
i still need a place to go,
all my changes were there.
...
blue, blue windows behind the stars,
yellow moon on the rise,
big birds flying across the sky,
throwing shadows on our eyes.
leave us

helpless, helpless, helpless.



Ha bir de unutmadan, Nate'in selamı varmış:
-kutlamanın çeşitli halleri var sonuçta. hem biraz da six feet under'ı anmak için bu video-

***
time of no reply, nick drake
resim; kenichi hoshine, untitled-25
ayrıca şarkı neil young'ın, bir de ondan dinlemek isteyebilirsiniz
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

9 Şubat 2012 Perşembe

Drive

Durgun anlatımıyla benzerleri arasında özelleşen film, müzik kullanımı ve şiddetin resmedilişiyle yer yer Tarantino'yu hatırlatıyor. Tabi buna rağmen Tarantino'nun her yıl yayınladığı "yılın en iyileri" listesinde değil de "iyi deneme" listesinde olması garip geliyor ya, neyse.

Ryan Gosling her ne kadar röportajında Clint Eastwood karakterleri benzeri suçla savaşan soğukkanlı ve sessiz adam yaratmak gibi bir amaçları olmadığını söylese de, filmdeki karakter fazlasıyla anımsatıyor o Eastwood karakterlerini. Hoş, yönetmenin filmin biraz kadınsı olduğunu söylemesi konusunda ne düşündüğü sorusuna da; bilmiyorum ama ben annem ve ablam tarafından yetiştirildiğimden biraz fazla kadınsı bir adamım diye cevap veriyor Gosling.

Sonuç olarak Drive, iyi boyanmış bir B-film gibi duran keyifle izlenecek bir film.

Margin Call


"Bu işte başarılı olabilmenin üç yolu var: ilk ol, daha akıllı ol veya hile yap." diyor filmin kurgusal karakteri John Tuld. 2008'de başlayan ve etkilerini hala sürdürdüğü söylenen krizin etkisiyle ortaya çıkan film hakkında okuduğum eleştirilerden birinde film, filmde krizi başlatan kurgusal yatırım bankasının bunu bir kaza sonucu yapması sebebiyle Wall Street'i aklamakla ve bu insanların aslında suç işlemediğini öne sürmekle suçlanıyor. Ekonomiden, sadece paranın aslında var olmadığını ve varsayımsal değerlerle dünyanın döndüğünü ve bu sayede de insanların rahatlıkla yönlendirildiğini söyleyebilecek kadar anladığım için -ya da diğer bir ifadeyle ekonomiden anlamak için yeterli donanıma sahip olmadığımdan-, filmde krizin başlama şekli ve orada dönen entrikalar hakkında tam bir yorum yapabileceğimi düşünmüyorum, yani gerektiği kadar anladığımı zannetmiyorum. Fakat film, kendi babası da böyle bir yatırım bankasında çalışmış olan, yönetmen ve senarist J.C. Chandor'ın kurgusu ve gerçekteki krizlere sadece atıfta bulunuyor. Yani kendilerini kurtarmak adına bir yatırım bankasının kazayı fırsata dönüştürmesi ve filmde akabinde gerçekleşenler, bence Wall Street'i aklamak değil, sert çizgilerde ilerlemeyen hafif bir olumsuz eleştiridir, olmuş ve olmakta olanlara.


Filmde görmekten mutlu olduğum Stanley Tucci'nin merdivendeki hesap sahnesi ve nerede görsem mutlu olduğum Kevin Spacey'nin köpeğiyle olan ilişkisi, 24 saatlik bir süreci konu alan filme ve karakterlerine derinlik katan unsurlar olmuş. Karakterler arasındaki en kıdemsiz elemanın sürekli üstlerinin maaşlarıyla uğraşması da -belki çok alakalı olmasa da o karakterle- dışarıdan gayet rahat sallayıp böyle bir işe girdiğinde ya da o fırsatı yakaladığında bir anda söylemi değişen insanları hatırlattı bana. Sonuçta bedeli ödeyenin "büyük adamlar" değil "diğer insanlar" olduğunun filmdeki vurgusu bir tarafa Peter Sullivan karakterinin sokakta arabasıyla giderken dışarıdaki insanlara bakıp; "Bu insanların ne olacağı hakkında en ufak bir fikri yok." demesi de önemli detaylardandı.

En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar adayı olan Margin Call, son dönemlerde belgesel film olarak daha da artan ekonomik eleştiri konusunu kurgusal bir filme taşıyan, oyuncu kadrosuyla da göze çarpan ve sürükleyici bir anlatıma sahip bir Wall Street filmi.

Bridesmaids


Bu senenin En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar adaylarından Bridemaids her ne kadar bir chick flick olsa da filmin hem senaryo dalında ödüle aday olması hem de her yerde hakkında çok olumlu eleştiriler okumuş olmam nedeniyle merak edip izledim filmi, belki bu kez ilk anda sandığım gibi değildir de güzel bir komedi izlerim umuduyla. Fakat her sene çokça benzerleri çekilen filmlerden biri Bridemaids de; kendisi ve içeriği bakımından olmasa da varlığıyla bir komedi filmi.

Böyle bir filmi herkesin beğenmiş olması yine çok önemli olmasa da filmin senaryo dalında ödüle aday olmuş olması yapımcıları adına gerçekten büyük bir başarıdır; artık nasıl bir çalışma yürüttülerse filmi aday yapabilmişler. Ödül kavramı bir tarafa, senaryo dalındaki ödüllerin biraz daha fazla önemli olduğunu düşündüğüm için belki garip geliyor bana bu durum çünkü filmin En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında da bir adaylığı var -Melissa McCarthy- ama o adaylık pek rahatsız edici değil, en azından daha kabul edilebilir.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Warrior


Kendi tarzı filmlerdeki neredeyse tüm klişeleri bir araya getirip bunun çok fazla sırıtmamasını sağlamak elbette bir başarı olsa da Warrior sıradan ve vasatın altında bir film.

Filmde, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olan Nick Nolte'un oyunculuğu dışında pek bir şey olmamasına rağmen filmin neden bu kadar abartıldığını da pek anlamış değilim açıkçası.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

7 Şubat 2012 Salı

The Iron Lady

The Iron Lady, açılış sekansı ve -resmen gösteri yaptığı için daha öne çıkan- Meryl Streep ile beraber Jim Broadbent'in oyunculuğu haricinde olumlu pek bir şey sunamayan ve Margaret Thatcher'ı anlatmakta da zayıf kalan bir film. Thatcher'ı suçlamak ya da savunmak adına keskin bir tavrı olmayan film kendisinden bağımsız olarak -ve muhtemelen bilinçli bir şekilde olmadan- önemli bir şey gösteriyor aslında; politika, hala, olduğundan ve olabileceğinden çok daha fazla kişisel algılanıyor.

Ve son olarak; Oscar'a aday olan bazı filmler için "Eğer posterler gerçeği gösterseydi" başlığıyla yapılan uyarlama posterlerden The Iron Lady:

The Ides of March


Beau Willimon'un Farragut North isimli oyunundan yazarın kendisi, Grant Heslov ve Clooney tarafından senaryoya uyarlanan film Clooney'nin yönetmen olarak dördüncü uzun metraj filmi.

Amerika'nın en son Obama'yla yaşadığı ve aslında neredeyse her yerde tüm seçimlerde yaşanan hayalkırıklığını, bu oyunun oynanma şekliyle olduğu kadar bundan başka kazanma yolunun da olmamasıyla açıklıyor film. Hikayede odaklanılan ana olaylar meydana gelip gelişirken arka planda sürekli olarak kampanya dahilinde yapılan ve bolca "demokrasi, özgürlük, dürüstlük, ileri, gelecek" gibi sözcük ve kavramları içeren konuşmaların asansör müziği tavrı ve tadında sunulmuş olması da bence filmi güzelleştiren en önemli detaylardan birisi. Ve tabi sadece birisinin bile bir filmde oynuyor olması benim için o filmi izleme nedeniyken bu oyuncuların bir araya geldiği bir filmi izlemeye olumlu bir önyargıyla başlamam gayet normal sanırım. Ha elbette çok önemli oyuncuların bir araya gelmesiyle çekilen çok kötü filmlere verilebilecek örnekler gayet fazla ancak burada başlıbaşına Philip Seymour Hoffman ve Paul Giamatti ikilisi yeter zaten. Yanlarında da Evan Rachel Wood -gibi bir güzellik-, Marisa Tomei, Jeffrey Wright, Ryan Gosling ve -dünya genelinde daha çok yakışıklılığıyla, Amerika'daysa bunun yanında bir de siyasi tavrıyla daha fazla öne çıkıyor olsa da oyunculuğu adına yorum yapmaya gerek olmayan- George Clooney olunca o klişe güçlü oyuncu kadrosu tabiri ortaya çıkıyor. Sonuç olarak The Ides of March, bir önseçimin arkaplanı aracılığıyla politika ve tahmin edilebilir kokuşmuşluğunu konu edinen sürükleyici ve güzel bir film. Aynı zamanda son yıllarda gördüğüm en güzel film afişlerinden birine sahip olduğunu da eklemeliyim.

- Bu saçmalığa gerçekten de inanıyorsun, tüm bu ülkeyi kurtarma fikrine.
- Ida, ben saf değilim, tamam mı? Birçok insanın 40 yaşına kadar ulaşacağı kampanya sayısından daha çok kampanyada çalıştım. Sana söylüyorum: İşte bu o!
- Bu fikre saplantı yaptın değil mi?
- Aynen öyle. Bundan gayet memnunum ayrıca. Bak; anketlerde önde gidiyor olması veya gerekli ekipmana sahip olup olmadığı umrumda değil. Gerçek şu ki; insanların hayatlarında hakikaten değişiklik yapabilecek tek kişi o. Ondan nefret edenler için bile. Mike Morris'in başkan olmasının kendisinden çok bizim için önemi var. Kazanamayacağı düşüncesi sikimde değil; kazanmak zorunda.
- Yoksa n'olur? Dünya alt üst mü olur? Hiçbir önemi olmaz. Zerre kadar. Sabah kalkıp işe giden, yemek yiyip uyuyan kimsenin hayatında hiçbir değişiklik olmaz. Yine işlerine giderler. Senin adamın kazanırsa Beyaz Saray'da bir işin olur. Kaybederse, K Caddesi'ndeki bir danışmanlık firmasına dönersin. Bu kadar! Bu adam için bu kadar heyecanlanmadan önce bunları bilirdin. Mike Morris bir politikacı. İyi, hoş biri. Hepsi öyledir zaten! Seni hayal kırıklığına uğratacak. Er ya da geç.

6 Şubat 2012 Pazartesi

The Descendants

Alexander Payne'in 2007 yapımı harika filmi Sideways'in üzerinden 7 yıl geçtikten sonra gelen ve bu sene beş dalda Oscar'a aday olan The Descendants, konusu duygu sömürüsüne gayet müsait olsa da buna başvurmayan, kolaylıkla bağ kurulabilen ve karakterlerini dengeli bir biçimde işlemiş olan; Payne'in filmlerindeki o güzel sıcaklığı yakalamış ve garip bir yönde etkileyici bir film.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

Leonard Cohen - Old Ideas

Leonard Cohen'in -baba, dede, güzel adam, arkadaşlığınız hiç bitmesin istediğiniz insan ya da artık her ne derseniz kendisine- 31 Ocak'ta çıkan yeni albümü Old Ideas yine ayrı bir güzel. Dinleyelim efenim;



I love to speak with Leonard
He’s a sportsman and a shepherd
He’s a lazy bastard
Living in a suit

But he does say what I tell him
Even though it isn’t welcome
He just doesn't have the freedom
To refuse

He will speak these words of wisdom
Like a sage, a man of vision
Though he knows he’s really nothing
But the brief elaboration of a tube

Going home
Without my sorrow
Going home
Sometime tomorrow
Going home
To where it’s better
Than before

Going home
Without my burden
Going home
Behind the curtain
Going home
Without the costume
That I wore

He wants to write a love song
An anthem of forgiving
A manual for living with defeat

A cry above the suffering
A sacrifice recovering
But that isn’t what I need him
To complete

I want him to be certain
That he doesn’t have a burden
That he doesn’t need a vision
That he only has permission
To do my instant bidding
Which is to say what I have told him
To repeat

Going home
Without my sorrow
Going home
Sometime tomorrow
Going home
To where it’s better
Than before

Going home
Without my burden
Going home
Behind the curtain
Going home
Without this costume
That I wore

Going home
Without the sorrow
Going home
Sometime tomorrow
Going home
To where it’s better
Than before

Going home
Without the burden
Going home
Behind the curtain
Going home
Without this costume
That I wore

I love to speak with Leonard
He’s a sportsman and a shepherd
He’s a lazy bastard
Living in a suit



sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

4 Şubat 2012 Cumartesi

A Better Life


Bu yılın Amerikan bağımsız filmlerinden A Better Life filmlerde ve dizilerde bolca görmeye alışık olduğumuz "parlak" Los Angeles'ın "parlak" olmayan diğer tarafında geçiyor. Göçmen sorunuyla beraber, daha iyi yaşam şartlarına kavuşmaya çalışan insanların hayatlarına değinen bu filmin, 2009 yılında Twilight serisinin bir filmini yönetmiş olması sebebiyle, Chris Weitz'dan çıktığını görmek açıkçası şaşırtıcı oldu benim için. Her ne kadar içerdiği problemlerle ilgili pek radikal bir tavrı olmayıp daha çok o ortamdaki baba-oğul ilişkisine odaklansa da film, Carlos Galindo Los Angeles'ın zengin kesimlerinden otobüsle geçerken görüntüye yansıyan tezat bile yeterli aslında bazı şeyleri anlamaya ve anlatmaya.

A Better Life, bilindik hikayesini pek duygu sömürüsüne başvurmadan etkileyici kılan vasatın üzerinde bir film. Ve bu fazla tanıdık hikayeler, bu düzen sürdükçe anlatılmaya devam edilecek muhtemelen.

Demián Bichir'in bu filmdeki Calos Galindo karakteriyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ına aday olduğunu da belirtmeli.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

2 Şubat 2012 Perşembe

The Girl with the Dragon Tattoo

Män som hatar kvinnor / The Girl with the Dragon Tattoo
2009 yapımı Män som hatar kvinnor filminden haberdar olup da izlemek için bir listede bekletmeye başlamamdan sadece birkaç ay sonra David Fincher'ın da filmin uyarlandığı aynı çok satan kitabın bir uyarlamasını çekeceğini öğrenmiştim, ve bunun üzerine, hem "kitaptan uyarlama film" klişesinin ne kadar saçma olduğu yönündeki düşüncemi sağlamlaştırmak -çünkü bir kitaptan uyarlanan fim, kitabın filmi değildir, kitabın sadece görselleştirilmiş bir versiyonudur- hem de Fincher'ın bir hikaye ve film üzerindeki etkisini daha iyi görebilmek adına Fincher'ın versiyonu ortaya çıkana kadar Niels Arden Oplev'in yönettiği 2009 yapımını da bekletip ikisini arka arkaya izlemeye karar verdim.


The Curious Case of Benjamin Button'ın prodüktörlerinden Kathleen Kennedy, Fincher'a Benjamin Button'dan sonra bir göz atması için bu kitabı önermiş ve Benjamin Button'ın gösterime girmesi konusunda ciddi zorluklar yaşanmış olmasının da etkisiyle Fincher, kimsenin bunu bir filme uyarlamayacağını ve kendilerini yine çaresiz kalacakları bir duruma sokacağı cevabını vermiş Kennedy'ye. Daha sonra The Social Network'ü çeken Fincher'a Sony Stüdyosu patronu Amy Pascal Dragon Tattoo'nun haklarını satın aldıklarını söyleyip projeyi Fincher'a getirmiş. İçinde yer aldığı tüm projelerin tonunu etkilediğini söyleyen ve Hollywood'un yapımcıları gözünde "karanlık ve herhangi birisini rahatsız edeceğinden çekinmeyen" filmler yapan Fincher, Stieg Larsson'ın kitabını ve Steven Zaillian'ın ondan uyarladığı senaryoyu okumuş ve dahil olmaya karar vermiş.

Fincher'ı, röportajında söylediği gibi, hikayede çeken şeyin bilindik macerası ya da gerilimi değil, Mikael Blomkvist'le Lisbeth Salander'in ilişkisi olması bir nevi filmi kurtaran şey olmuş. İsveç yapımı filme göre hikayesinde bazı farklılıkları olan Amerikan versiyonu tek bir olaydan çok iki karakter çevresinde kurulmuş, ve film bu sayede polisiyenin, TV dizilerinin de etkisiyle daha da fazlalaşması ve sıradanlaşmasından İsveç versiyonuna göre daha az etkilenmiş ancak hikayenin biraz dağınıklaşmasına da neden olmuş.

Bunlar dışında kısa kısa söyleyecek olursam; Fincher versiyonunda Rooney Mara, Noomi Rapace'e kıyasla, Lisbeth karakteri için fazla sevimli kalıyor. Aynı zamanda filmde, İsveç versiyonunda birkaç diyalogda şirketlere karşı görülen tavır yok ve Vanger ailesiyle beraber tek tek bazı üyelerinin de Blomkvist'e ve araştırmasına karşı olan tavrı da biraz daha dengesiz gösterilmiş. Ve elbette, Amerikanlaştırılmayıp İsveç'te geçen bir hikayede herkesin İngilizce konuşuyor olması da filmin tökezlediği önemli bir nokta.

Sonuç olarak Fincher, çok da güzel olmayan polisiye bir hikayeden, Trent Reznor'ın müzikleri ve sinematografinin de etkisiyle, İsveç versiyonuna kıyasla daha güzel ama filmografisi içindeki en vasat filmi yaratmış.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

The Help

Irkçılığıyla bilinen Birleşik Devletlerin Güney Eyaletlerinden Mississippi'de '60'lı yıllarda "yardımcı" olarak çalışan zenci kadınlar aracılığıyla, bir topluma sinmiş ve hala da bittiği söylenemeyecek olan ırkçılığı konu alan bir film The Help. Elbette bu tarz bir konuyu şimdiki zamanda işlemek geçmişe göre çok daha kolay. Sonuçta sistemin prensibi yoktur, sadece hayalleri değil, bulunulan zaman içerisinde ilgi çeken ve onaylanma ihtimali yüksek olanı sunar, yani bu filmde bu açıdan, -neredeyse tüm dünyada her zaman olduğu gibi- çoğunlukla muhafazakarlığın egemenliğinde olan Amerika'da şimdilik eskiye göre biraz daha güçlü olan Amerikan liberalizminin etkisiyle oluşmuş -ve o kadar garip bir ülke ki yer yer "sol-kanat" sayılan bir liberalizmden bahsediyorum- ve ondan faydalanmaya çalışan bir film olduğu yönünde yersiz ve gereksiz bir ön yargı oluşturabiliyor.

Hikayesi ve oyunculukları kadar filmi güzel kılan ve benim film hakkında bahsetmek istediğim en önemli şey ise Celia Foote karakteri. Çünkü Jessica Chastain'in canlandırdığı bu karakter filmi boyutlandırma konusunda büyük bir imkân sağlıyor. Hem siyahlarla olan ilişkisiyle -tabi çoğunlukla Minny Jackson'la (Octavia Spencer)- var olan ayrımcılığa karşı tek yolun Skeeter Phelan'ın (Emma Stone) idealizmi olmadığını vurguluyor hem de diğer beyazlarla olan ilişkisiyle, sadece ortaya kendilerini motive edecek bir neden çıkmasını bekleyen ve sadece ayrımcı diye nitelemenin az kaldığı bir zihniyeti ortaya koyuyor.

Sonuç olarak The Help, Oscar törenlerinde dört adaylığının üçünü oluşturan oyunculuk dallarında öne çıkan ve -çok küçük bir ihtimal de olsa, film Birleşik Devletler'de ağustosta vizyona girdi; akademi her şeyden önce biraz unutkandır- En İyi Film dalında sürpriz yapabilecek gayet sıcak bir film.

Hiçkimse bana, ben olmanın nasıl bir şey olduğunu hiç sormamıştı. Bu konuda gerçekleri anlattığım anda kendimi özgür hissettim.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses