22 Şubat 2015 Pazar

Foxcatcher


Gerçek olaylardan uyarlama filmler furyasının bir diğer üyesi Foxcatcher, o gerçek hikayesinden ziyade filmografisi gerçek karakterler üzerine kurulmuş Bennett Miller sebebiyle ilgi çekiciydi benim için. Zira en nazik ifadeyle eksantrik bir multimilyoner ile altın madalya için çalışan bir güreşçinin hikayesi fizikalitenin ötesine gidebilecek derinlikli bir spor filmi sunacakmış gibi çınlamıyor şahsıma, fakat Miller ismi dahil olunca yalnızca ve yalnızca Moneyball sebebiyle merakım ve beklentim farklı bir boyuta taşınıyor. Beyzbola hep merak duymuş ama hiçbir zaman gerçek anlamıyla kurallarını, dolayısıyla da sporun inceliklerini öğrenememiş birisi olarak beyzbol üzerine bir filmin en sevdiğim spor temalı filmlerden birisi olmasını yeterli bir sebep olarak görüyorum yani Foxcatcher'a dair beklentilerimi kurmak için. 

Miller'ın tarzına ters düşmeyen bir tempo ve kasvetle ilerliyor Foxcatcher'ın hikayesi. Şımarık zengin çocuğu tabirine uygun düşmenin yaşı olmadığını adeta simgeleştiren John du Pont ile genç yaşına rağmen son 5 yıllık süreçte isminden ayrıca bahsettirmeyi başarmış olan filmin yapımcılarından Megan Ellison arasında beliren kontrast hikayenin değeri anlamında odaklanmak istediğim yerden ister istemez uzaklaştırıyor beni. Ve kurgusallık payını olayların kronolojik çizgisini bozma yönünde dramatik farklar yaratacak biçimde kullanan film anlattığı hikayeye kendiliğinden bir değer veremedikçe de aksamadan işleyen bir saat mekanizmasını izlemeye dönüyor Foxcatcher deneyimi: hayran bırakan bir kamera arkası ve önü ama her anlam yüklemenin biraz iğreti durduğu boyutta beslenmiş bir hikaye.   


Orijin hikayenin doğal olarak içerdiği boşluk hissinin perdeye de yansıması ve bu sayede Miller'ın bir kez daha herhangi bir sporun neden sevildiğini, neden takip edildiğini göstermeyi başarmış olması kısa bir soru cevapla geçmenin pek mümkün olmadığı spor izleyiciliği konusu sebebiyle değerli bulduğum bir şey. İki durumdan da çok ötede ve hatta onlarla ilişkisiz bir şey olsa da yaşam, kazanmak ve kaybetmek cenderesine sıkıştığı sürece bunu ham biçimde sunan sporların delicesine takibi de doğal bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Elbette neden a sporu değil de b diye bir soru burada devreye girebilir ve ben de onu şans faktörüyle geçiştirmeye çalışabilirim, ama nihayetinde Foxcatcher için şu bir gerçek ki; kurumlar, yerleşmiş yapılar bir noktada insana değer katan şeye dönüşüyor ve herhangi bir ekonomik boyuta dönmeye gerek kalmadan insan ufak bir dişli olarak beliriyor bu yapılar arasında. Çünkü altın madalya hikayenin temelini oluştururken Shultz kardeşlerin varlığı du Pont için sadece bir araç oluyor olimpiyatlar sebebiyle, yani ulaşılmaya çalışılan şey "gerçeklik": mümkün olduğunca fazla insan tarafından kabul edilebilme arzusu. Foxcatcher'ın problemi bu cümlesini düzgünce kurarken oraya gelene kadar lafı fazla dolandırması. 

Steve Carrell 2011'de The Office'ten sinema kariyeri için ayrıldığında kendisine kızamamış olsam da ondan sonra dizi bir daha eski haline kavuşamayınca ve o süreçte Carrell sempatik iki film çekmiş olmasına rağmen o güne kadarki film kariyerini daha "yukarıya" çıkartabilecek bir film göremeyince kendisine çok sövmüştüm. Foxcatcher ile belki yine "o" filmde oynamadı ama alışılmış bir Steve Carrell karakterinin güvenli alanının çok dışına çıkarak "sinema kariyeri" ile kastetmiş olduğu şeyi bir ölçüde başardı sanıyorum ki Carrell. Filmi izlerken makyajını abartılı bulmuş olsam da gerçek du Pont'un birkaç röportajını izledikten sonra o tuhaflığı yakalamayı tam anlamıyla başarmış olduğu daha belirgin biçimde görülüyor.  

Foxcatcher, sıkıcı denilebilecek bir hikayeyi soğuk hikaye anlatıcılığıyla izlenir kılmayı başaran bir film. Ama analojideki saat mekanizması ne kadar ilgi çekici olabilirse olsun sonuçta bir saat mekanizması ve bir noktadan sonra aksamadan işleyen mekanikliğin ötesinde bir şey de arıyor insan.  

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

10 Şubat 2015 Salı

Kill the Messenger


San Jose Mercury News muhabiri Gary Webb dönem için fazla ağır bir iddia -veya şimdi görünmesi kolay şekliyle gerçek- üzerine Dark Alliance başlığıyla yazdığı dizide, CIA'in Nikaragua'daki iç savaşı körükleyerek bölgedeki Contra savaşçılarına silah sağlamak için bölgeden yoğun miktarda kokaini California'daki siyahi nüfusun ağırlıklı olduğu bölgeye taşıdığını söylüyordu. Tıpkı Gary Webb'i hala karalama amacı taşıyarak Washington Post'ta yazmış olan olan Jeff Leen'in söylediği gibi "su tahtası işkencesi ve Snowden zamanlarında" böyle bir iddia o kadar da inanılması güç gözükmeyebilir. İşin garibi geçmiş alışkanlıkları sürdürerek veya belki hala devam etmekte olan holding medyası ağının devamlılığına hasar vermemek adına hala Webb'in ve hikayesinin arkasından önceki yanlış mevzilerini savunuyor Leen gibiler.

Kill the Messenger, Nick Schou'nun Webb üzerine olan aynı isimli kitabından ve bizzat Webb'in kendi kitabı olan Dark Alliance'tan uyarlama. Süreci başından sonuna anlatırken dramatizasyon dozunu kaçırmıyor film, bu sayede böylesine kritik ve tartışması bol bir hikayeyi yeni bir tartışma zincirine sokmuyor. Her ne kadar Leen film için tamamen kötü dememek adına Jeremy Renner'ı övüp "fantezi dünyası" içerisinde iyi bir performans ortaya koyduğunu söylese de kendi eleştiri noktasına kendisi düşüyor çünkü filmin fantezi dünyasına dair bir şey yazmak yerine "onu açıklamaya bir yazı yetmez" diyor, Webb'in bir gazetecilik kahramanı olmadığını başlıktan söyleyebilmek için ancak zaman bulabildiyse demek. 




Yapımın "iade-i itibar" peşinde olan tavrı gayet yerinde ilerliyor. İtibar üzerine olan ifade genelde mide bulandırıcıdır çünkü asıl önemi olduğu zaman uçurumun ucuna bırakılan insanlar için yıllar sonra aynı uçurumun kenarında tören düzenlemek kendini tatminden veya değişen zamana uyum sağlamaya çalışmaktan başka bir şey ifade etmez. Bunun örneklerine yaşadığımız diyardan gayet alışkınız, çatal bıçakçı soytarılar gün geliyor ne yapayım daha diye özür diliyor, Nazım Hikmet şiirleri birileri tarafından kürsülerde okunuyor. Aslında değişen bir şey pek olmuyor yani bu iade-i itibarlarda, çünkü mevziler aynı kalıyor: tekil meseledeki tavrın bir anlamı olduğu zaman gücün yanında saf tutanlar yıllar sonra saf değiştirirmiş gibi yapıyor, oysa sadece pozisyon değiştiren veya ufak genişleme karakteri göstermeye çalışırken çeşitli samimiyetsiz hareketlerde bulunan gücün yanında tekrar konumlanmış oluyor. Fakat Kill the Messenger için bu durum geçerli değil, çünkü yapım bir anımsama ve bir uyarı niteliğinde hareket ediyor. Leen de Webb'i yeni başlayan gazeteciler için ibretlik hikaye olarak gördüğünü söylüyor, fakat yorumu ve gösterdiği yer yanlış; Kill the Messenger'ın tekrar gündeme getirişiyle Webb işe yeni başlayan gazeteciler için değil, biraz aklına kullanan herkes için bir ibretlik hikaye oluyor. Şöyle ki, geçtiğimiz yıllarda Snowden sayesinde öğrenilen dünya çapındaki takip ve bilgi depolama sistemi açığa çıktığında düzen içerisinde yerleşmiş belli "muhalifler" dahi Snowden ve onun ortaya çıkardıklarına karşı tavır aldılar. Mesela sürekli olarak Amerikan halkının "aptallığından" kendince ortaya attığı istatistiklerle bahseden Bill Maher, Snowden'ın *deli saçması şeyler söylediği* konusunda Glenn Greenwald ile yaptığı söyleşilerde fazlasıyla ısrarcıydı. Yani ortaya düzenin işleyişindeki çarpıklıklara yönelik bir gerçek çıktığında, bu gerçek etki alanı bakımından büyük veya küçük olsun, ona karşı ana-akım içerisinde alınan tavra kapılmamak gerekiyor, işte Webb'in ibret olacak yönü bu, ve bu da hikayede kendisinin konulduğu pozisyondan kaynaklanıyor, kendisinin bir yanlışından değil. En basitinden, sonradan yanlışlık olmadığı ortaya çıksa da Webb'in yazı dizisi üzerine gidip o dönem içerisinde gözüktüğü kadarıyla doğru veya yanlış ile ilgilenmek yerine mevzuyu kişiselleştirip doğrudan Webb'in üzerine çalışmak ya da yazılanların gerçek olmadığı kabulüyle yazı dizisinin iddialarını yorumlamak, problemin alınan tavır bağlamında nerede olduğunun göstergesi halini alıyor. Film de bu kişiselleştirmeye kullanarak Webb'i fazla merkeze alıyor ve dolayısıyla o samimiyetsiz "iade-i itibar" yakasında durmayıp bir anma görevi üstleniyor. 

Bu tarz konularda Amerikan politiği bağlamında konuşmak rahatsız etmese de beni bir noktada üzüyor. Söz konusu sorunlara hangi ülkenin mekan olduğu elbette çok önemli, sonuçta problemler doğasını oradan alıyor, fakat mekan, bulunulan an haricinde kısıtlayıcı bir görev üstlenmiyor. Yani burada Amerika'da 1990'larda yaşanmış bir şeyden bahsediyor olmamız bugünkü dünya düzeninde Türkiye veya herhangi bir başka ülkeden bağımsız bir şeyden bahsettiğimiz anlamına gelmiyor. Çünkü yerel olduğu kadar evrensel olan problemlere dair yorumda bulunmuş oluyoruz, belki Bill Maher veya Jeff Leen denildiğinde Birleşik Devletler dışındaki her insana bir şey ifade etmiyor ama aslında onların temsil ettikleri şeyler her yerdeki her insan için bir şeyler ifade ediyor. Bu sebeple rahatsız edici değil benim için bir politik mevzu üzerine tekil olaydan alakasız gözüken bir diyarda ve oradan ayrık olarak yerel tınlayan bir bağlamda konuşmak, ama üzücü; çünkü popüler kültüre entegre biçimde benzer bir tartışma alanını yıllardır bu diyarlarda göremiyoruz. Zira ülkede en çok izlenen haber programı Ankara'dan ilk iki haber sonrasında günün trafik kazaları listesine dönüyorsa başka da bir şey söylenemez zaten, sıradan politik bir mücadele değil ahlaki bir mücadele vardır artık.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

7 Şubat 2015 Cumartesi

Citizenfour


Belgeselci Laura Poitras ve muhabir/yazar Glenn Greenwald'ın, NSA sızıntılarını haberleştirme sürecinde Edward Snowden ile kurdukları bağlantılara yakından bakan bir belgesel Citizenfour. Herkesin sızıntılardan haberdar olup Snowden ismine aşina olmaya başladığı bu dönemde söz konusu haberin en yakınında bulunmuş insanlardan biri olan Poitras'nın gözünden süreci izlemek elbette ilk elden dahil oluş sayesinde ilk elden değer katıyor filme, zira komplo teorileri biçiminde ortalıkta dolaşan ve buluşma sürecine gidene kadar belgeselde de öncül belirtilerini gördüğümüz bu büyük "hükümet(ler)in casusluğu"nun resmi olarak gerçeklikle buluşuşun arka planını doğrudan görebilmek her şeyden önce mutlaka ki ilgi çekici. Fakat ilgi çekicilik kadar önemli bir soru var: bu belgesel tam olarak kimin için? Süreci en yakından yansımalarıyla beraber takip etmeye uğraşmış biri için mi, söz konusu haberin herkesi ilgilendiren doğası sebebiyle spotların izinden gitmiş birisi için mi, yoksa bir şekilde bununla da alakasız kalabilmeyi başarmış insanların şans eseri denk gelebilmesi için mi? 

Yapıma bakılırsa Poitras'nın böyle bir "hedef kitle" düşüncesi bile olmadığı açık. Öncelikle kabul etmeli ki yaşam sınırları ihlal edilmemiş veya edilmeme ihtimali var olan bir insan olmadığına göre herkesi ilgilendiriyor konu, her ne kadar bunun aksi bir durum olsaydı da mantıken herkesi ilgilendirmesi gerekecekti ama insanlara doğrudan dokununca elbette durum daha belirgin oluyor. Dolayısıyla herhangi bir kitlenin bu belgeseldeki anlatıcılığın odağında olması gereksiz bir düşünce gibi gözükebilir, fakat böyle bir hedef kitlenin varlığı aynı zamanda belgeseli daha derli toplu bir hale sokacağı için bu ilk kabul ile belirebilecek düşünce geçersizleşiyor. Elbette Poitras'nın elindeki materyalin ne kadarını kullandığını bilmiyorum, dolayısıyla belgesel kurguda mı böyle bir garip hal aldı yoksa hali hazırda ne çekildiyse ona göre mecburen böyle bir şema mı çıktı ortaya, bir şey söylemek güç. Fakat belgeselin dağınık bir yapısı olduğu ve anlatısı içerisinde ciddi bir tempo problemi yaşadığı gerçek. Bunun sebebi de işte belgeselin hangi izleyiciyi amaçlayarak var olduğunu bilememesinde yatıyor, çünkü kendi başına var olmaktansa yapılmış haberlerle, konu üzerine yorumlarla beraber anlam kazanıyor Citizenfour, oysa Snowden ile Greenwald ve Poitras'nın yaptığı görüşmelere dair de çok kritik bir perde arkası sunmuyor. Yani ne derinlere dalıyor ne yüzeyde yatıyor Citizenfour. 

Tabii bu konuya ve izleyiciye yaklaşma konusundaki dağınıklık bir yana, internetin anayasal bir hak olmasının tartışıldığı bir coğrafyada o internetin ve kullanıcılarının nasıl kontrol altında tutulduğuna dair yakın dönemde öğrendiklerimizi tazeliyor Citizenfour. Söz konusu sızıntıların haberleştirilmesi sürecine de yakın plandan bakmasıyla mevzuya ekstra ve keşfedilmemiş bir derinlik katıyor; böylece tek başına duramayacak olsa da beraberce durdukları içerisinde önemli bir tutamaç oluyor Citizenfour. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

6 Şubat 2015 Cuma

The Immigrant


The Immigrant, bir dönem filminin en önemli ve başarması en güç bileşenlerinden atmosfer yaratmayı layıkıyla yerine getirirken basit bir göçmenlik hikayesi anlatıyor. 1920'lerin New York'unu, öncekiler meçhul olsa da şimdiki yaşamımızla belki göremedik ama yapımın zamanı ve mekanı canlandırmada etkileyici bir başarısı var ve gerçeklikle birebir kıyaslamaya gerek kalmıyor bu sebeple, çünkü bu faktör bakımından da yeterince inandırıcı film. Yalnız bir dönem filminin prodüksiyon tasarımındaki üstünlüğü ve bu iskeletin üzerine görece iyi anlatılmış hikayesinin dikilmesi onu ilgi çekici bir film yapmaya yeterli mi?

1920'lerde New York'a gelen Polonyalı bir kadının göçüşündeki amacı gerçekleştirmek ve yaşamda kalmak arzusuyla sürüklenişini anlatıyor The Immigrant. Tabii vodviller ve burlesque sahneleri düşünülerek kullanılmış, olumsuz çağrışımları olan anlamda değil bu sürüklenme; elbette hikayedeki bu sürecin yığınla olumsuz tarafı var dahil olan karakterler için ama söz konusu yaşamda kalmak olduğu sürece günümüz insanının da yaptığını en iyi ifade eden söz *sürüklenmek*, bunu ayrıca belirtmeli. Hikaye içerisinde doğrudan izliyor olmamıza rağmen bu sürüklenme sürecinin başlangıcına dair anlatıcının tavrı da ayrıca etkileyici çünkü final karesinin ustalığı ve vuruculuğu kadar karakterleri oraya getiren *ortak zamanın* nasıl başladığına dair net bir söylemde bulunmuyor film. Bu sayede iki buçuk karaktere dayanan filmin aslında paylaşılan bir hikayeyi değil Ewa'nın hikayesini anlattığını kesinleştiriyor, zira o ne biliyorsa biz de onu biliyoruz tüm film boyu. Her ne kadar belli sahnelerdeki özel efekt kullanımları çok sırıtsa da yeniden yaratılmış olan zaman ve mekan içerisinde ilgi çekici biçimde başlayıp sonradan parıltısını kaybeden hikaye de böylece son kertede toparlanmış oluyor. Zira dönemin göç hissinin, gelinen kıtanın insanlar için anlamının aktarılmasında önemli bir noktaya işaret ediyor hikayedeki bu karakter odağı ve bu açıdan da filmin derdini ön plana çıkartıyor. Yani klasik anlatımdaki üç ayaklı evrenin ikincisini günlük çıkmazlar ve insanların sürekli bekliyor olduğu gerçeğine atıfla geçiştirirken anlatının konusuna uyarcasına ilgi çekebilmeyi gerçekten önemsemiyor orada hikaye.

The Immigrant, yönetmen ve ortak senarist James Gray'in anlatımdaki başarısı sebebiyle ön plana çıkan bir film. Elbette bunu destekleyen oyuncu performansları ve desteklemekten öte anlatının ayakta durmasını sağlayan temeli oluşturan prodüksiyon tasarımındaki başarı bir film için, özellikle de bir dönem filmi için hayati önem taşıyan faktörlerin yerlerine oturduğunu gösteriyor. Ancak The Immigrant'ın bir süre sonra ilgiyi kaybedip finalde derdini açığa çıkartarak var oluşuna anlam kazandırması anlatı çizgisine verilmiş bombeyi kurtaramıyor, çünkü mantıklı ve konusuna uygun bir düşüş yaşasa da hikaye düğüm bölümünde orada kazandığından çok daha fazlasını kaybediyor. Tabii burada hakkını yememek lazım filmin; her şeyden önce çok iyi bir atmosfer içerisinde, senaryodaki düşüşlere rağmen anlatısını fazla sırıtmadan aktarabiliyor, ve bu sayede keyifli bir seyirlik oluyor. Adeta bir türlü sempati duyamadığınız ama bunun kendilerini sevmediğiniz anlamına da gelmediği, bağımlı gibi okuyup birkaç satır haricindeki sığlığına şaştığınız, ve fakat hala iyi yayınlarda yer alabilen o garip yazarlar gibi bir film işte, çevre özü bir noktaya kadar kurtarabiliyor. 

nolan filmlerinde olduğu gibi yanlış rollere düşmediği sürece günümüz sinemasının en iyilerinden biri sıfatını hak ettiğini bir kez daha gösteriyor cotillard, phoenix içinse zaten buna şüphe yok.
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

5 Şubat 2015 Perşembe

Camp X-Ray


8 yıldır Guantanamo Hapishanesinde olan bir "mahkum" ile gardiyanın ilişkisini anlatan Camp X-Ray, ABD senatosunun 2014 Aralık'ta yayımlamış olduğu işkence raporuna bakınca meseleyi biraz yumuşakça ele alıyor gibi geliyor. Fakat bu biraz da yapımın şansızlığı, zira Obama'nın 2008 seçimlerinde kapatmayı vaadettiği hapishanede neler yaşandığı az çok tahmin edilebilir olsa da resmi bakışın dönemdeki çizgisine ters giderek bunu resmetmeye çalışmak muhtemelen tahmin dahi edilemeyecek problemlere sebep olacaktır. Hali hazırda Zero Dark Thirty ve işkence tartışmaları çok eski değil, filmin kutuplaştırıcı bir konudan insani ve gündelik bir mesele çıkarabilmiş olmasının bile önemi kalmamıştı son kertede bu yüzden. Dolayısıyla rapor sebebiyle filmin henüz yılını doldurmadan haksızca yaşlandığı söylenebilir, ve şahsen bu *talihsizliğin* anlayışla karşılanabilecek bir durum olduğunu düşünüyorum çünkü filmin rapor üzerine verilecek en doğal tepkiye ters gidecek bir tavrı politiği yok.    

Camp X-Ray, "terör" ile mücadele konularında da en iyi kontrol aracına dönüşmüş, tarihin muhteşem kurgusallığı içerisindeki meşhur retorik "iyi adam-kötü adam"ı sallarmışçasına anlatıyor hikayesini. Ancak yaptığı, aynı retoriği daha geniş bir perspektifte ve mevcut cepheleşmenin ötesinde kullanmak. Bu noktada filmin politik damarı apaçık ortada olan ve mevzileşmeyi doğal olarak getiren bir konuda insani bir damardan hareket ediyor olmasının önemi daha net gözüküyor, çünkü söz gelimi güvenlik politikaları üzerine bir kutuplaşmadan veya insancıllığın politikasını sivrilerek savunmadan ziyade mevzunun tamamen insan açısına odaklanıyor yapım. Bu da o meşhur retoriğin milletler, dinler ve bunun gibi saçma pozisyonlardan ziyade birey temelinde kurulmasını sağlıyor. Bu anlamda ortalama Amerikan liberalleri için tam denk düşen bir "apolitik politik" açıya sahip olduğu söylenebilir yapımın ve bunu kulağa ilk anda çınladığının aksine olumsuz bir eleştiri olarak kullanmıyorum, aynı biçimde olumlu olarak da. Çünkü bir meselede tavrın rahatsız veya memnun ediciliği kişisel konumlanmayla nasıl karşılaştığı üzerinden değil bizzat tavrın olgunluğu üzerinden kendisini gösterir diye düşünmekteyim. Camp X-Ray örneğinde ise yine CIA raporuna dönünce görüleceği üzere o zaman zaman fazla dramatize diyaloglar için değil hal, zaman bulmak muhtemelen mümkün olmayacağından hikayedeki bakışın yeterince olgunlaşmadığı öne sürülebilir fakat sığ olduğunu söylemek de haksızlık olur. Dolayısıyla, politik yönden oturaklı bir film Camp X-Ray, en azından kendi hikaye odağı içerisinde. 



İnsan ilişkilerinin zor olduğu kadar tüm meselelerin yumuşama noktası olduğunun bir başka göstergesi oluyor hikayesiyle ayrıca Camp X-Ray. Üzerine gittiği politik ve daha önemlisi insani mesele içerisinde bu duruma odaklanabilmesi de bence ayrı bir takdir noktası. Çünkü keskin cepheli bir tartışmada kişilerin konumunu belirleyen argümanlar işin içine ilişkiler girdiğinde cepheleri görünmezleştirme, hatta yok etme kabiliyetine sahip olabiliyor. Buna rağmen o ilişkilerin nasıl kurulmuş olduğu ve cepheler arasındaki uzaklık birçok tartışmada argümanların gölgesinde yok olan çıkış yollarına dönüşüyorlar. Bir *düşman* olmadan kendisini ortaya koyamayan fikir ve gruplara yabancı olmayan bir dünyada yaşadığımız için bunu bunca kavga gürültüden sonra çözmesi sanmıyorum ki zor olsun insanlığın, sadece kolay olan genelde tercih edilen oluyor. Zira meselelerin çok boyutluluğuna bakmak işleri karıştırmak veya uzatmak olarak görülüyor, "iş bitiren" insanlar lazım, değil mi canlar? Biten iş mi; onu tartışmak da halleri kalan bir zamanda taraflara bırakılsın artık. 

Camp X-Ray, insani açısını görmenin pek mümkün olduğu fakat hikaye için gerekli olan milimetrik ayarı yapmanın pek kolay olmadığı bir konuda ufak ölçülerini iyi yaparak bakan bir film. Meseleye yaklaşımında ikili ilişkiyi iyi kontrol edebilmesi, kurulan insani ilişkinin ve karakterleri denkleştirmenin kritikliğini bozmanın önüne geçiyor. Ve bu da meşhur retoriği perspektif değiştirerek daha farklı açıdan kullanan filmin en güçlü noktası olarak öne çıkıyor, zira cepheler kurulduğu gibi değil ve yok olması gerekiyor ama bu bir konumlanma olmayacağı anlamına gelmiyor; sadece takımlar değil insanlar ortaya çıkıyor; herkesin kendi acısında diğerini boğmaması iyice kritikleşiyor. Çünkü tanımadığımız bir öteki hep varsa da ondan önce tanımadığımız bir kendimiz var, ve ötekinin bir "diğer" olarak varlığı da tüm dramatik ağırlığıyla buraya dayanıyor, salt ötekini tanımak bir şeyi gerçekten değiştirmiyor. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,  

4 Şubat 2015 Çarşamba

Force Majeure


Fransız Alplerine tatile giden bir İsveçli ailenin ufak çaplı bir çığdan kurtulmaları sonucu kendilerini içinde buldukları kriz, yüz çevrilen konulara farazi bir tartışma zemini sağlıyor. Fakat filmin erilliğe dair ortaya koyduğu olay ve takip eden tartışması ile genel cinsiyet politikasının filmi takip eden bir iletişim açtığını söylemek bence oldukça güç. Her ne kadar Ruben Östlund anlatısında herhangi bir pozisyonsal baskınlıkla hareket etmiyorsa da hikayenin işleyişi hayli ucuz ve kolpa kalıyor. Hele müzikleri televizyon dizilerindeki gülme efektlerine indirgercesine kullanması belli sahnelerdeki komikleşen dramatizasyonlar kadar iticileştiriyor filmi. Evet, cinsiyetler üzerine sarf ettiği akılcı ifadeleri var filmin; ama genel itibariyle erilliğin sorunlu doğası üzerine giden tavrının yerindeliği sinemasal açıdan fazlasıyla problemli bir filmi kurtarmaya yetecek durumda olmuyor.

Force Majeure'nin, orta-üst sınıfa saldıran bir Haneke filmiymişçesine salınarak başlaması filmin şimdiye kadar aldığı övgülerin bir kısmını açıklar nitelik taşıyor. Fakat sonrasında, gayet ilgi çekici olan tartışmanın aynı çemberde dönüp durmaya başlaması ve ironiyi hedefleyip ironik biçimde kendisi komik duruma düşen olay takibiyle övgülerin hepsinin zorlama olduğunu düşündürttü bana film. Zira ifadelerden önce bakılması gereken bir film var ortada ve o ifadelerdeki doğruluklar ya da onların bu biçimde pek söylenmemiş olması teklemeyi bile başaramayan bir filmi sinemasal anlamda takdire değer yapmıyor bence. Filmin sıkça bahsedilen mizah ögesiyse sıkıldıkça daha fazla batmaya başlayan sahnelerin komikliği ötesinde bir şey aklıma getirmiyor açıkçası, Tomas'ın ağlama krizi de kendisini suçlar gibi yaparak bir problemiyle daha ciddi biçimde yüzleşemeden yeni bir kandırmaca içine giren erilliği gözler önüne sermesiyle ne kadar olumluysa filmin sinemasal anlamda o kadar bunaltıcı sahnelerinin en güzel örneği. Kısacası içerik ne olursa olsun ifade biçimi her zaman en az içeriğin değeri kadar önem kazanıyor ve Force Majeure de bu noktadaki beceriksizliğiyle yılın en abartılmış filmi olarak beliriyor.

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

3 Şubat 2015 Salı

What We Do in the Shadows


Dönem dönem hep iniş çıkışları yaşanmışsa da son yıllarda adeta sonu gelmeyecekmiş gibi aralarında boğulduğumuz vampir ve zombi konulu işler içerisinde olgun olanlarına şahsen nadiren denk geldim. Bunda elbette temanın uzun süre ilgimi çekmemiş olmasının da payı var; yani demek istediğim gözlemlediğim genel yaklaşımın aksine sırf zombi ve vampir ögeleri sebebiyle bir filmi oturup izlemem, bunun ötesinde ve bundan bağımsız olarak ilgimi çeken bir şeyler olmalı benim için. Oysa çok iyi alegorilere temel hazırlayabilecek şeyler sunuyor iki tema da, fakat çoğunlukla bu yöndeki kullanım sınırlı kalıyor. İşte What We Do in the Shadows alışılmış vampir teması kullanımlarıyla hafif hafif dalga geçen mockumentary türünde bir Yeni Zelanda filmi. 


Bir evi paylaşan üç vampirin *yaşamın olağan zorluklarıyla* mücadele edişlerini onların özel izniyle takip eden bir belgesel ekibi gözünden izliyoruz filmi. Her sahnede vampir temasına yönelik genel algıya ve bugüne kadar popüler kültürde mevzunun işlenişine ince ince dokundurarak eğlenceli bir seyir sunuyor What We Do in the Shadows. Yapımın bu iç gıcıklayıcı histeki fikrinin suyunu çıkarmak istemeyişi kendisini çok muhtemel bir bunaltıcılıktan kurtarmış. Fakat bir tarafa fazla kaymamak için çabalarken dengenin de çok tuttuğunu düşünmüyorum çünkü film sıkmasa bile kuru bir mizah sunuyor. Burada kurudan kastım soğuk bir mizah olması değil, o aksine benim için bir övgü nedeni olurdu; kastettiğim sahnelerin yer yer yağı tuzu eksik gibi tatsız gelmesi. Yani aşırı işlenmemiş, aşırı pişmemiş ama prodüksiyon tasarımının ötesinde de yeterince özen gösterilmemiş hissi veriyor yapım. Ama bu denge bozukluğu filmin tür içerisinde kalıcı yerini sağlamlaştırıp adeta referans filmine dönüşmesini engellemesi sebebiyle belirtmeye değer, yoksa olamadığı bir şeyi göstermenin dışında yapımın dönüp dönüp izlenilecek bir seyirlik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 


Yönetmen ve senaristleri Jermaine Clement ile Taika Waititi çeşitli departmanlarda film sektörü içerisinde çalışmış olsalar da bu kendilerinin ilk uzun metrajı. Ve bir ilk film için gayet oturaklı bir anlatımları var, yalnızca bahsettiğim gibi yaratıcılıklarını daha fazla parlatabilirlermiş. Bunun haricindeyse zekice hazırlanmış sahneleriyle ince zevkli ve eğlenceli bir Yeni Zelandalı film What We Do in the Shadows. 

sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygulara:;,

2 Şubat 2015 Pazartesi

The Judge


Diğerlerine nazaran ufak dertleri olan filmler, gün içerisinde yapmak için planlayıp da not ederek insanın kendisine ilan etmeye bile gerek duymadığı ufak işler gibiler. Ya da duruma göre; bir rutin olarak yapılan faaliyetlerin fotoğraflanıp çeşitli etiketlerle süslenerek internette paylaşıma açılmasına da benzetilebilir. Birisi daha tercih edilir olmakla beraber ikisi de mümkün tabii. İlk kategoriye konulabilecek sıradan filmler baş eti yercesine hep dillendirdiğim gibi izlemesi aslında çok keyifli filmler, tek problemleri hazır kahveler gibi kendilerini tekrar ziyaret etme imkanını nadiren sunuyorlar. İkinci kategoriye düşenler zaten tanımı yaparken kurduğum cümleye sinmiş pasif agresif ifadelerden anlaşılacağı üzere sadece sıkıcı değil aynı zamanda lüzumsuzlar da. Melodramalar, türün doğası gereği, olağan her şeyi bunaltıcı bir "aaaa" ve "hehehe" efektleri abartısıyla ele alan *sıradan* filmler olduğu gibi bir de klişe karakter, olay ve durumlar çıkarması yapılınca filmlere ambalajlanmış çöp gibi durabiliyorlar. The Judge ise önceki cümleye gizli özne olarak cuk diye otursa da şaşırtıcı sempatik hareketlerde bulunan bir film, ama elbette şaşırtıcılık faktörünün bir anlamda abartılı reaksiyonu da işaret ettiğini ekstra olarak not düşmeliyim.

Ait olmadığını düşündüğü kasabaya annesinin ölümüyle ziyarete gelen ve geçmişte yaşınılan "talihsiz" bir olay sebebiyle arasının bozuk olduğu babasıyla aynı alanda çalışan ama onunla etik uyuşmazlıklar içerisinde bir avukat dediğimde sanıyorum yüzlerce film üzerine alınacaktır. The Judge'ın o yüzlerce filmlerden farkı öncelikle oyuncu kadrosu, çünkü her karakter tam yakışıyor rolüne. Oyuncu seçimindeki başarı ötesindeyse, pek fazla efor sarf edilmeden göze çarpan insanlar üzerinden başarılan kasabaya aitlik hissi yapımı ayırıyor diyebiliriz çünkü bunun şehir versiyonuna -Hank'in pisuvardan dönüş numarası dışında- giriş sekansından da anlaşılacağı üzere gayet aşinayız, kasaba versiyonlarınınsa sallapati olanlarına. Bu durumda The Judge'ı asıl ayıracağımız nokta makine içerisindeki iyi bir dişli gibi işleyip görevini bilerek üzerine düşeni yapan bir film olması. İnternet çağının halkla ilişkiler numarası olsa da kendilerini daha ciddi gören "pozisyon"lardaki insanların nadiren kullandığı "yanlışlarımız bile şeffaf" mevzusunu klişeleri üzerinde kullanıyor yani The Judge. Açıkçası işlemiyor da değil. Problem gibi gözükebilecek nokta, 140 dakikalık süresiyle yapımın kendisine kaldıraç arayışında olduğunu düşündürmesi, fakat gayet ruhsuz ve "hadi gülelim, hadi şimdi ağlayalım" kıvamındaki yönetimiyle o yönde bir çabanun en azından kamera arkasında olmadığı açık. Hayır, oyuncu seçimini övdüğüm filmde "Robert Downey Jr. avukat olsaydı" rolünde Robert Downey Jr. oynuyor yine, ne kadar kıyıdan açılmaya cesaret edebilecek, olmadığı gibi görünmeye çalışan bir filmden söz edebiliriz yani? Yine de bu The Judge'ın sürükleyici bir yapım olduğu gerçeğini değiştirmiyor, hatta çerezlik bir film beklentimi tatmin eden biçimde eğlenerek -?- izlediğimi söyleyebilirim. Yaptığım kategorizasyona dönersek; yapımı ilk tanıma sokarak ikili gruplandırmaların doğal probleminden sıyrılabiliyoruz bence The Judge konusunda. Evet, iki karakterin çatışmasından beslenen ve safi biçimde olayların ardışık biçimde mantıklıca örülüşüne dayanan bir filmde final ve hikayenin düğümü olan mahkeme kararının, hatta neredeyse her sahnenin, ayan beyan ortada olması ciddi bir problem; ama kendisini *yeter* diye bıraktırmadan izletmeyi başarıyor The Judge ve benzeri bir film için bence bu büyük başarı. Sonuç olarak beklenti diye bir şeyin dahil olmadığı öylesine bir hafta içi akşamının öylesine filmi The Judge, ne azı ne de fazlası.


sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,

1 Şubat 2015 Pazar

Leviathan


Leviathan karaya çıktığı için değil, aslı orada kaldığı için deniz daha çekici geliyor görkemli uçsuzluğu ve dalgalarıyla. Tekil ve somut olan hedefe kolay oturtulabildiği için oradan sözü alıp gitmek kolay, ama film olan Leviathan ne günümüz Rusya'sına ve dolayısıyla Putin'e, ne de devlet mefhumuna karşı durup kalmış bir pozisyonun ifadesi. Zvyagintsev'in Birleşik Devletler'deki bir olaydan hareketle senaryoyu yazmış olması değil bunun sebebi; sözleşmesi çoktan bitmiş gibi duran çelişkileriyle Hobbes. Nikolay'ın hayli bezmiş ama hala bağıran mücadelesinde tekil bir politik iktidar yok, ve hatta, somut olanı canı yaktıkça halının altına süpürülen tartışmanın asıl nesnesi iktidar mefhumu bile yok; sadece insan var. Sanki her şey bitmişçesine içine alan atmosferi eşliğinde gözün önünden geçip giden doğa görüntüleri fazla hazır bir referans belki, ama yine de oradan çıkan insanın çırpınışları devam ettikçe finalde gelen hür olma nutkuyla bitiyor filmin söyleyecekleri; zaten nefesi kesilmeden o kadar çok söylemiş oluyor ki o ana kadar hepsi yerine bir bir oturuyor. Tesadüf ya da hikayenin gelişi değil en son sahnedeki karakterin kim olduğu; ve diğer herkesin hikayenin bir evresinde, bir köşesinde kalakaldığı. Kemiklerinin göründüğüne bakmayın; Leviathan bu çünkü, herkes orada; ağzının ve dişlerinin kimin olduğu yalnızca gündelik bir mesele, ve devlet denilen şey yalnızca o ağızla dişlerden ibaret değil.   

Zvyagintsev, çok duru bir dille anlatıyor hikayesini. Göze sokmadan, her bileşeni sakin sakin sahnelerine alıyor ve hiçbir şey söylemeden sadece bakıyor onlara. Süre içerisinde kimin silindiği, kimin devam ettiği, mekana ne olduğu bile değil; kimin kim olduğu önemini yitiriyor. Çünkü sonuçta, hepsi yarı açık tavanlı eski bir bina; tepesinden kılıç gibi sallanarak aşağıya bakan figürleriyle. Yeni yapılanı da aynı, yapılmak istenileni de; kral çıplak demek için yıkılmasını beklemeye gerek yok. Tıpkı o yarısı kırık dökük tavan için olduğu gibi mevsim dönemeçleri arasında aynı su ve aynı yol arasına alıyor işte anlatısını da Zvyagintsev; başladığımız yere döndüğümüzde değişen çok şey varmış gibi gözükse de aslında sadece kar kaplamış oluyor yolları, o kadar. Aynı o nefessiz bırakan, enfes duruşma sekansları gibi işte; eylemin ve kararın nereye dayandığının ne önemi var eğer ikisi de dönüp dolaşıp aynı yeri farklı zamanlarda işaret ediyorsa? 

Leviathan, her şeyi açık etmeden çok şeyi söyleyen cümleleriyle kusursuza yakın bir anlatı; ve saf sinema gösterisi olarak öz kadar mühim biçimi. Yani anlattığı ne kadar yoğun olsa da bir form olarak sinemayı yüceltircesine onu daha da derinleştiren anlatışıyla bu kadar güzel konuşabilen bir film kendisi. 

Yine de sormak lazım Nikolay'a; daha yakındakilerin, yenilerin portresi atış pratiğinde hedef olmak için lazım mı gerçekten, yoksa duvarda çürümelerini beklemek mi gerek? 

bu ifadeden çoğunlukla kaçınsam da, izlediklerim kadarıyla, yılın -hala 2014- en iyi, en güçlü filmi Leviathan. tabii bu yıl büyük beklentilerim olan ve dolayısıyla çok merak ettiğim PTA'nin Inherent Vice'ı ile A Most Violent Year'ı hala izlemediğimi, bir şey fark ettirmeyeceğini düşünsem not düşmeli.   
sevgi, saygı ve o tarz bilumum duygularla:;,
     

 
Sayfa Üst Görseli Marek Okon'un TOWERS OF GURBANIA isimli illüstrasyonudur.

Sinemaskot © 2008. Müşkülpesent # Umut Mert Gürses